31 Ocak 2021 Pazar

AYNI GEMİDE DEĞİLİZ


Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. 

Ve dünya değişir.

İnsanlar bunu o zamanlar fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir.

Dünya yine de değişmiştir.

JULIAN BARNES


***


   Pandemi sırasında emekçiler 3,7 trilyon dolar kaybetti, zenginlerse 3,9 trilyon dolar daha zenginleşti. Öte yandan sadece en zengin 10 kişinin pandemide servetlerine kattığı miktarsa dünyadaki herkesi aşılamaya yeter de artar.

   Pandeminin başından beri hükümetlerin ve patronların "hepimiz aynı gemideyiz" savunusuna karşın tüm dünyadaki emekçiler müdahale edilmediği takdirde geri döndürülemez bir şekilde yoksullaştı. Buna karşın pandemi sırasında patron sınıfının en tepesinde oturan milyarderlerse servetlerini emekçilerin kaybettiği miktarın üzerinde arttırdı. 

   Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) son raporuna göre işçiler salgın sırasında 3,7 trilyon dolar gelir kaybetti. 

   Patronların gemisinde bayram var

  Hayır kurumu Oxfam ise Pazartesi günü yaptığı açıklamada, Amazon'un sahibi Jeff Bezos ve Tesla'nın CEO'su Elon Musk'ın da aralarında bulunduğu milyarderlerin, dünyanın çalışan sınıfının son yılların en zor döneminden geçmesine karşın Covid-19 pandemisi sırasında servetlerinin arttığını duyurdu. 

  Davos Dünya Ekonomik Forumu'nun sanal toplantısının arifesinde yayınlanan "Eşitsizlik Virüsü" raporuna göre, dünyadaki milyarderlerin kolektif serveti 2020 yılının Mart ve Aralık ayları arasında 3,9 trilyon dolar artarak 11,95 trilyon dolara ulaştı. 

  Oxfam, LVMH CEO'su Bernard Arnault, Microsoft CEO'su Bill Gates ve Facebook CEO'su Mark Zuckerberg'inde aralarında bulunduğu dünyanın en zengin 10 patronunun aynı dönemde servetlerini 540 milyar dolar arttırdıklarını söyledi. 

  Sadece en zengin 10 kişinin pandemi sırasındaki kârı, herkesi aşılamaya ve daha fazlasına yeter. 

  (soL Haber) 




***


  "Büyük sarsıntıya hazır tek bir parti bile yoktu. Herkes düşünüyor, düş kuruyor, seziyor, tahmin etmeye çalışıyordu... Devrim mi? Olmayacak kadar gerçekdışıydı. Herkes devrimin bir gerçek olmadığını, bir düşten öteye geçmediğini biliyordu. Güç ve uzun yıllar düşü. Birçok kuşağın düşü... Oysa inanmasam da genç sekreterin sözlerini otomatik olarak tekrarlıyordum: Evet, bu devrimin başlangıcı." 

  Rus sosyalist hareketine yakın gazetecilerden Nikolay Nikolayeviç Himmer, bilinen adıyla Suhanov'un, Çarlığın yıkılışını haber aldıktan sonra kaleme aldığı yukarıdaki satırlar, devrim anlarının aslında ne kadar beklenmedik patlamalar olduğunu özetliyor.

   Bugün de dünya benzer bir kırılma anının içinden geçiyor.

   Tunus'tan Hindistan'a, Fransa'ya ve emperyalist sistemin merkezinde yer alan ABD'ye değin süren halk hareketleri, Batı emperyalizmi ve onunla göbek bağı olan siyasal sistemlerin içine girdiği açmaza ve sınıfsal taleplerin yükselişine işaret ediyor.

   Emperyalist merkezler yanıyor

   İnsanlık, Sanayi Devrimi'nden bu yana devam eden ve süreç içerisinde ilerici karakterini kaybeden, sömürgeci ve son tahlilde gerici bir karaktere bürünen kapitalist zehri adeta kusuyor. 

  ABD-İsrail dostu Narendra Modi iktidarının hüküm sürdüğü Hindistan tarihin en kitlesel grevlerine ve köylü eylemlerine sahne olurken, dünyanın diğer ucu Tunus'ta, Arap Baharı'nın 10. yıl dönümünde halk yoksulluk ve yolsuzluk karşıtı taleplerle tekrar sokaklara inmiş durumda. 

   Avrupa başkentlerinde de durum benzer şekilde seyrediyor; Paris başta olmak üzere Fransa'nın dört bir köşesinde, Rotschild'lerin bankeri Macron iktidarına karşı eylemler sertleşerek sürüyor. Manş Denizi'nin diğer yakası İngiltere'de de salgın karşısında çaresiz kalan ve vatandaşlarını adeta ölüme terk eden Boris Johnson hükümeti devrilmenin eşiğinde. 

  Emperyalizmin Batı Asya'daki karakolu İsrail'de de durum farklı değil. Son yıllarda üst üste yapılan seçimlere rağmen siyasi istikrarı bir türlü sağlayamayan iktidar sahipleri, halkın ekonomik ihtiyaçlarının yanı sıra yükselen barış taleplerine karşı bir cevap üretmekten aciz durumda. 

   Atlantik sisteminin hükümdarı ABD'yi de yangınlar sarmış durumda...

   (...) küresel ölçekte yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal kırılma, salgın örtüsünün kalkacağı önümüzdeki günlerde kendini daha kuvvetli bir biçimde gösterecektir.

  O günler geldiğinde, emperyalist başkentler ve küresel sistemle göbek bağını kesmeyi reddedip, neoliberal siyasetleri sürdürmeye çalışan iktidarların olduğu ülkelerde, ABD'deki Kongre Baskını'na benzer eylemler sıradan hale gelecektir.

  CIA'nin yeni direktörü William J.Burns de şu ifadeleriyle yenilgilerini itiraf etmektedir; "Yeni bir gerçekliği yaşıyoruz. ABD artık eskiden olduğu gibi kendi söylemlerini dayatamaz (...) Amerikan hegemonyasını restore etmek seçenekler arasında değil."

   ABD'nin yeni yöneticilerinin de kabul ettiği üzere, ABD artık dünyanın merkezinde olmadığı gibi dünyanın geri kalanı da kendini onun tercihlerine göre şekillendirmeye mecbur değildir. 

  Uluslararası ilişkiler artık ABD ve diğerleri olmaktan çıkmakta, bağımsız ve eşitler arası bir yapıya doğru ilerlemektedir.

  Batı emperyalizminin silindiği, çok kutuplu olmanın yanı sıra sınıf mücadelesinin yükseleceği bir dünyaya ilk adımlarımızı atıyoruz.

   Çelişkilerin evrildiği, merkezin rolünü kaybettiği ve belki daha uzun süreler merkezin olmayacağı bir dünya...

   Ve emekçilere dayanmayan, onları karşısına alanların var olamayacağı bir dünya...

   "Birçok kuşağın düşü" bu sefer küresel ölçekte ve hiç olmadığı kadar gerçekleşmeye yakın. 

   (ONUR SİNAN GÜZELTAN - Aydınlık Gazetesi)


***


"Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur."

ALBERT SOREL




Merhaba!


24 Ocak 2021 Pazar

"TATLI" DİL

 


Karikatür: CARLOS LATUFF



   Bir delikanlıyı yaşını büyüttürerek idam ettiren darbeci Kenan Evren, Türk Tarih ve Dil kurumlarının özerkliğini kaldırıp sıradan devlet dairesine dönüştürmeyi kafasına koymuştu. 
   Bunu yasal yolla yapıyor görünmek için 1982'nin mayıs ayında üniversitelileri, eğitimcileri, bakanlık temsilcilerini, gazetecileri MEB Şûra Salonu'nda bir araya getirir.
   Burada sözü, katıldığı toplantı ortamını ayrıntısıyla anlatmayı boynunun borcu sayan TDK uzmanı, aynı zamanda Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı asistanı Tayyibe Uç'a bırakıyorum:
  "Salon TDK karşıtlarıyla doluydu. Biz savunucular azınlıktaydık. Hocam Doğan Aksan, Sözlük Kolu Başkanı Kemal Demiray, Terim Kolu Başkanı Emin Özdemir, Dil Devrimi'nin başarılı sonuçlarını örneklerle kanıtlamayı kararlaştırmıştık. 
  Ben, 'Dil Devrimi'nin geriye dönüştürülemezliğini terimlerle, ad ve soyadlarımızdan bile anlayabiliriz' diyerek başladım. 'Örneğin çağrışımın Osmanlıcası ne?' diye salona soru yönelttim. Birkaç dilci hoca, 'tedai' diyebildi, 'Peki, solungaçınki ne?' dediğimde, salondan ses çıkmadı. 'Çağrışım, solungaç, bilinçle türetilmiş terimler; Türk halkına çağrışım yapan sözcükler' dedim. 
   Soyadı örnekleriyle savımı desteklemeye çalışırken, 'Erdem, Örnek, Ülkü, Ünlü, Ulus, Yıldız, Güneş soyadı olmuştur; ama Osmanlıca eşanlamlıları fazilet, misal, mefkûre, meşhur, millet, sitare, şems ya da hurşit olmamıştır' gibi bir dizi kanıtla savımı örneklemeye çalışıyordum ki ön sıralarda, gazetecilerin çoğunlukta olduğu yerden yükselen bir ses, 'Kim bu velet?' dedi. Adım, soyadım, üniversitem söylendi.
   O an fişlendiğimi biliyorum. 6 Kasım 1982'de sözleşmem yenilenmedi.  



 
   Konuşmacı Emin Özdemir söz alıp, Türk Dil Kurumu'nun söz varlığımıza kazandırdıklarını anlatmaya kalkıştığında TDK karşıtı, yaşlı bir militan sözünü kesip, 'Ağzımızı bozdunuz, dilimizi bozdunuz!' dedi. Emin Bey'in cümlesini tamamlatmama kararlılığıyla Ahmet Kabaklı da hem sesini yükselterek hem de sıra kapaklarını vurarak 'Ağzımızı bozdunuz, dilimizi bozdunuz, dili -sal, -sel'ler götürdü!' diye bağırdı. 
   Emin Özdemir, 'Biz sizin ağzınıza...' dedi ve sustu! Salonda çıt çıkmıyordu. O kısacık zaman öyle uzadı ki... Hocam Doğan Aksan, alt dudağını ısırarak duygularını dışa vururken, Kemal Demiray, hem de Özdemir'in öğretmeni, diliyle dişi arasından 'Tüh!' diye fısıldadı.
   Salon kulak kesilmişti. Sözünü tamamladı Emin Özdemir: 'Biz sizin ağzınıza, Türkçenin balını çaldık!'
   Salon alkıştan çınlıyordu..." (ADNAN BİNYAZAR - Cumhuriyet Gazetesi)  


***


"En kolay öğrenilen dil, tatlı dil!"


AZİZ NESİN
(Karikatür: SEMİH POROY)





Merhaba!

17 Ocak 2021 Pazar

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ

 




   "Kitap sevgisi diye bir sevgi vardır sanırım. Ana sevgisi, kardeş sevgisi, yâr sevgisi gibi bir sevgi. Bu sevgi insanın içinde doğuştan mıdır? Yoksa sonradan mı uyanır? Bunu bilmiyorum. Daha doğrusu, ben şöyle inanıyorum: Kitap sevgisi de bütün öbür sevgiler gibi doğuştan vardır; ama uyuyordur. Onun, zamanı gelince uyandırılması gerekir." (MUSTAFA GÜZELGÖZ - "Eşekli Kütüphaneci")


***


   Eşekli Kütüphaneci'nin o gün söylediklerini hiç unutmadı. Navaronun Topları adlı kitabı geri verirken de;
   Ben bu kitabı okudum ama beğenmedim Mustafa Emmi, daha iyisi yok mu? diye sordu.
   Gidip eşeğin sırtındaki sandıktan başka bir kitap alıp Kamil'e uzattı kütüphaneci.
   Bak yiğenim dedi, bunu Fakir Baykurt diye bir öğretmen yazmış. O da bizim gibi köylü amma bir güzel yazmış ki, yeni basıldı. Sen bunu bir oku bakalım. Bana kalırsa bunu beğenirsin.
    Kamil, peki emmi deyip aldı kitabı. 
   Yılanların Öcü idi kitabın adı. Okudu ve gerçekten sevdi. Daha sonra, Eşekli Kütüphaneci yaz tatili boyunca her gelişinde Kamil için, Bizim Köy gibi, İnce Memet gibi köy edebiyatından kitaplar getirdi. Köyü, köylüyü anlatan bu kitaplarda kendi yaşamı ile ilgili benzerlikler buluyor, severek, duygulanarak okuyordu. Yaz boyunca, tarla, bahçe işleri yanında, kitap okumanın zevkine de varmış, on beş günde bir köylerine gelen Eşekli Kütüphaneci'nin yolunu gözler olmuş, Kütüphaneci'nin yaptığı aşı tutmuş, Kamil de bir kitap kurdu olup çıkmıştı.
   Yıllar sonra, dostları ile söyleşirken, Eşekli Kütüphaneci'yi ve aralarında geçen bu konuşmayı anlattıktan sonra, şu ilginç durumu da eklemişti:
   Sen şu işe bak, Mustafa Emmi bana Fakir Baykurt'un ilk yazdığı roman olan Yılanların Öcü'nü verirken, nerden bilecekti ki , yine aynı Fakir Baykurt son olarak yazdığı Eşekli Kütüphaneci adlı kitabında onun hayatını anlatacak! (HALİT ULTAV - Mumusun)


***


   Sıcak bir yaz günü, peribacaları diyarına Yunanistan'ın Larisa şehrinden Dimitrios Katsikas adında biri gelir. Bu genç adam, yıllar önce bu topraklardan göçe zorlanan büyükbaba ve büyükannelerinin izini sürmek, bir daha buraya dönemeyen akrabalarının yerine bu güzel yerleri gezmek istemiştir. Tesadüfler karşısına yörenin sevilen şahsiyetlerinden "Baba" lakaplı Aziz Güzelgöz'ü çıkarır. Aynı yaşlardaki bu iki genç kısa sürede kaynaşır. Dimitrios, Aziz'in evine konuk olunca, bu büyüleyici diyarda inanılmaz bir adamla tanışır. Aziz'in babası Mustafa Güzelgöz'dür bu kişi; namı diğer Eşekli Kütüphaneci.
   Ürgüp'teki kitaplığı yönetirken otuzdan fazla köyün halkına eşekle kitap taşıdığı için takılmıştır bu ad ona. Herkes, özellikle de kadınlar, kitap okusun diye yıllarca çırpınmıştır Mustafa Güzelgöz. 


FAKİR BAYKURT
(Eşekli Kütüphaneci kitabının arka sayfa yazısından)







Merhaba!
 

10 Ocak 2021 Pazar

EDEBİYAT DÜŞÜNDÜRMELİ



   Orhan Kemal, 'Arka Sokaklar' kitabı dolayısıyla yargılanırken yargıç, Neden hep konularını fakir fukaradan alıyorsun? diye sorduğunda, 

  "Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok" demiştir.


***


   Sait (Faik) ile Sabahattin (Ali) de böyledir benim için. İkisi de insana ve yazıya inanır. Çocuklara, yoksullara, düşkünlere, dışarlıklı olanlara, hayat kadınlarına-bu da ne sözdür ama, sokaktakilere, köylülere, alttakilere merhametle, şefkatle yaklaşırlar, sözcüklerinin gelişinden bellidir daha. Biri İstanbul'dan bakar, biri Anadolu'dan, ama aynı yerlere, aynı insanlara, aynı acılara, sevinçlere bakar ikisi de. (HAYDAR ERGÜLEN - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR - Cumhuriyet Kitap)


***


Resim: SEDAT GİRGİN


AYRAN

   (...) Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışta dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.

   Yaz, kış, her gün gitmeğe mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

   (...)

   Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti...

   Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu elinin çatlaklarla örülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığını gördü.

   (...)

   Küçük Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.

   Keskin bir düdük sesiyle irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu. 

  Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere kaldırarak:

   "Ayran, ayran, temiz ayran!" diye bağırmaya başladı.

   (...)

   Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:

   "Ayran, temiz ayran!..." demeğe devam ediyordu.

  Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak sayabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dörtgözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor ve o hep bağırıyordu:

   "Temiz ayran... Temiz!..."

   Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan'a düşüyordu.

   (...)

   Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.

   Onu asıl dehşete düşüren; kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak döndüğü zaman, bu iki sıska mahlûkun kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:

   "Ayran... Ayran!..." 

    (SABAHATTİN ALİ - Yeni Dünya)


***


   Edebiyat, estetik bir ifade etme sanatı değildir yalnızca; olay, his ve hayal dünyamızın bir harmanıdır. Kavrayışımı süsleyen ayrıntılardır zihnimde bu kurgunun doğuşunu sağlayan. Yazın dünyası ne yazıktır ki evrensel sorunlara değinmekten epey uzak artık. Haliyle mayalı sözlerin ticarete katık edildiği bir döneme tanıklık ediyoruz. 

   Popüler kültürün parçası olmaktansa doğru bildiklerimi, söylenmesi gerekenleri kaleme almayı seçiyorum daima ve beni buna zorlayansa içimdeki insandır, yayın programları değil asla.

   (...)

  Bir yazar söylenmesi gerekenleri dökmelidir kâğıda. Edebiyat bir aynadır ama son dönemde elime aldığım yeni nesil romanların çoğunda samimiyetsizlik var. Güllük gülistanlık ilişkiler, nostaljik motifler ve tertemiz aşklarla süslü romanlar. Başınızı kitaptan kaldırıp gerçeklerle yüzleşene dek kandırabiliyorsunuz kendinizi ancak... (AYHAN ÜN - Söyleşi: CAN GAZALCI - Cumhuriyet Kitap)


***



Dickens'ın Rüyası 
(Ressam: ROBERT WILLIAM BUSS)


   (Edebiyat) Eğlencelik bir sanat değildir, eğlencelik olmalıdır ama insanı düşünmeye, sorular sormaya yönlendirmelidir aynı zamanda. Ruhsallıkla ilgili, ülkesiyle, yaşadığı hayat ile ilgili sorular sormalıdır. Sunulan her şeye kuşkuyla bakmaya yönlendiren bir sanat olmalıdır. Bütün büyük yazarlar toplumların aynasıdır. C. Dickens, İngiliz işçi sınıfının sefaletini anlatmıştır. Asıl tarih resmi tarih değil, romandır, edebiyattır. (İNCİ ARAL - Cumhuriyet Gazetesi)



  
   (...) Gerçi bir yoksullar evinde doğmak, insanoğlunun başına gelebilecek en hayırlı, en özenilecek bir şeydir, diye tutturmaya niyetim yok. Ancak bu koşullarda Oliver Twist için bundan daha hayırlısı olamazdı demeye pekâlâ niyetim var. Doğrusu şu ki, soluk alma görevini üstlenmesi için Oliver Twist'i kandırmak adamakıllı güç olmuştu. Solunum... Zorlu bir iş! Ne yaparsınız ki çabasızca var olabilmemiz için gelenekler bunu zorunlu kılmış... Oliver, bir süre yün şiltede ağzı açık, soluma güçlüğü içinde yattı. Bu dünyayla öteki dünya arsında dengesiz bir salınım durumundaydı ve ağırlık belirgin olarak öteki dünyadan yanaydı. İmdi, bu kısa dönem içinde çevresi özenli ninelerle, kaygılı teyzelerle, yardımcı halalarla, deneyimli hastabakıcılarla ve son derece usta doktorlarla dolu olaydı, kuşku yok, Oliver'ın göz açıp kapayıncaya kadar öteki dünyayı boylaması önlenemezdi. Gelgelelim yavrunun başında, birayı çokça çektiğinden kafası biraz dumanlanmış yaşlı bir yoksul kadından ve bu işleri sözleşmeyle yapan belediye doktorundan başka kimse bulunmadığından Oliver ile doğa, sorunu kendi aralarında çözümlediler. Sonuçta Oliver azıcık çabadan sonra soluk alabildi, şöyle bir hapşırdı ve derken belediyenin omuzlarına yeni bir yükün daha yüklenmiş olduğunu yoksullar evindekilere duyurmaya koyuldu. Ses denen o pek yararlı araçtan üç dakikadan fazla yoksun kalan yeni doğmuş bir oğlan çocuğundan da ancak bu kadarcık bir bağırma beklenebilirdi!
  Oliver, ciğerlerinin kendiliğinden ve düzgünce işlemekte olduğunun bu ilk kanıtını vermeye başlayınca, demir karyolanın üzerine rastgele atılıvermiş olan yama işi yorgan hışırdadı; genç bir kadının soluk yüzü yastıktan halsizce kalktı ve cılız bir ses, yarım-yamalak, "Çocuğu göreyim de öleyim!" sözlerini fısıldadı.
   (...)
   Doktor yavruyu ananın kucağına verdi. Genç kadın o bembeyaz, buz gibi dudaklarını ateşli bir sevgiyle yavrunun alnına bastırdı; gözlerini vahşi, çılgın bir bakışla çevrede dolaştırdı; baştan ayağa ürperdi ve öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovdular ama kanı bir daha ısınmamak üzere soğumuştu. Umut ve avuntudan konuştular, oysa genç kadın çoktandır bunlardan uzaktı.
   En sonunda doktor, "Her şey bitti hanım teyze!.." dedi.
  Bakıcı kadın, çocuğu kaldırmak için eğildiği zaman yastığa düşmüş olan şişe tıpasını alarak, "Evet, öyle!" dedi. "Zavallıcık. Vah, zavallı tazecik!" Doktor eldivenlerini büyük bir özenle giyerek, "Çocuk ağlarsa beni çağırmana gerek yok teyze!" dedi. "Epey mızıklanacaktır sanırım. Böyle zamanlarda biraz yulaf lapası veriver." Şapkasını giydi, kapıya giderken karyola başında duralayarak, "Güzel de bir kızcağızmış," dedi. "Nereden gelmişti?"
   İhtiyar kadın, "Dün gece getirdiler," diye yanıtladı. "Kâhya göndermiş. Sokakta baygın bulmuşlar. Uzun yol yürümüş besbelli. Kunduraları paramparçaydı çünkü. Ama nereden gelip nereye gidiyordu... kimsecikler bilmiyor." 
   (...)

   (CHARLES DICKENS - Oliver Twist)    






Merhaba!

 

3 Ocak 2021 Pazar

UMUDUN ÇİÇEĞİ - BENİM GÜZEL YURDUM

 


Ayçiçeği

İş becermişlerin yüzündeki çiçek

Kurtuluş Savaşının kaşındaki çiçek

Asyada kabaran ekmek çiçeği

Beş bin yaşında bir komutan


Sen bu kadar yüreklisin

İnce çekingenlik çiçeği

Ha dediklerinde dağda olursun

Ha diyeceklerin ağzındaki çiçek

Umudun çiçeği

Türkiye kadar bir çiçek


ERGİN GÜNÇE


***



                                                                          CEYHUN ATUF KANSU


   Mustafa Kemal'in ölümünün hemen ardından, halkla devrim arasına bir karanlık sızar girer... 

Bugüne uzanan kara hikâyemizdir aslında bu.


   (...) Bir şeyler değişmiştir. Kaynağını halkta bulan Atatürk Devrimi ile halkın arasına, Atatürk'ten sonra eski düzenin artığı sınıflar hortlayıp, girer. Cumhuriyet Devrimi'nin halka tam olarak inemediğini, halkla arasındaki bağı kopmaz bir şekilde kurma fırsatı bulamadığını dosdoğru ortaya koyar Ceyhun Atuf Kansu:

   "Burada, Atatürk Devrimleriyle halkın arasına giren bir engelden söz etmenin sırası gelir: Bu engel, ortaçağa bağlı Osmanlı derebeyliğidir. Onun toplumsal, ekonomik gücü ve yapısıdır. Bu derebeyliğin dinsel, ekonomik, tarihsel kökleri vardır. Bir imparatorluk yapısıyla, düzeniyle, ülküsüyle beslenmiş, şekillendirmiştir bu derebeyliği. Atatürk Devrimi, bir imparatorluğu yıkmış, -siyasal bir devrim- ama bu imparatorluğun ana vatandaki toplumsal ve ekonomik tortusunu temizleyememiştir. Cumhuriyet'le halk arasındaki akım, derebeyliğin kapısında durmuştur. Türkiye'nin havası devrimle hareketlenmiş, ama ışık, halka ulaşamamıştır. Ve ne zaman ki Atatürk'ün elektriği, siyasal paratonerlerle havadan çekilir olmuş, o zaman, ortaçağa dayalı Osmanlı derebeyliği, bütün dinsel, ekonomik ve toplumsal güçleriyle yeniden ortaya çıkmış ve Atatürk'ün devrim güçlerinin yerine geçmiştir. Bu derebeyliğin üç ana özelliği vardır ki bunlar:

   1- Dinsel güçlere ve hayat anlayışına bağlı kapalı toplum yapısı

   2- Ağalığa bağlı bir toprak ve üretim düzeni, bu düzene bağlı ilkel bir tarım ekonomisi

   3- Ortaçağ Doğu uygarlığının değerlerine bağlı aşırı gelenekçi, kısır bir kültür hayatı.

   Bütün bu öğeler, uyanmış, kurtulmuş, kendini bulmuş bir Türk ulusu yaratmanın karşısındadırlar. 

   (...) Ortaçağ derebeylik düzeni, bütün özellikleriyle Atatürk çağında, ama devrim gücü egemen olduğu için, sinerek yaşamış, gelişmelerin, devrimlerin halka geçmesini önlemiş, devrimleri kasabada tutmuş, kaynağında halkçı olan Atatürk Devrimi'ne 'kasaba ağalığının' silik, ikiyüzlü, çıkarcı, ürkek ve yarı aydın damgasını vurmuştur. Sakarya toprağı kadar halk gerçeği, halk emeği, halk savaşı kokan devrim, kasabalarda ve ortaçağ derebeylik kaleleri olan küçük Anadolu kentlerinde kasaba orta sınıfının yorumuyla hızını ve rengini yitirmiş, devrimle halkın ve elbette ki büyük çoğunluk olan köylünün bağlantısı kesilmiştir."

  "Halkçılık", "Sınıfsız toplum ideali" gibi konuların, Mustafa Kemal'in ölümünden sonra neye evrildiğini en iyi gözlemlemiş olanlardan biridir Ceyhun Atuf Kansu. Dediği gibi, sınıfsız ulus yaratmanın temel koşulu, sınıf ayrıcalıklarını, bu ayrıcalıkların temsili yapıları ortadan kaldırmaktır (Egemen sınıflarla savaşmak). Cumhuriyet devrimi sınıfsız bir toplum istemiş, fakat bunun şartlarını yaratamamıştır. Yaratılamayınca "Halkçılık" ilkesi özünden uzaklaşmış, onun sınıfsızlık ilkesinin gölgesinde bir çıkarlar oligarşisi türemiştir. Şöyle der Ceyhun Atuf:

  "Halkçılık ilkesinin iki temeli vardır. Ulusal bağımsızlık, sınıfsızlık. Devrim tabana inerek, tabana dayanarak 'nimetlerde külfetlerde' bir eşitlik yaratmış olabilseydi, elbette, halkçılığın bu temeli 'sınıfsızlık' devrimci bir anlam yüklenecekti. Ama öyle olmamıştır. Ana kaynak, yani yoksulluğun kaynağı köylü gene yoksul olarak kalmıştır. 'Sınıfsızlık' ülküsünün türettiği bir 'yapma devrim orta sınıfı' bu yoksulluk temeli üzerinde yükselmiştir. Halkçılığın birinci temeli ulusal bağımsızlık da bu yüzden sarsılmıştır. Bakın nasıl? "Sınıfsız orta sınıf", ana halk kaynağından kopunca, çıkarlarını Batı anamalına bağlamıştır. Türkiye'nin, on on beş yıllık öyküsü bu yozlaşmış 'çıkar sınıfları'nın Batı anamalıyla giriştiği anlaşmaların, oyunların öyküsüdür. Türkiye, bu 'çıkar sınıfları' yoluyla Batı anamalına (kapitalizmine) bağımlanmıştır." (TAYLAN ÖZBAY - Atatürk ve Devrimin Yönü)


***


Ankara'da Samanlıkbağları Sağlık Ocağı'nda yoksul hastalara bakar BEHÇET AYSAN

Ve bir ağacın altına oturup şu dizeleri yazar:


On beş yıl sonra

o yalnız nar ağacının dibinde

oturup düşündüm bunları

saçlarımıza aklar düşüren zor günleri

kenar mahalleleri

bebek ölüm hızını

çocuk işçileri

biliyorum bir gün

bir başka nar ağacının dibinde

bir başka çocuklar

yine Türkiye'yi konuşacaklar.


Çünkü Cumhuriyet, gerici zihniyetin elinde yarım kalmaya mahkûm edilmiş, büyük bir devrim projesidir. 

(EREN AYSAN)




Merhaba!