31 Temmuz 2022 Pazar

ORHAN KEMAL




  Fakir, ezilmiş, zavallı, hor görülmüş halkımı ayak altına alacak romanlara milyon verseler benim için önemli değil. Halka, halkıma inanıyorum. Her türlü geriliği, zaman zaman hainliğine rağmen, suç onun değil. Yüzyıllar boyunca ona ne verilmiş ki ne isteniyor.

  Oy'unu, kurtlarına veriyorsa suç onun mu? "Akrep gibisin kardeşim" de denebilir. Doğrudur ama, onlar gene, her zaman, her şeye rağmen haklıdırlar. 

  Geç, güç, lakin akıllarını yavaş yavaş da olsa başlarına toplayacaklar ve bizzat kendilerinden başka onlara yâr olanın bulunamayacağını anlayacaklar bir gün.

   Ben buna inanıyorum.

  (ORHAN KEMAL - 5/6 Şubat 1970)


***


  Bir keresinde, okuldaki büyük sınıflardan bir abisi, Baba Evi'ni vermişti ona. Bak aslanım, bunu oku, gerçek emekçilerin neler yaşadığını ancak buradan öğrenebilirsin, demişti verirken. Kemal kitabı almış, eve geldiği zaman, hemen arka bahçeye geçerek ağacın altına oturup okumaya başlamıştı. Baba Evi. Baba Evi. O zamana kadar, kitaplarda anlatılmaya değer yaşamların yalnız büyük, deyim yerindeyse görkemli ve gösterişli yaşamlar olduğuna inanırdı. Krallar, kraliçeler, büyük kahramanlar ya da önemli askerler. Öbürlerinin, sayfaları işgal etmesi söz konusu bile olamazdı. Ama o küçük kitabı okumaya başladığı zaman. Öyle büyülenmişti ki o çocuk, başka bir şey olmuştu. Sanki biri uzaktan ona bakarak. Onu dürbünle gözleyerek. Evde, mahallede, babasıyla, annesiyle yaşadıklarını kayda geçirmiş. Sonra bunlar ciddiye alınıp matbaalarda basılabilmişti. O gün, ağacın yapraklarından damlayan karıncalara. Sırtını ezen kalın gövdeye. Açlığa, yorgunluğa, sonra sonra kitabının yapraklarını lekelemeye başlayan ince yağmura aldırmadan. Okumuş. Okumuş. Sonunda tam anlamıyla büyülenerek kalkıp neredeyse gözyaşları içinde Baba Evi'ni kendi yaptığı kitaplığın üst rafına koymuştu. 

(FARUK DUMAN / Sus Barbatus! 3 - Yapı Kredi Yayınları)


***



   Karikatür: TURHAN SELÇUK






Merhaba!

24 Temmuz 2022 Pazar

NAKIP ALİ'NİN SİNEMASI

 

  (...) Kütüphaneye doğru yürürken Nakıp Ali'nin sinemasını duymuş muyum diye sordu, göz hizasına gelen rafların birinden Alleben Anıları adında bir kitap çıkarıp elime tutuşturdu, yazarı Ülkü Tamer. Şehri ikiye bölen Alleben, Fırat Nehri'nin koluymuş, eskiden gürül gürül akarmış, şimdi ise cılız bir dere. Şehrin sadece coğrafyasını değil kültürünü de biçimlendirmiş Alleben. Ya Nakıp Ali? Onsuz Antep başka bir yer olurmuş. Antep'in efsanevi sinemacısına göre insan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görürmüş... (ZEYNEP GÖĞÜŞ / Yok Çünkü Telafisi - Everest Yayınları)



  "İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbul'a göndermişti beni. Yaz tatillerinde, yarıyıl tatillerinde gidiyordum Antep'e. 1949 Ocak'ında yarıyıl tatili için Antep'teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul'a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali'nin sinemasına.

  'İki film birden' izledik. Sinemadan çıkarken, Nakıp Ali (Ali Nakıpoğlu) beni gördü. 'Nasıl, beğendin mi filmleri?' diye sordu. 

  'Beğendim ama gelecek program çok güzel. Onu kaçıracağım' dedim. 

  'Niye?' dedi Nakıp Ali. 'Önümüzdeki hafta oynatacağız.'

  'Ben yarın akşam İstanbul'a gidiyorum' dedim. 

  'Talihine küs' dedi Nakıp Ali.

  Ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım. Bir adam. 'Nakıp Ali seni istiyor' dedi. Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. 'Gel, otur' dedi Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi on iki yaşındaki o çocuk için, benim için oynattı." (ÜLKÜ TAMER - Alleben Anıları)



Açılmamış bir kitaptan geliyorum

Yalın bir şiirin güzelliğinden

Güzellikten geliyorum, güzelliklerden


ÜLKÜ TAMER







Merhaba!

17 Temmuz 2022 Pazar

SEVİNÇ ve KEDER

 

  "Elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir.

 Güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. 

İzafiyet budur."

ALBERT EİNSTEİN


***


  (...) Leonis masaya doğru yürüdü. Veli'yi kibarca karşısındaki sandalyeye buyur ettikten sonra yerine geçti. Az önce okumakta olduğu deri ciltli kitabı önüne çekerek, işaretlemiş olduğu sayfayı açtı. Parmağını altı çizili satırda gezdirirken, Latin harfli cümleyi tercüme etti:

  "Bu dünyada zevk mi daha baskındır, yoksa acı mı?" Başını kaldırıp bakışlarını Veli'ye dikti. "Sence?"

 Veli bu ani soru karşısında bir süre düşündü. Derken yüzünde doğru cevabı hatırlayan öğrencilere özgü bir ferahlama ifadesi belirdi. "İkisi de birdir," diye yanıtladı. 

  Leonis tek kaşını kaldırdı. Kitabın kapağına işlenmiş yaldızlı ismi göstererek: "Schopenhauer'in şöyle bir sorusu daha var," dedi. "Kendinizi avını parçalayıp yiyen bir hayvanın yerine koyun..." Burnundan derin bir nefes alarak devam etti. "Sonra da parçalanıp canlı canlı yenen kurbanının yerine... İlkinin aldığı haz mı daha büyüktür, yoksa ikincinin çektiği acı mı?"

  "İkincinin çektiği acı," diye cevapladı Veli, tereddütsüz.

  Leonis başıyla onaylayarak devam etti. "Bizler bedenimizin sağlıklı işleyen organlarını, uzuvlarını, kaslarını değil; ağrıyan dişimizi, boğazımızı, hatta ayakkabımızın vurduğu küçücük bir noktayı hissederiz. Aynı şekilde gündelik hayatta başımıza ufacık bir can sıkıcı mesele gelmeyegörsün; sahip olduğumuz maddi manevi bütün zenginlikleri yok sayarak kafamızı o ayrıntıya takar, gece uykumuzun kaçmasına mâni olamayız."

  Veli hak vererek gülümsedi. "Neden böyleyiz peki?"

  "Çünkü kötülük etken, iyilik ise edilgendir. Yani iyilik dediğimiz şeyi tek başına hissedemeyiz. İyilik, kötülüğün olmadığı haldir. Eskiden mutlu olduğumuzu, mutsuz birine dönüştüğümüzde fark ederiz. O yüzden mesela sen babanın, ben de annemin sağ olduğu yılları hayatlarımızın en güzel dönemleri olarak anıyoruz. Halbuki onlar hayattayken biri fikrimizi sorsa böyle demeyecektik. Diğer çocuklar gibi biz de çocukluğun yoksunluklarından, zayıflıklarından şikâyet edecek, bir an önce büyüyüp yetişkin olmak istediğimizi söyleyecektik."

 Veli usul usul başını sallayarak: "Haklısın," dedi. 

 Leonis devam etti: "Zaman algımız da aynı prensibe göre işliyor. Eğlendiğimizde zaman nasıl da hızlı akar, hatta onu unuturuz değil mi? Oysa sıkıldığımızda, acı çektiğimizde saniyeler geçmek bilmez. Zamanın farkına ancak o ağırlaştığında varırız."

  Veli kollarını göğsünde kavuşturdu. Leonis'in tek kaşı yine havadaydı.

  "Peki, bu dünyada zevk mi daha baskındır yoksa acı mı, diye sorduğumda neden 'ikisi de birdir' dedin?"

  Veli derin bir nefes aldı. Bir süre sessiz kalıp, söyleyeceklerini tarttı. Sonra sakince açıklamaya girişti.

  "Sevinç, kederin yok olmasıdır..."

  (TOLGA GÜMÜŞAY / Veli - Altın Kitaplar Yayınevi)



***



   "Sen demez misin kederle sevinç iç içedir diye" dedi Naciye.

  "Öyle, iç içedir ve keder sevincin uzun süre ortalıkta dolaşmasına izin vermez, kendisinden uzun süre uzak kalmasına dayanamaz. Çıkar birden, berbat eder güneşli havayı..." dedi Naci, "Seninki de öyle bir şey mi?"

  (MUZAFFER BUYRUKÇU / Dar Sokaklardaki Duman - Kırmızı Kedi Yayınevi)







Merhaba!

12 Temmuz 2022 Salı

SULAR ÇEKİLİRKEN

 





  Faşizm güncel bir şeydir ve kapitalizmle aynı soydan gelir. Bir yandan yağmalar, diğer yandan ortak eder günahına. Bitmek tükenmek bilmeyen kârlar, komisyonlar ve yüzdelerdir. Yüksek verimliliktir, akıl almaz hesaplardır. Dili bir tuhaftır, zor anlarsınız; bankaların, borsaların ve insan kaynaklarının dilidir. Gevezedir, hastalıklı ekranlardan akıllarınıza hücum eder durmadan.
  Parmağını sallamaktır her seferinde. Çocuklara, kadınlara ve yaşlılara düşman olmaktır. Maden ocağının önünde yan yana yatan genç bedenlere yetmeyen tabutlardır. Kavun deposuna doldurulan cesetlerdir. Nefes alacak hava, bakacak gökyüzü, içecek temiz su bırakmamaktır faşizm. 

  (ERCAN KESAL - BirGün Gazetesi)



***


  (...) İnsanoğlu milyonlarca yıldır aynı suyu kullanıyor, dinozorların içtiği suyu bugün biz içiyoruz. Kullandığımız su tarih çağlarından bu yana doğada dönüp dolaşıp önümüze geliyor. Ancak biz bu doğal döngüyü bozmak üzereyiz.
  Su, yerkürede her zaman tasarruflu kullanılması gereken, fabrikalarda üretilemeyen, en temel doğal kaynaktır.
  Su, teknolojinin hızla ilerlemesine rağmen yerine başka bir maddenin konulamadığı, canlıların, yaşamın olmazsa olmazıdır.
  Su, tek üretim yeri doğa olan, yeryüzündeki en yaygın ve en hayati maddelerden biridir...
  Petrolün alternatifinin bulunduğu günümüzde suyun alternatifi yoktur.
  Ve... Son bir şey, yer altı suları çekildikçe bir bir derelerimize, nehirlerimize, göllerimize veda edeceğiz.

(M. OSMAN AKBAŞAK / Sular Çekilirken - Duvar Yayınları)


***


  "Evrende iki sonsuz yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da insan da yok olacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmak amacındayız. Yeryüzünde en büyük çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleri insanları kişiliklerinden sıyırmak olmuştur."

   (YAŞAR KEMAL / Abdi İpekçi'ye verdiği röportajdan - 1971)







Merhaba!

3 Temmuz 2022 Pazar

UMUT NEREDE?


Umutsuzluğa kapılmaktan korkup kaçma. Üstüne yürü, geç onu. Karanlığı aşınca umudun ışığını göreceksin.

(ANDRE GIDE)


***


  (...) Sanılır ki mutluluklar, gülümsemeler, sevinçler, heyecanlar... Hayatta ne varsa yüz güldüren, varlığa / varsıllığa bağlıdır. Böyle düşünenlere bombaların susmadığı bir kentte ya da bir deprem sonrası yıkıntılar arasında koşup oynayan çocuklar verir asıl yanıtı hem de kırıp dökmeden hem de yüzlere bile vurmadan.

 Çöplerden toparladıklarını ekmeğe dönüştürme telaşındaki insanın sevinci, hayatı katlanılır kılma inadı sokak lambalarından daha çok aydınlatır umutların köşebaşlarında yittiğini sandığımız sokakları... (Y. BEKİR YURDAKUL)


***


Evet, insana yaraşan da bu. Umuttan umut kesmemek...

(FERİDUN ANDAÇ)



***



 Suat Hayri Ürgüplü'nün babası Mustafa Hayri Ürgüplü, savcı yardımcılığı, Şûrayıdevlet Danıştay) Başkanlığı, Niğde Milletvekilliği, şeyhülislamlık ve bakanlık yapmış bir Osmanlı aydını olmasına karşın Bekir Ağa Bölüğü'nde Fethi Okyar gibi özgürlük yanlılarıyla tutuklu kalır, sonrasında Malta'ya sürülür. Maaşı ödenmez ve ailenin ekonomik durumu bozulur. Okulun taksitleri birikir.
  Milli Mücadele dönemidir. Öğrenci Suat Hayri, bir gün Galatasaray Lisesi'nin bahçesinde arkadaşlarıyla dolaşırken müdür yardımcısı "318 Suat Efendi" diye onu çağırır. Bekleme odasında babasının bir arkadaşının beklediğini söyler. Gider, babasının arkadaşı ona çeşitli sorular sorarak, gerçekten oğlu olup olmadığını anlar ve cebinden çıkardığı bir torbayı onun cebine sokar: "Mustafa Kemal'in gönderdiği bu paralarla biriken taksitlerinizi ödeyin" der. Torbadaki altınları nerede nasıl bozduracağını anlatır.
  Suat Hayri Ürgüplü, aradan yıllar geçtikten sonra kendisine bu altınları getireni TBMM albümündeki fotoğraflardan tanır. Bu, Mustafa Kemal'in yakınında olan Karesi (Balıkesir) Milletvekili olan Vehbi Hoca'dır.
  Mustafa Kemal'in Milli Mücadele yıllarında bile mücadeleyi destekleyenlerin aile sorunlarını çözen bu büyük ilgisi ve duyarlılığı nasıl unutulur? Öte yandan Mustafa Kemal'in böyle bir desteğini kazanmaksa, büyük bir onurdur!
  Suat Hayri Ürgüplü de Galatasaray Lisesi'ni, hukuk fakültesini bitirir. Öğrencilik, çalışma ve siyaset yaşamında hep çalışkan güvenilir biri olur. Çevirmen, yargıç, büyükelçi, bakan ve başbakan kimliğiyle kendi damgasını vurur. Mustafa Kemal'in okuttuğu bir başbakandır! (HİKMET ALTINKAYNAK - Cumhuriyet Gazetesi)  


*** 


  Muazzez Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne öğrenci alınacağı ilanını görmemişti. Babası duymuştu, haber verdi. Muazzez bu sırada 21 yaşında, yeni mezun bir öğretmen olarak Eskişehir'de bir ilkokulda öğretmenliğe başlamıştı. Küçük aylığı ile eve yardım ediyordu. Gidip fakülteye kaydolursa eve yardım edemeyecek, üstelik babasına yük olacaktı. Bir süre bocaladı. Arkadaşı Hatice de "gidelim" diye zorluyordu. Babası "Bu Atatürk'ün kurduğu yeni bir okul, git kızım" deyince razı oldu. Eşyasını küçük bir denk yapıp Hatice ile Ankara'ya geldi. Dengini istasyona bıraktı. Kayıt için geç kalmış olmaktan korkuyorlardı. Okul Ocakta açılmıştı. Şimdi Şubatın 15'iydi.
   Milletvekili seçilmiş olan Fakihe Öymen Öğretmen Okulunda öğretmenleriydi. Telaş içinde Fakihe Öymen'i buldular. Fakihe Hanım okula telefon etti, fakülte öğrenci almaya devam ediyordu. 


















  "Gidin kaydınızı yaptırın!"
  Fakülteye koştular. Görevli, "Hangi şubeyi istiyorsunuz?" diye sordu. Muazzez "Fransızca" dedi. Aklına başka bir yer gelmemişti. 
  "Orası dolu. Ben size hocası yeni gelen bir bölüm tavsiye edeyim."
  "Buyrun."
  "Hititoloji. Yanında Sümeroloji ile Arkeoloji derslerini de alacaksınız. Tamam mı?"
  Bu sözcükleri ilk kez duyuyor, ne olduğunu hiç bilmiyorlardı. Ama ikisi birden atılıp "Tamam" dediler. Amaç yükseköğrenim yapmaktı. Kaydoldular. Yüzleri güldü. Duruşlarına bir çalım geldi. Artık bir fakülte öğrencisiydiler. 
  Samanpazarı'nda çok odalı bir evin alt katında çıplak bir oda buldular. Camı gazete kâğıdı ile kapatıp yataklarını serdiler. Mevsim kış, aylardan Şubat. Sobayok, ocak yok, su yok, elektrik yok, eşya yok, üzerinde çalışılacak eski bir masa bile yok. Yakın bir aşçı dükkânından tek kişilik yemek alıp paylaşacaklardı. Tutumlu yaşamak zorundaydılar. Donmamak için yatağın içinde çalışacaklardı.
 Hocaları Alman Landsberger'di, yardımcısı Güterbock. Hoca dersi Almanca anlatıyordu. Çevirmen Türkçeye çeviriyor, öğrenciler not tutuyorlardı. Hepsi üç-beş öğrenci. Kaytarmak imkânı yoktu. Hoca bir gün önce anlattığını ertesi gün istiyor. Sıkı çalışmak şart. Ama geçim için para da gerek. Muazzez bir yandan da iş aramaya başladı.
  Sabahları fakülteye ısınmak için koşa koşa gidiyorlardı. Fakülte hamam gibi sıcaktı. Küçük bir çay ocağı vardı. Çayla içleri de ısınıyordu. Hiçbir sorunu büyütmeden, üşüyünce ağlamadan, aç kalınca sızlanmadan, ışık yok diye hayata küsmeden, masasız çalışılır mı diye isyan etmeden okumaya kararlıydılar. Yatılı olma hakkını kazanınca rahatlayacaklardı. Devlet yatılı öğrencilere çok iyi bakıyordu.* 
  Muazzez ünlü bir Sümerolog olacak, Türkiye onu Muazzez İlmiye Çığ olarak tanıyacaktı. (TURGUT ÖZAKMAN - Cumhuriyet Türk Mucizesi / Bilgi Yayınevi) 

  *Muazzez İlmiye Çığ yatılı olmayı şöyle anlatıyor: "O fena odadan sonra bize yatakhane cennet gibi göründü. İki tane yatak, kar gibi kolalı çarşaflar, emrimize ait iki beyaz dolap. Eğer cennet varsa, o işte burasıydı... Yatılı olduktan sonra çalışmama gerek kalmadı. Öyle bir yatılıyız ki bir elimiz yağda bir elimiz balda. Hep turfanda yemek yerdik. Günde altı tür yemek. Giyimimizi veriyorlar. Harika bir öğrencilik geçirdik." (M. İlmiye Çığ Kitabı, Çivi Çiviyi Söker, Söyleşi: SERHAT ÖZTÜRK)  


***



ZEYNEP ORAL & MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ


  Yaş gününü kutlamak için aramıştım. Telefonu "Canım benim sana uzun ömürler diliyorum" diye açtı. Sesi cıvıl cıvıldı. Benimkinden çok daha genç ve dinamikti. En son 2019 yılının kasım ayında buluşmuştuk. Mersin'de Kongre ve Sergi Sarayı'nda sahneyi iki ulu çınarla; biri 106, biri 91 yaşındaki iki ulu çınarla Muazzez İlmiye Çığ ve ressam, hattat Etem Çalışkan'la paylaşmıştım. Harf devrimini, Cumhuriyet devrimlerini, Atatürk sevdasını konuşmuştuk. Muazzez Hanım konuşurken sık sık ellerimi yakalıyordu. Ve hiç unutmuyorum ellerim kuş oluyor, su oluyor, ateş oluyor, bir elim Sümer ve Hitit'e; bir elim Atatürk'ün harf devrimine uzanıyordu... (ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)





Umut nerede?