29 Haziran 2025 Pazar

KIRK AYAKLI KARINCA

 

Ben de sevdim

Ben de şiirler yazdım sevgilime

Aşktan çılgına döndüğüm günler oldu

Her şey geçti

Uçtu yıllar kınalı kuşlar gibi

Geride kaldı gençlik

Fakat şu kör olası sigarayı

Bırakamadım gitti.

(ASIM BEZİRCİ - Çok Kapılı Oda)

(Bu şiiri yazdığında on yedinin baharındadır ve sigara içmemektedir.)



"Sevgili Asım, benim güzel, çalışkan, duygusal, yorulmaz sosyalist eleştirmenim. Eşin Refika'yı benimle tanıştırırken, "öp kaynananın elini" demiştin. Refika'yı balayınızı kütüphanede geçirebileceğiniz konusunda uyaramadım, caymazdı senden. Seninle son kez Cumhuriyet gazetesinde karşılaştık. Haziran sonuydu. Bir çay içmek için bile oturmadın. Sivas'a gidecektin, acelen vardı. Ve gittin. Kitapların kaldı. Bilmiyorum, şiirin perilerine ulaştın mı?"

(SENNUR SEZER - Radikal Kitap, 2009)



Önde Asım Bezirci ile Behçet Aysan, arkada Metin Altıok ile Uğur Kaynar,
Madımak Oteli'nin merdivenleri.
(Fotoğraf: MEHTAP YÜCEL)


Gülmek bir erdemse Asım 
Gülerdi gülmek için değil
 Papatyalar açarcasına
O Erzincanlı yüzünde
Çalışmanın şavkıyla ışırdı gözleri
Bugün tek başına da olsa
Yarın el ele
Garip bir kuştu Asım
Zümrüdüanka
Küllerini seveyim
Öpe savura

(CAN YÜCEL)






unutMADIMAKlımda!


21 Haziran 2025 Cumartesi

ONURLU BİR YAŞAM: BERTRAND RUSSELL

 


(...) 1914 yılının ağustos ayında İngiltere'de seferberlik ilan edildiği gün ülkesinde adeta bir bayram havası estiğini ve insanların şen şakrak sokaklara döküldüğünü gören Russell tam anlamıyla şoka girer.
Vatandaşları savaşın ne korkunç bir felaket olduğunun farkında değildir. Bu konuda daha fazla çabalaması gerektiğini anlayarak bütün enerjisini bu davaya harcamaya karar verir.
Fikirlerini yaymak için halka açık mekânlarda konferanslar vermeye başlar, devletler arasındaki anlaşmazlığın diplomatik yollardan çözülmesi için çareler önerir. 
Gazetelerde makaleler yayımlayarak çatışmanın hamasi milliyetçilikle bağlantılı ekonomik nedenlerini kınar.
Özellikle 1916'da yayımladığı Justice in War Time adlı yapıtında, şovenizmin adeta kör ettiği İngiliz hükümetinin vicdani retçilere yönelik baskısını alenen kınamaktan çekinmez. Bütün bunları yaparken doğru yolda olduğundan bir an bile kuşku duymamıştır:
"Kendimi Birinci Dünya Savaşı sırasında, pasifist eylemlerde bulunduğum dönemdeki kadar coşkulu hissettiğim başka bir dönem olmadı. İlk kez tüm doğamı ilgilendiren bir davaya girişmiştim."


Bu arada Bertnard Russell'ın aristokrat kökenli bir İngiliz aydını olduğunu unutmamalıyız. 18 yaşından itibaren soyluların son derece önemsediği dinden soğuyarak doğup büyüdüğü çevreden ideolojik anlamda uzaklaşmış, ilerici, sosyalist ve sömürgecilik karşıtı tutumlar benimsemişti.
Bu yüzden o dönemde çoğunlukla savaştan yana olan soylular tarafından kastının onuruna ihanet eden yarı deli bir aydın olarak görülmekteydi.
Böylece doğup büyüdüğü çevrelerden dahi destek alamayan Russell, eylemlerinden rahatsız olan yetkililerin uyarılarına da kulak asmadığı için önce 100 bin sterlin para cezasına çarptırılır.
Bu cezayı haksız bulduğu için ödemeyeceğini ilan edince kişisel eşyalarının bir kısmına el koyulur ki bunlara muazzam kütüphanesinin bir bölümü de dahildir.
Sonraki aşamada, Cambridge Üniversitesi'ndeki öğretim üyeliği görevinden kovulur ve sonunda bütün engellemelere karşın Russell'ın eylemlerine devam ettiğini gören hükümet son çareyi onu 6 ay hapis cezasına çarptırarak Brixton Cezaevi'ne atmakta bulur.


Resmi hukukun suspus olduğu yerde, önemli olan etik ve kamu vicdanının sesini herkese duyurmak için her yola başvurmaktır.
İşte bu hümanist fikirleri yüzünden, yıllar sonra bile, 1961'de, 89 yaşındayken tekrar hapis cezasına çarptırılacaktır Russell
Bu kez de atom bombasına karşı düzenlenen bir eyleme katıldığı için suçlu bulunmuş, para cezasını ödemeyi yine reddetmiş ve 7 gün hapis cezası aldıktan sonra, yaşına hürmeten birkaç saat hapsedildikten sonra serbest bırakılmıştır.
"İnsanlığı hatırla, geri kalanı unut" diyen Bertrand Russell'ı eylemleri ve yapıtlarıyla her zaman insanlığın mutluluğu için çalışmış, kötülüğe çare bulmaya çabalamış bir filozof olarak düşünebiliriz. Doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamış, kimsenin buyruğuna girmeden onurlu bir yaşam sürmüş ve geriye dönüp baktığında da pişmanlık duymamıştır.
"İşte benim hayatım da böyle geçti. Yaşamaya değer olduğunu hissettim hep ve böyle bir şans tekrar elime geçse seve seve yeni baştan yaşardım."

(FERDA FİDAN - Cumhuriyet Kitap)








Merhaba!

15 Haziran 2025 Pazar

NE-NEDEN-NASIL ?

 

"Öldürmek çözüm değil diyorum. Bak biz şimdi seninle ne yapıyoruz? Sevdiğimiz birisini sağ salim gelsin diye bekliyoruz değil mi?"

"He... Yüzbaşıyı bekliyoz ya."

"Tamam işte. O düşman dediklerini de bekleyen, seven birileri var. Aslında onlara da sorsan bu savaşı istememişlerdir."

"Eee kim istedi o vakit?"

(DİDEM KOÇ - Yüzyıllık Yolculuk / Edebiyatist)


***



TÜRKEL MİNİBAŞ
(Fotoğraf: VEDAT ARIK)

[Türkel Minibaş], Çağ Atlama Serüveni adlı yapıtının sunuşunda şunları söylüyordu:

"Doğduğumda NATO'ya girilmiş, Kore Savaşı'na gidenler geri dönmeye başlamış, dış borcum 7 dolar artmıştı. 27 Mayıs devrimini haber veren gazete manşetlerini kesip bir resim defterine yapıştırarak ilkokul öğretmenime verdiğimde ilk kez karne almanın heyecanını da yaşıyordum.
1960'lı yılların sonunu lise öğrencisi olarak geçiren birisi için 12 Mart darbesi pek de şaşırtıcı değildi. Ne var ki tarihin dün, bugün ve yarın üçlüsünün bir bileşkesi olduğunu anlamak için yine de 1970'li yılların rahle-i tedrisatından geçmek gerekecekti.
Yeni yeni düşünmeye, ne-neden-nasıl diye sorgulamaya, kısacası insanların birey olmaya başladığı bir toplumun bir darbeyle kul yapılmaya çalışılma stratejileri sırasında artık orta yaşa gelmiştim. Parçacıklar bir araya getirildiğinde ortaya hiç de yabancısı olmadığımız bildik bir tablo çıkıyordu. Ne var ki biz tarihi sadece savaşlar, barışlar ve birtakım isimler olarak algılamış, olayların nedenlerini, farklı farklı oluşumların birbirini nasıl etkilediğini hiç mi hiç düşünmemiştik." 

Yaşadığımız coğrafyada ulusal ve uluslararası anlaşmalarla belirlenerek geliştirilen projelerle ülke haritalarının yeniden çizilmesi serüvenlerinin yaşandığı dramatik koşullara bilgi birikimi ve aydın duyarlılığıyla yaklaştı. 
Ürettiği düşünceler, on yıllarca süren "soğuk savaş" politikalarıyla cendere altında tutulup yıldırılmaya çalışılan ama duyarlılığını, bilincini koruyarak ayakta kalmayı başaran, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı özgürlük savaşımı veren devrimci, yurtsever insanlara kararlılık ve güç aşıladı. Yaşananları "görmezden gelmekte direnenler"in sayısını azaltmaya çalıştı.
Ekonomideki birikimine kattığı aydınlatıcı yazar kimliğiyle dünyada ve ülkemizde yaşananları Cumhuriyet'teki "Gözucuyla" köşesinde, "Göz kenarında kalıp da görmezden geldiklerimizi göstermek kaygısıyla" yorumladı, ülkemizin nereye götürüldüğüne ilişkin uyarılarını inatla sürdürdü.
(...)
[D]ünyaya ve ülkemize dayatılan küreselleşmenin saklanan ayrıntılarına dikkat çeken yöntemiyle gerçekleri günışığına çıkardı.
Kitapta ele aldığı ABD'nin dünya egemenliği, BOP, sömürgeleştirmenin uluslararası anlaşmaları, Avrupa Birliği, ülkeler arasındaki eşitsizlik, küreselleşmenin kıskacındaki ülkemize dayatmalar, buğday, tütün, şeker derken tarımımızı çökerten özelleştirme politikaları, sömürgeleştirmenin temel unsurlarından enerji politikaları, sosyal devletin sonunu getiren su sorunu ve orman yasası, sağlık ve sosyal güvenlik sorunları, kadınların sorunları, dayatılan açlık, işsizlik, eşitsizlik, kamu yönetimi, yerel yönetimler yasaları konularıyla ilgili yorumlarıyla bilgiyi, bilinci çoğaltmak isteyen insanlara seslendi.
(...)
Yazdıklarının boşa gidip gitmediği hakkında kitabının son cümlesi olarak "İş ki soru işaretini kullanmayı unutmayalım" yazmıştı.

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)


***



[İ]ç savaşla parçalanan güzel yurt Yugoslavya'ya savaştan on yıl sonra gittim. İlk gördüğüm, Saraybosna'da duvarları kurşunlarla delik deşik edilmiş ulusal kütüphaneydi. Evet, bir harabeydi artık ve ön kısmında koca koca reklam panoları vardı, Batı'nın ünlü markalarının parfüm ve giysi fotoğrafları gözümü alıyordu.
Bu görüntü binlerce insanın öldüğü, binlerce kadına tecavüz edildiği savaşın neden yapıldığını tüm açıklığıyla anlatıyordu.

(IŞIL ÖZGENTÜRK - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: BETÜL DURDU)






Merhaba! 

8 Haziran 2025 Pazar

DELİLER !

 


FİKRET MUALLÂ

Fikret Muallâ ile dönemin ünlü ressamı Picasso arasında geçen "Picasso'nun tablosunu satış olayı", ressamımızın yaşayış tarzını çok güzel ortaya koyan bir olaydır. Bu olay ekseninde Muallâ'nın çektiği maddi sıkıntıları, bu sıkıntılar yüzünden Muallâ'nın neler yapabildiğini, meşhur gelgitleri nedeniyle aynı olayı farklı kişilere ya farklı bir şekilde anlattığını; ya da bu kişilerin aynı olayı kulaktan dolma bilgilerle farklı bir şekilde yorumlayarak başkalarına aktardıklarını ve Muallâ'nın keyfi yerinde olmadığında tanıdıklarını bile tanımazlığa geldiğini görmek mümkündür. Üstat Hıfzı Topuz'dan okuyup aktardığımıza göre bu olayın kısa hikâyesi, Muallâ'nın kendi ağzından şu şekilde gelişmiştir:


1947 yılında, Muallâ'nın beline ne olduğunu anlamadığı ağrılar musallat olur. Acıdan kıvranmaktadır. Tam bu günlerde Picasso ile tanışır. Picasso Muallâ'yı atölyesine çağırır. Muallâ gider. Atölyede Picasso Muallâ'ya, "beğendiği bir şey varsa alabileceğini" söyler. Bunun üzerine Muallâ bir "kadın başı" resmini beğendiğini söyler ve Picasso da resmi ona hediye eder. Muallâ atölyeden çıkar, eve dönecektir ama yine "zil vaziyettedir, cebinde metelik yoktur!" Tam o sırada tanıdığı bir kadına rastlar. İlk anda çıkaramaz ama, Paris'e geldiği ilk yıllarda onu tanıdığını, ondan hoşlanıp aşık olduğunu, (demiştik ya Muallâ'nın aşık olmadığı kadın yok gibi!!) hatırlar. Zaman geçmiş, kadın tam bir hanımefendi olmuş ve resim koleksiyonu yapıyormuş! Muallâ hemen elindeki Picasso'yu gösterir. Tabii tablo kadının çok hoşuna gider ve hemen "sat bana!" der. Muallâ baştan tabloyu satmaya yanaşmaz ve "Picasso'nun hediyesi" diyerek kadını başından savmaya çalışır. Ama kadın, "15 bin Frank (1946-47 yıllarında 1 TL ~ 100 Fransız Frankı - k.n. notu) veririm ve seni evimde 15 gün misafir ederim" deyip de diretince "bel ağrılarını ve zil durumda olduğunu" hatırlar ve tabloyu satar. Muallâ, kadın ve kocası 15 gün güney Fransa'ya giderler. Muallâ, Picasso'nun gittiğini, ama kendisinin 15 gün prensler gibi yaşadığını, tabloyu satmasına hiç üzülmediğini söyler. Ama, Muallâ'yı uzun yıllar boyu koruyan ve ona destek çıkan Fransız sanatsever ve koleksiyoncu bayan Fernande Angles 1970'te İstanbul'a geldiğinde, "o tabloyu İsviçre'de bulduğunu, satın almak istediğini ama 22 bin İsviçre Frangı istediklerinden alamadığını" söylemiş ve şöyle devam etmiştir: "Picasso'nun Muallâ'ya tablo hediye etmesi sanatçının değerini göstermez mi? Picasso kaç kişiye tablo hediye etmiştir?"

(Prof. Dr. TURGUT TURHAN - Kıbrıs Gazetesi)  

***



"Babam İstanbul'a, Picasso'yla birlikte gelmişti, değil mi?"
"Evet, 1966 yazında, Picasso ölmeden yedi yıl önce, Paris'teki büyük sergisinin olduğu yıl."
"Sizin de aralarında olduğunuz bir fotoğrafı göndermişti babam. Ayasofya'nın önünde çekilmiş bir fotoğraf."
"Evet, Picasso İstanbul'a gizlice gelmişti. Fransızlar, Sultanahmet Meydanı'nda dolaşırlarken onu tanımışlardı. O da, 'Benzerlik,' demişti. 'Sadece benzerlik. Ama o şaklabanın yerinde olmak isterdim," deyip herkesi güldürmüştü. Sonra, o kalabalıktan birisi, 'Hayır, sen kesinlikle Picasso'sun,' demişti. 'Hiç kimse böyle bakamaz çünkü.' 'Bütün deliler böyle bakar dostum,' demişti Picasso da. O meydanda durmuş, başrolünü kaptığı bir oyun oynuyordu ve çekip gitmiyor, lafı uzatıyordu. 'Hem,' demişti, 'Ben Picasso olsam, hepinizin tek bir kelime etmeden ayaklarıma kapanmanız gerekmez miydi?' Birden inanılmaz bir şey olmuş, kırk kişilik turist kafilesi, Picasso'nun ayaklarına kapanmış, o da Sultanahmet Meydanı'nda 'Ben, Pablo Picasso!' diye çığlıklar atmıştı."

(ŞEBNEM İŞİGÜZEL - Sarmaşık / İletişim Yayınları)  

***

"Bir deliyle benim aramda bir tek fark var. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Ben deli olduğumu biliyorum."


SALVADOR DALİ






Merhaba!

1 Haziran 2025 Pazar

NANE ŞEKERCİ

 


Orhan Veli 1945-1950 yıllarında sürekli Sarıyer'de görünür. Hiç değilse İstanbul'a düştüğü vakitler. O yıllarda Sarıyer'de kalabilecek bir yeri vardır. İskele dolaylarında Canlı Balık'ın tam karşısında, 71 no. lu evde annesiyle Füruzan -elbet Füruzan da büyümüştür- oturmaktadır.
Orhan'ın güçlü bir kişiliği vardır. Hacamatçı kabadayıların süngüsü düşer, onun kişiliğinin süngüsü düşmez. Halim [Şefik Güzelson]: "İnsan onun karşısında, boyuna birtakım öneriler yapmak gereğini duyar" diyecektir. 1946 yılında da Halim, Orhan'a o renkli fener sokağından geçmeyi önermişse, bunun için önermiştir.
İki ahbap, Galatasaray'dan doğru gelip Sağ Sokak'a sapmışlar, onun uzantısı Mektep Sokağını dümdüz ettikten sonra gövdelerini Abanoz Sokağına sessizce salıvermişlerdir. Mevsim yaz. Sıcak mı sıcak. Kızlar pencerelerde döküm saçım. 1 numarada Kör Melahat, 10 numarada Fahrünnisa, 17 numarada Korkunç Sevgili -ah, ona ünlü bir şairimiz yıllarca fındık-fıstık taşımıştır- arada bir yüzlerini mostralık ediyorlarsa, ediyorlardır. 
İki ahbap çavuş, ışık içindeki sokağı arşınlayıp da Abanoz'un öbür ucuna yaklaştıkları vakit, bir nane şekerci de Sakızağacı Caddesinden gelip Abanoz'a girişini yapmıştır. Yaparken cızbız köfte yemişçesine diliyle damağını çatlatıp bir ikilik patlatmıştır:

Nanesuyu nane şeker
Benim canım seni çeker

Sonra da ağzını bütün bütüne yayarak sokağı, kızları ve müşterileri ayağa kaldıran solosuna başlar.
- Hani ya benim haysiyetli, şifalı nane şekerim!
Abanoz'un içerde kalmış öteki kızları da kapılara üşüşmüşlerdir. İçerden annelerinin sesi:
- Kapıyı açık bırakmayın.
Nane şekerci bu kez bir dörtlük sürmüştür piyasaya:

Naneyi bıçakladım
Sapların saçakladım
Yari koynumda sandım
Yastığı kucakladım

Kızlar usanmadan, şekerciye fıstık atıp duruyorlardır. Naneci de kendini Tino Rossi sanıp yanık bir tango çalımında ardarda ikilikleri bastırıyordur. Bizim iki ahbap da, iki adım ötede, nane şekerciyi dikizliyorlardır. Bir ara, iki şiir arasında, nanecinin gözü Orhan'a ilişir. Orhan'ın yüzü, keyfinden gülücük kesmiştir. Ama gel de bunu naneciye anlat. O, Orhan'ın kendini tiye aldığını sanarak Orhan'ı yutmaya kalkışır:
- Yoksa kolay mı sandın bu işi?
- Pek öyle zor değil.
- Söyle de görelim. Hadi bir senden, bir benden. Oldu mu?
- Oldu.
İş, yarışmaya dökülmüştür. Nanecinin ilk ikiliğine Orhan ondan daha şavklı bir ikilikle karşı koyar. Naneciden bir ikilik daha. Bir ikilik de Orhan'dan.
Şimdi, 1 numaradan Kör Melahat, 17 numaradan Korkunç Sevgili de sokağa fırlamışlardır.
Bir ikilik naneci, bir ikilik Orhan, bir ikilik naneci, bir ikilik Orhan. Saatler saatleri kovalamaktadır. Birden naneci durur. Sonra da Orhan'ın ta burun direğine değin yaklaşıp, gözlerinin siyahını Orhan'ın kahverengi gözlerine dikerek şunu söyler:
- Arkadaş numarayı bırak, sen de benim gibi bir nane şekercisin.

(SALÂH BİRSEL - Boğaziçi Şıngır Mıngır)






Merhaba!


25 Mayıs 2025 Pazar

ÜSLUP

 



Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa
Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan
Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla
Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan
Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.

(EDİP CANSEVER - Phoenix) 


***


Gençliğimde Edip Cansever'in kitabını duvara çarptım "böyle şiir mi olur" diye. Babam komünist olduğu için Cansever'i, Nâzım Hikmet'i, Orhan Kemal'i okutuyordu. Benzememi değil, onlar gibi olmamı istiyordu, ikisi farklı şeyler. Bu yüzden İkinci Yeni şiirine de soğuktum. 17 yaşındayım, arkadaşlarımla Bodrum'a tatile gidiyoruz. O zamanlar otobüsler İzmir'in içinden geçiyor. Otobüs bir tren yolunun önünde beklerken gözümü açtım, bir köpek gördüm. Köpek uzaklara bakıyor. Onun baktığı yerlere bakmaya çalıştım, hiçbir şey yok, sadece dağlar. O zaman Cansever dizeleri aklıma geldi: "Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam." Bodrum'a iner inmez bir Edip Cansever kitabı aldım. Ben onu anlayacak kapasitede değilmişim, kabahat bende, ben salağım çünkü. Şairleri anlamıyorsak bizimle ilgili bir sorundur o.


KÜÇÜK İSKENDER


***


Şimdi sıkı durun, gerçek düzyazı ustaları biçemi yani üslubu, simitçi tablası gibi başlarının üstünde taşıyanlardır. Çoğunun da kendi sözcükleri, kendi jargonları vardır. Virginia Woolf, Henry James'in kendi sözcük dağarcığını yaratmadan önce bir takım küçük öyküler yazdığını söyler. 
(...)
Doğrusu biçem denilen parabellum da sabahleyin kalkıldığında yazı masasının üstünde hop diye bulunacak bir nesne de değildir. Onu ele geçirmek için yazarların yüz uyku uyumaları, yüz yaşam devirmeleri gerekir. Bu işte onlara kendilerinden başka kimse de arka çıkmaz. İngiliz romancısı John Cowper Powys, kendi yaşamını anlattığı kitapta şöyle der: 
- Cambridge'de kimse biçem güzelliğini anlamama yardımcı olmadı. Oysa biçemin bir gizi vardır. Onu büyük bir oburlukla atıştırdığım kitaplardan elde ettim.  
(...)
Bir demeye göre Proust da genç yazarlara hep okumayı öğrenmelerini öğütler.
Ona göre insanların çoğu kitap değil, sözcük okur. Yani okumasını bilmez. Yani ham hum hem okur. Yani dandin bakar, dandin okur. Yazarın ne demek istediğini de zırnık çakmaz.
Bu biraz da sadece yazarların ne fink attıklarına bakmalarından gelir. Onların, o fingi atmak için ne terskâfir eliflamlara katlandıklarını, sözcüklerle nasıl pençeleştiklerini, sözcükleri nasıl sustaya getirdiklerini bir türlü umursamazlar.
Oysa, şairlerin ilk adımı sözcükse, son adımı da sözcüktür.
Bir başka deyişle, şair sözcüksel bir hayvandır.

(SÂLAH BİRSEL - Yapıştırma Bıyık,1985) 


***




[Fazıl Hüsnü] Dağlarca, ölümünden kısa süre önce Norgunk'un yöneticisi Alpagut Gültekin'e benimle görüşme isteğini iletmişti, birlikte gittik Kadıköy'deki evine, uzun bir sohbetimiz oldu.
Kitaplarının geleceğine ilişkin kaygılarını paylaştı benimle, neler yapması gerektiği konusunda görüşlerimi almaktı asıl tasası. Sonra daha özel konulara geçtik. Bir ara, durup dururken, "Sen de bir şiir hayvanısın" deyince şaşırdım, bilen bilir mültefit değildi Dağlarca, açıkçası aldığım en anlamlı ödüllerden biri sayarım o cümlesini.

(ENİS BATUR - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: EROL TOYGUN)






Merhaba! 

16 Mayıs 2025 Cuma

ÇOCUK EDEBİYATI

 


Saint Exupéry ölmeden az önce "Çağımdan tiksiniyorum" demiş. Camus bunu yazıyor ama benimsemiyor: "Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da insanı sarabilir zaman zaman. Ama bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız."
(...)
Camus'ye göre "çağımız" dostluk denen değeri yok etmiştir, öldürmüştür. Tiksinti buradan geliyor. Dünyayı yeni baştan kurarken "dostluk"u katacağız harcına... Güzellik, dostluk, aşk. Tiksintiyi yenen güçlerdir bunlar. Bunalımlar bu değerlerin yokluğundan ileri geliyor. Dostu olan, aşkları olan, güzelliği gören bir kişi bunalmaz elbet. Bunalma nedir, onu bile bilmez. Bilmeyince de tiksinmez çağından.
Çağdaş edebiyatın, sanatın "aşksız" kaldığı ortada. Şiirler okuyoruz, havada, boşlukta. Değmiyor, girmiyor, işlemiyor bize. Sözcükler sözcükler sözcükler! Boşuna değil Hamlet'in dedikleri... Sözcükler, harflerden kurulur. İçi boş kalıplardır onlar. Dostluk, aşk, güzellik, o kalıpları dolduran birer anlamdır. Ama yoksa, bulunmuyorsa, görülmüyorsa, tadılmıyorsa kalıplar boş durur hep. Sözcükler havaya sıkılan kurşunlar gibi hedefine varmadan uçuşurlar boşlukta. Bunalımlar, tiksintiler, anlamsızlıklar, saçmalıklar sanata, edebiyata, gündelik yaşama girer. Dünyayı ezen teknik uygarlığın öldürdüğü "insan" dirilecek sanatta bir gün. Romanda, şiirde, öyküde, oyunda "insan"ı göreceğiz. "Troya savaşı, savaş meydanından başka yerlerde oluyor" diyordu Camus. Dünyayı saran bunalım, tiksinti sanatçının, düşüncelerinin dostluk, güzellik, aşk uğruna vereceği savaşlarla yenilip, yok olacaktır ancak.

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat,1968)


***


Çocuk edebiyatı, gün gelecek dünyayı korumak isteyenlerin önemli savunmalarından biri olacak denseydi, sözünüz ya da tepkiniz ne olurdu? Yeni kuşakların, etrafımızı saran şiddetten, zihinlerini ve kalplerini korumanın yolu oralara ekilecek iyi tohumlar ise bunu da çocuk edebiyatından âlâ hangi araçla yapabiliriz? Çocuklarımıza kitap okurken kendi kalplerimize anımsatmak da cabası.

Ülkemizde ve dünyada teknoloji, tıp, tarım vb. alanlarda kayda değer gelişmeler olsa da etrafımızı saran "şiddet" çemberi bir kesim tarafından (özellikle) soluğumuzu kessin diye giderek daraltılıyor. Tepkimiz de sosyal medyamızda ve haber aldığımız kanallarda büyüyor.
Büyüyen toplumsal tepkilerle demokrasinin dördüncü ayağı "kamu"nun ülkemizde görünürlüğünün artması da geleceğe dair umut veriyor elbette, tüm bu canımızı yakan acıyla başa çıkmaya ve yenilerini engellemeye çalışırken. 
Dehşete kapılmamak için de gündemin arasına sıkışmış güzel gelişmelerin haberlerini arıyoruz.
(...)
Sadece ülkemizde değil dünyada da yükselen (yükseltilen) korku duygusu, insanlığı öfkeli, kaygılı, mutsuz kocaman bir kalabalığa eviriyor.
Teknolojik olarak ilerlerken insanlığımız geriliyor. 
Bir arada yaşayan kalabalıkları "toplum" kılan bağları kurmayı gözetirken birilerinin dayatmaya çalıştığı "Her gün daha kötü hayat" algısını söküp atmanın güçlü yollarından biri, çocuk edebiyatı yoluyla taze zihinlere, cesaretle göstereceğimiz nezaketi, sevgiyi ve bunun getireceği mutluluğu aktarmak.

(EMEK YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)


***


Çocukluğun uzun sürdüğü günümüz dünyasında ne büyük olanaktır çocuk edebiyatı yapıtları!
Var mıydı, yok muydu tartışmalarını zor da olsa sanırım geride bıraktık.
Oluyor bir on yıl kadar. "Çocuk Edebiyatımız" başlıklı bir oturumda anısı güzel Sennur Sezer'le yan yana gelmiştik. İlk sözü kendisi almış, ilk tümcesi de "Çocuk edebiyatı diye bir şey yoktur!" olmuştu.
Tıpkı Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (Cemal Süreya), Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (Yaşar Kemal) gibi.
Pencereden Bakan Çocuk Sennur Sezer'e, "Yalnızca bir harflik itirazım var sana. İlk tümcenin son harfini atıyorum!" demiştim de gülümseyerek, "Çocuk elbisesi dikmek için daha mı az terzilik bilgisi gerekir?" diye sormuştu.
Aksine, daha fazlasına gereksinim vardır...

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap) 


***


Bir söyleşide Montaigne'in bir gözlemine değinmiştim:
"Çocukların oynadıkları oyunlara oyun demek zordur. Çocuklar hiçbir zaman oyun oynarkenki kadar ciddi değildirler."
Kanımca çocuk edebiyatına da böyle yaklaşmak gerekir.

(CELÂL ÜSTER - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: Y. BEKİR YURDAKUL)


***


Harfler
Yan yana gelirken
Sözcükleri uyandırır
Sözcükler
Yan yana gelirken
Kimi uyandırır diye
Sordu
Yanıtladı kendini öğretmenimiz
Sözcükler yan yana gelirken
Uyandırır çocukları


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA






Merhaba!

11 Mayıs 2025 Pazar

ESAS MESELE

 


Çocukların gözbebeklerinde karanlık kuyular açılıyor.

Yoğun bombardıman altında trenlere, gemilere bindirilmeye çalışılan çocuk kafileleri. Hangi rıhtım, hangi liman, hangi ülke, hangi zaman? Küçük çantalar, heybeler, çıkınlar. Çocuklarına sarılan kadınlar, analarına sarılan, ağlayan çocuklar; kollarında oyuncak bebekleri, ayıcıkları: Kısacık geçmişlerinden belirsiz geleceklerine taşıyacakları son anılar. Yürüyemeyecek kadar küçükleri kucaklarında taşıyan çaresiz, umutsuz görevliler. Çekiştirilip götürülürken geride kalanlara son bir bakış. Küçük kızın sorgu ve korku dolu bakışı, sarı kafalı oğlancığın gözlerindeki korkuyu, kaygıyı aşmış boş bakış... Binlerce yıl önce, yüzlerce yıl önce, 20. yüzyıl boyunca, şimdi hâlâ... Savaşların çocukları, göçlerin, sürgünlerin, büyük açlıkların çocukları... "Savaşların gerçek mağdurları..."
(...)
Zaman: Binlerce, yüzlerce yıl boyunca her zaman. Yer: Her yer. İspanya'da, Kamboçya'da, Baltık sahillerinde, Leningrad'da, Suriye'de, Irak'ta, Afganistan'da, dünyanın her yanında ateş altında çocuk kafileleri: Kurtarılmaya çalışılan çocuklar... Dipsiz kuyular gibi gözbebekleri... Geçmişlerini silen, yok eden belirsiz gelecek; vatansızlık, köksüzlük, yetimlik bedeline kazanılan kurtuluş; yaşam boyu sürecek, neye olduğu belirsiz, dinmeyen özlem. Geçmişe yabancı, bugüne yabancı, geleceğe yabancı yaşamlar.

Çocukların gözbebeklerinde karanlık kuyular açılıyor.

(OYA BAYDAR - Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı, Can Sanat Yayınları)


***



Avrupa'ya musallat olan hayaletler!

Türlü türlü nedenlerle yersiz-yurtsuzlaştırılan ve sınırların acı yüzüyle karşılaşıp kamplarda yaşamaya zorlanan mülteciler, sığınmacılar ya da Zygmunt Bauman'ın ifadesiyle "hiçliğe fırlatılmış kapımızdaki yabancılar"ın yegâne amacı geçip gitmek. Fakat yarattıkları "güvenlik sorunu" nedeniyle buna izin verilmiyor. Macaristan'ın popülist lideri Victor Orbán, Avrupa'da pek çok insanın bilinçaltında yatanı dışavuruyor bu bağlamda: "Bütün teröristler göçmendir." Örülen duvarlar ve çekilen dikenli teller ise sorunun kaynağını maskeliyor yalnızca.
Niki Giannari, Yunanistan'ın İdomeni bölgesindeki mülteci kampında yaşananlara bakıp haklı ve hayatî bir soru yöneltiyor: "Bir insan nasıl gider? Neden gider? Nereye?" Onların geçip gidememe hâlini "yalnızca tarihi tekrar tekrar aşmak istiyorlar" diyerek özetleyen Giannari'ye Georges-Didi Huberman, "Duvargeçenler" metniyle destek oluyor ve kimilerinin "öteki" kimilerinin "başkası" diye nitelediği mültecileri anlatan Musallat ortaya çıkıyor.

Giannari'nin "musallat hayaletler" olarak ironiyle özetlediği göçmenlik meselesine "tarihsel sürgünlük" diyen Huberman, Giannari'nin tanıklığından ve kamptaki çalışmalarından hareketle eski hayatı terk etme ve yeni hayatı sürdürme gerilimine yoğunlaşırken çekilen bir filmi anlatımının merkezine koyuyor.
Giannari'nin, yakın arkadaşı Maria Kourkouta'yla beraber İdomeni'de çektiği film, Huberman'a göre "iki öteki arasındaki tanıklığın" bir ürünü: "Avrupa'ya musallat olan hayaletlerin" hâlipürmelali ve "ev sahipleri"nin ruh hâlinin çözümlemesi: "Mültecileri, düşman ülkelerden gelen istilacı kalabalıklar olarak gördüğümüzde, onların yabancılığını düşmanlıkla karıştırdığımızda, aslında daha önce olmuş bir şeyi aklımıza getirmeye çalışıyoruz demektir: Kendi soy ağacımıza ait olup bastırdığımız bir şeyi. Bu şey, hepimizin göçmen çocuğu olduğumuz ve 'uzaklığına' rağmen (kuzenlerden bahseder gibi), göçmenlerin yalnızca geri dönen atalarımız olduğudur."
Giannari'nin görüntülediği kampta yaşayanlar birer "hayalet"; Huberman'ın deyişiyle asla "saf" veya "arî" olmayan Avrupalıların "aile içindeki yabancıları".
(...)
Huberman, oraya bakarken zihnimizi zorlayan bir yorumla çıkageliyor yine: "Asıl mesele, 'Avrupa'nın hayaletleri'nin şunlar mı, yoksa bunlar mı -Yahudiler, paganlar, Bizanslılar, komünistler, Müslümanlar, paryalar, sömürgeleştirilmişler ya da başkaları- olduğu değildir. Esas mesele, Avrupa'nın neden hayaletler ürettiğidir."

(ALİ BULUNMAZ - BİRGün Kitap)







Merhaba!

3 Mayıs 2025 Cumartesi

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

 

"Yaşamın her anı ayrı güzellikteydi.

Onun en küçük bir parçasını bile pişmanlıklarla berbat etmeden,

büyük bir içtenlikle ve doyasıya yaşamalıydı insan."


ERHAN BENER
(Gece Gelen Ölüm)


***


Montaigne, "Yaşantınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Yaşamın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Öyle uzun yaşamışlar vardır ki pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın, doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin iradenize bağlıdır" demiş.
Unutulmaz bir ilke bu: Yaşamın değeri uzun yaşanmasında değil iyi yaşanmasında. Burada "iyi" rahat, zengin yaşamak anlamında değildir. Yararlı, olumlu yaşamak anlamındadır. Yeryüzü üstünde belirli bir süre içinde yaşayıp geçiyoruz. Kırk yıl, altmış yıl, bilemedin yüz yıl. Nedir bunca yıl? Günler, yıllar nedir? Kendi kendimizi aldatışımızın ölçüleri. Gün demişiz, yıl demişiz. Oysa evrenin büyüklüğü içinde ha bir yıl, ha yüz yıl, nasıl olsa hepsi geçip gidiyor, bir gün hiç yaşamamışız gibi geliyor. "Yaşantınız nerede biterse orada tamam olmuştur" sözü hepsini özetleyivermiş.
Mayıs ayında ölümden söz açmak garip biraz. Doğa gençleşiyor bu ayda. Ağaçlara bakın, otlara bakın, insanlara bakın. Bir diriliş, bir uyanış. Mayıs ayı sevi ayı. Mayıs ayı mutluluk ayı. 
(...)
Bir Mayıs günü Ataç bakın "Günce"sine neler yazmış: "Yaşamak. Gerçek olan tek zenginliğimiz bizim, sevince, acıya, sevgiye de ancak onunla eriyoruz, onu yitirmedikçe umuda, her türlü umutlara hakkımız var demektir. Hiç olmazsa hayaller kurarız... Yaşamak... Siz ki, insan olsun, eşya olsun bütün gördüklerinizi iyi kötü diye, güzel çirkin diye ayırmaya kalkıyorsunuz, görmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Yaşamaktan başka bir şey yoktur dünyada, yaşayan, yaşamış olan her insan, her şey iyidir, güzeldir." 


NURULLAH ATAÇ


Mayıs ayı şairlere, yazarlara, sanatçılara esinler getiren bir zaman parçası. Ataç da, Sait Faik de yaşamayı severlerdi. Esendal da, Hisar da... Yaratan kişi, yaşamayı sevmez mi hiç? Sait, "Çeşm-i bülbüller gibi yaşıyorsun" demişti. Yaşamak sevinciydi duyulan her öyküsünde. Ama 1952'nin 16 Mayıs'ı Esendal'ı, 1954'ün 11 Mayıs'ı   Sait Faik'i, 1957'nin 17 Mayıs'ı Nurullah Ataç'ı, 1963'ün 3 Mayıs'ı da Hisar'ı yaşamdan koparıp aldı. Acımadan, bir an duraklamadan!
(...)
Hisar'ın ölümünden sonra duydum. Haziran ayı içinde kiracı olarak oturduğu kattan çıkartılacakmış! Ev sahibi ile öyle anlaşmış. Hisar gibi yaşlı, titiz bir insan için yıllardır oturduğu bir evden çıkmak ne kadar güç, ne kadar dertli bir iş! Şöyle diyormuş: "Haziran'a kadar ölsem, ne iyi olur." İşte mayıs ayı yitiklerinden birinin son günleri. Bırakılmış bir köşede, neredeyse unutulmuş, hasta bir yazar. Kalıcı yapıtlar yazmış, yarınlarımıza sunmuş. Ama unutmuşuz, bir yanda terk etmişiz. Kimsesiz, yalnız ev taşımak derdiyle ölümü özlemiş o da. Hisar'ın bu sözleri çok dokundu bana. Anlamlı göründü. Toplumumuzda sanatın, sanatçının yerini göstermesi bakımından...


ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR


Mayıs ayı yitiklerini teker teker gözümün önüne getiriyorum. Esendal'la bir defa görüşmüştüm. Anılarını dinlemiştim. Anılar diyorum ya, bunlar ya yazılmış ya da yazılacak Esendal öyküleriydi. Sultan Hamit çağına ait anı-öykülerdi. Bir yıl geçmeden Esendal öldü. Hep birlikte cenaze törenindeydik. Yağmurlu bir mayıs günüydü. Ne çok yağmur yağmıştı o gün! Mezarlıktaki tören bir an önce bitsin diye beklemiştik. Sonra gene böyle bir yağmurlu mayıs günü Sait Faik'i mezarına götürdük. Çamur içindeydi her yer. Ataç da birkaç yıl sonra çekti gitti. Baharı o kadar seven Ataç'ın mayıs ortasında dünyayı bırakıp girmesi anlamlı değil mi?
(...)
Meyva nasıl çekirdeğini içinde taşırsa, biz de kendi ölümümüzü öyle içimizde taşırız. Mayısmış, nisanmış, hepsi boş. Gerçek, ölüme karşı koyan kalıcı yapıtlar bırakmak, gerçekten ölmemek. Ataç'lar, Sait'ler, Hisar'lar, Esendal'lar gibi olabilmek...

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat, 1968)






Merhaba!

1 Mayıs 2025 Perşembe

"AYDIN"

 


"İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır."

(JEAN-PAUL SARTRE)


***


Yazarın aydın kimliği ile sanatçı yaradılışını biraz ayrı düşünmek gerekir. Edebiyat eseri -gerçekten edebiyat ise ve lise kompozisyonu değil ise- uzun soluklu bir emek sonucunda doğar; oysa acil durumlar acil tepkiler talep eder ve tepkiyi veren, yazarın "aydın yurttaş kimliğidir". Eserinde toplumsal bir eleştiri dile getiriyorsa, yazar bunu kendi meşrebinde yapacaktır, çünkü edebiyat bir yanıyla toplumsal, bir yanıyla fevkalade özneldir.
Yurttaş kimi kez tepkiyi sadece aydınlardan bekler. "Aydın" dediğimiz gökten zembille inmez; sadece malumat sahibi olmakla da aydın olunmaz. Aydın dediğimiz birey, cehaletten sıyrılmaya gayret etmenin insan onurunun ayrılmaz bir parçası olduğunu kavramış kişidir; Kant'ın meşhur deyişini tersinden okursak, aklını kullanmaktan ve vicdanını dinlemekten ürkmenin bir tür onursuzluk olduğunu hisseden kişidir, aydın.


(ERENDİZ ATASÜ - BirGün Kitap)


***


1.
Tarafsız aydınları
yurdumun
sorguya çekilecek
günün birinde
en basit insanları
tarafından halkımızın.

Soracaklar onlara
ne yaptılar diye
ağır ağır ölürken
ulusları,
tatlı bir ateş gibi
ufacık, bir başına.

2.
O gün
basit insanlar,
tarafsız aydınların
kitaplarında, şiirlerinde
yer almayanlar,
her gün ekmek getirenler onlara,
süt getirenler,
çörek ve yumurta getirenler,
giysilerini dikenler,
arabalarını sürenler,
köpeklerine, bahçelerine bakanlar,
onlar için çalışanlar,
gelip soracaklar:
"Ne yaptınız
acı çekerken yoksullar
içlerindeki sevgi
ve yaşam sönüp giderken?"


OTTO RENÉ CASTILLO







1 MAYIS
İşçinin ve Emekçinin Bayramı
Kutlu Olsun!


27 Nisan 2025 Pazar

NEDEN - SONUÇ

 


Üçünü özenle yerleştirdim çantama. Doğruca bir kır kahvesine, beni kimselerin tanımadığı. Çok sürmedi, çaycı bitti yanı başımda. Eskilerden emanet, kitap bir yana artık gazetelerin de pek görünmediği bir kır kahvesi. Kütüphane var mıydı köyde? Güldüm kendi soruma. Köy Enstitüleri yaşasaydı değil okulsuz, kütüphanesiz köy de kalmazdı bugün. 
Kucağımda kitaplar, 85 yıl öteye vardım. Yıl 1940, belki de bugünkü gibi serin bir ilkbahar sabahı. 17 Nisan.
Aradan geçen onca yıla karşın unutulmayan, etkisi süren Köy Enstitüleri... Bir kır kahvesinde değilim de o unutulmaz enstitülerden birinin kütüphanesindeyim.
Ya da elleriyle diktikleri fidanlar tez elden ağaca dönüşsün diye onlara kitap okuyan, türküler söyleyen çocukların yanındayım.

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)

***

İç göçü ve gündelik yaşamamıza, demokrasimize, ülke yönetimine olumsuz etkilerini ve sonuçlarını irdeleyen yazılarından oluşan kitabında, ilk olarak 1950'lerde ortaya çıkan, 12 Eylül darbesinden sonra hız kazanan iç göçün ülkenin sorunlar yumağına gelişindeki etkisini tartışıyor [Hürriyet] Yaşar.

"Kentte Yeni Bir Canlı Türü"

Köyünden zorunlu nedenlerle kente göçenlerin, yerleşik kentli karşısındaki çok boyutlu derin bilgisizliklerini ve görüş darlıklarını, ülke nüfusunda, dolayısıyla toplumun "duyuş-algı-gereksinim" dengesinde altüst oluşlar yaratacak büyüklüğe ulaşmalarını, yaşadıkları köksüzlük duygusu ve bunun yarattığı güvensizlikten kaynaklanan "güçlü olma güdüsü"nün buyruğuna girişlerini, bir süre sonra kentlerde, azınlıktan çoğunluğa geçerek yurdun yönetim yerlerinde, "çoğunluktaki yöneten" olarak ülkenin ve yurttaşların geleceğini belirleyişlerini irdeliyor.
Yazar, bilimin bu insan tipini "tek insan" kimliğiyle tanıdığını söylüyor.
Ama "göçmüş köylü"nün kentlerde "çoğunluk olduğunda" nasıl davranacağı, bu çoğunluk duygusuyla "yönetim yerlerine geldiğinde neler yapabileceği ya da yapamayacağı, toplumu nerelere / nelere yöneltip nerelere / nelere yöneltemeyeceği" sorununun toplumsal bilimlerce henüz saptanmadığını vurguluyor. Kitabın en önemli tezi bu.
(...)
"İç göçün değiştirdiği insan toprağında büyüyen bir yeni insan tipini ve artık yöneten-yönetilen, seçen-seçilen tüm kesimlere rengini veren bu 'yeni insan'la içine düşülen sürüklenişi, 'alarm çığlığı' " denebilecek seslenişlerle göstermeye çalışıyor.
Ülkenin bu altüst oluşunda kapitalizmin başrolünü vurguluyor yazar. "Kente göçmek zorunda kalmış köylüyü" değil, "kente taşınmış köylülüğü" karşısına alıyor.
"Göçün Karanlığından" başlıklı yazısında, "Şu toprağın hükümetlerinin, şu toprağa ettiği en büyük kötülük nedir, diye sorsalar, "beni yerimden yurdumdan etmeleridir" derim.
(...)
Benim köylerime, kasabalarıma uğramaz, benim çocuklarımı okutmaz, beni iş sahibi, toprak sahibi yapmazsanız, köylerin kasabaların boşalmasına böyle seyirci kalırsanız, sizin o gelişmiş kentlerinizin, okullarınızın, yollarınızın altını üstüne getirip hepsini fethedeceğim.
(...)
Bundan sonraki yabanlıkların, korkunçlukların sorumlusu ben değilim. Hiçbir şeyin sorumlusu ben değilim. Kendimi koruyorum ben. Öteki korunacakları bilecek durumda değilim" diye konuşturduğu "göçmüş köylü" nün çaresizliklerini, yetersizliklerini, yaptıklarından başka türlüsünü yapmasının olanaksızlığını, kurmaca da olsa gerçekçi bir anlatımla, yüceltmeden ve suçlamadan yine ona söyletiyor.
"Köyler Geliyor, Yurt Göçüyor" başlıklı son yazıda ise "Yine de (...) Yaşanan büyük göçten, korkunç ama çok korkunç bir devingenlik çıkacak... İçlerinden, bilen öncüler çıkıp onu durdurmaz, yönünü ışığa çevirmezse, o koca ülkeyi karanlığa, geriye, başa döndürüp sonra o yolu bir de kendi alıp bugüne gelecek. Kaç yüzyılda alıp gelebilirse... Ama sayrılığı saptayıp devingenliği ışığa çevirmeyi başarırsa öncüler... O zaman o devingenliğin karşısına geçmeyi hiç denemesin sömürgenler" diyerek karanlıktaki ışığı gösteriyor.

(NİL ALGAN - Cumhuriyet Kitap)







Merhaba! 

20 Nisan 2025 Pazar

ÇOCUKLAR İNANIN, İNANIN ÇOCUKLAR

 

Çocukluk yıllarımızda yaşadıklarımız kırk elli yıl sonra 'düşte' yaşanmışa döner.

Kendimiz de öyle!..

Anlattıklarımıza inandırmak zordur gençleri...


OKTAY AKBAL
(Yaşayıp Görmek)


***


Bir arsa vardı da çok devedikenleri doluydu orası, o çocuk yaşamının ince, duygulu özgürlüğünü ne güzel derleyip topluyordu o arsalar; bu kente ne oldu bilemiyorum, çocuklara arsaları bırakmadılar...

(FÜRUZAN - Parasız Yatılı)


***


O çocuk okulun karşısındaki yer yer yıkılmış, bir zamanlar kalenin uzantısı olmuş tarihi surlar karşısında da zaman zaman bir şeyler duyumsamış olmalıydı. Taşların yaşadıklarına, tanıklıklarına kafa yormuş muydu peki? Çocukluk, bölük pörçük ışıklı anlardan kurulu kocaman kara bir boşluktu aslında ve o bu boşluğu sadece bugünün bilgisiyle aydınlatabiliyordu, boşluğu bütünüyle doldurmak ise imkânsızdı sanki. Dilini bilmediği, puslu, yağmurlu havasını sevemediği bir şehirde ilk kez tarihi bir kalıntıya dokunurken, onun geniş kapısından geçerken neler hissettiğini, neler gördüğünü niçin hatırlayamıyordu? Aklın henüz soyut olandan uzak, gözün görebildiği somutla sınırlı olmasına yorabilirdi bunu. Belki bu yüzden, çocukluğunun geçtiği şehri düşündüğünde -aslında çok ender olurdu bu- ilk aklına gelen kale ve kalenin ağzında meyve sebze satan kadının tezgâhı olurdu. İnsanların elmayı, armudu tek tek, domatesi, patatesi, soğanı ise ancak ikili üçlü satın aldığı bu tezgâhta duran, etine dolgun kırmızı yanaklı kadın yaz kış hep aynıydı.

(MENEKŞE TOPRAK / Temmuz Çocukları - Doğan Kitap)


***


Çocuklar

Çarşılarda bir şey
Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.

Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar
Hep de tenha saatleri seçerler
Sonra yavaş bir sesle
Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
Biraz et biraz meyva isterler.

Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona
Kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü
Yağların şekerlerin çayların
Uykularda bile bitiyorsa
Annelere düşündürdüğü.

İnsanlara tezgâhlara kâğıtlara kolaydı
Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.


BEHÇET NECATİGİL
(Arada, 1958)







Merhaba!