30 Ağustos 2015 Pazar

ÇOCUKLAR - 2






AMEDEO CLEMENTE MODİGLİANİ


   İtalyan ressam, heykeltıraş Amedeo Clemente Modigliani, çağımıza öncülük etmiş bir isim. Çağı yönlendirecek dehasına rağmen parasızlık içinde geçen ömrünü otuzbeş yaşında tamamlayacaktı. Satılamayan resimler, sergilerine getirilen engellemeler sonucu harap edilmiş bir vücut bir gün Paris'in ayazında, sokak ortasına yığılmasıyla nihayete erecekti. Tüberküloz denilen 'ince hastalık' onu 1920'de aramızdan alacaktı. Sanatçının son nefesini vermesinden yarım saat sonra hayattayken satılamayan tablolarının hepsi sefil bir oda kirası bedeline satılacaktı.
   Modigliani yaşarken bir sanat simsarı onu kuyruk gibi takip ediyordu. Sanatçı parasızlaştıkça, simsar avına daha da yaklaşıyordu. 1917'de 32 tablodan oluşan ilk ve son kişisel sergisine de gelen simsar, bir çorba parasına bile tek resim almıyordu. Modigliani, 24 Ocak 1920'de hastalığının en ağır noktasına geldiğinde Paris sokaklarında evine üç beş kuruş bulmak için yürürken kan kusuyordu. O anda bile sanat simsarı köşebaşlarına gizlenerek onu takip ediyordu. Modigliani, boğulurcasına öksürerek yere yığılıp, son nefesini verdiğinde, simsar vakit yitirmeden ressamın evine koşar. İkinci çocuğuna hamile olan karısı Jeanne'nin Modigliani'nin öldüğünden haberi yoktur. Simsar, karısından Modigliani'nin bütün yapıtlarını satın alır. Jeanne, evin kirasını ve de çocuklarının nafakasını çıkardığı için sevinçle Modigliani'yi beklerken, simsarın gidişinden beş dakika sonra acı haberi alır. Modigliani'nin toprağa verilişinden iki gün sonra da karısı Jeanne kendisini pencereden atarak intihar eder. Sanat simsarının üç beş kuruşa aldığı Modigliani tabloları bir süre sonra servet edecekti. Ama onların asıl servet değeri, paradan çok dünyayı değiştirme gücündeydi. Bugün insanlık o resimlerle çağdaşlaştı ve bu yüzden o yapıtlar da insanlığın malı oldu. (APTÜLİKA-Aydınlık Gazetesi)




AHMED ARİF



Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü.

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü.






   Afrika'da çalışan bir antropolog kabilenin çocuklarına oyun oynamayı önerir. Çocuklar yarışacaklar, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır. Onlara, "1, 2, 3  başla " komutunu verir. O an bütün çocuklar elele tutuşur, ağacın altına beraberce koşup, meyveleri beraberce yemeye başlarlar.
   Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler;
   "Biz 'Ubuntu' yaptık. Yarışsaydık, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa ubuntu yaparak hepimiz yedik."
   Ubuntunun anlamını açıklarlar onların dilinde:

  Ubuntu: "Ben 'Biz' olduğumuz zaman 'Ben'im."






Merhaba!

23 Ağustos 2015 Pazar

ŞİİRE DAİR




Omuzlarında hayat ve şiir
Alınterinden bir yürüyüş

Sen tek başına değilsin..

ABDÜLKADİR BULUT




Şiirlerim hiçbir zaman
böyle dolmadı ağzına kadar
seninle ey sevgili yurdum
ve hiç bu kadar çırpınmadı
seni tutuşturan yaralar için
can havliyle



   1966 yılının 10 Kasım'ında düzenlenen Atatürk'ü anma etkinliğinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hakkında dava açılan Abdülkadir Bulut, Cemal Süreya tarafından "Kasabalı Lorca" olarak tanımlanmıştı.
   12 Eylül'den sonra da davalardan yakasını kurtaramayan şair, 8 Ağustos 1985'te Silifke'deki duruşmaya gitmek için Anamur'dan minibüse bindi. Minibüsün bozuk kapısı bir virajda aniden açılıverdi ve Abdülkadir Bulut yola savrularak hayatını kaybetti.








   "Şiir sever misiniz?.. Ben severim. Şiirin 'göklerde yükselen nazenin bir balon' olması bir yana, inanın, hayatı yontan, insanın beş duyusunu birden ayaklandıran bir özelliği vardır. Şairler bunu bilirler ve hınzırca, bizim onca duygumuza toptan seslenirler."

TARIK DURSUN K.






Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy'de geçen zamanımın
Rüyama girer üçü bir arada
İstanbul, bahar ve Türkânım
Bir odamız vardı etrafı sarmaşık
Bostanlara bakan penceremiz
O güller kadar taze
Ben ona deli gibi aşık

OKTAY RİFAT




   Oktay Rifat askerliğini yaparken Zonguldak'ta valinin kızı Türkân'a aşık olmuş ve sonra onunla evlenmişti. Türkân o dönemde "ince hastalık" denilen vereme yakalanmıştı. Sonra da veremden yaşamını yitirmişti. Zonguldak'ta, Türkân  için çok görkemli bir cenaze töreni yapılmıştı. Aynı günlerde Zonguldak'ta yaşayan ve verem olan şairler Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur bu olay üzerine "Vali bile kızını veremden kurtaramadığına göre biz nasıl kurtulacağız" diye umutsuzluğa düşmüşlerdi. (EROL ERTUĞRUL-Aydınlık Gazetesi) 






Ölüm içimde
Ölüm dışımda
Ölüm talihsiz aşımda
Ölüm kuru başımda
Teselli benim gözyaşımda




RÜŞTÜ ONUR


"Rüştü Onur şiirleriyle hayatını, daha doğrusu ölümünü bir arada götürmüş."

(CEMAL SÜREYA)




Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan...





Güzel olan yaşadığımızdır
Bir gün öleceğimiz değil

MUZAFFER TAYYİP USLU








Merhaba!






16 Ağustos 2015 Pazar

AŞKA DAİR-3




   O kadar güzelsin ki sevgilim
Dağ olsan kahrın çekilir

RUŞEN HAKKI




"Peki, aşka zaman sorulur mu?"
"Ona zaman, mekan ve şart koşarsan o aşk olmaktan çıkar."
"Evet, bence de aşk seni nereye sürüklüyorsa peşinden gitmeli. Doğallık bozulursa geriye kalan aşk değildir."

KENAN KARABAĞ
(Kura Çözüldü)






Nazım sevgilisine gönderdiği çiçeklerin içerisine şöyle bir not koyuyor:
"Bu çiçekler seni benden önce görecekleri için onları kıskanıyorum."
Sonra da:
"Sana tutup neler söylüyorum, düpedüz seni seviyorum demek varken."
diyor.



Yeşil eriğim benim.
Ben içine hapsolmuş çekirdeğinim senin,
Hapiste günler ağır geçer diyorlar olsun!
Olsun be ben vazgeçtim hürriyetimden.
Yeter ki yetim bir çocuk gibi  bırakma yüreğimi gülüm.
Zira sensiz bu can bir yüktür yüreğime.

NAZIM HİKMET










Merhaba!

9 Ağustos 2015 Pazar

FİKRET OTYAM-KOCA ÇINAR


Yüce dağda pınar olsan
Akarak yanıma gelsen
Issız çölde susuz ölsem
İçmem yarim bundan sonra

Kuş tüyünden döşek olsan
Kutnu kumaş yorgan olsan
Zemheride donup ölsem
Yatmam yarim bundan sonra






   Yaşamının her anını Anadolu'nun güzellikleri ile bezeyen koca çınarı yoğun bakımdaki derin uykusunda gülümseten yine bir Anadolu türküsü oldu. Büyük ustamız, eşi, sanatçı Filiz Otyam'ın kulağına tuttuğu - kendisinin Karacaoğlan'dan derlediği - " Yüce Dağda Pınar Olsan " adlı barağı duyar duymaz gözlerini açarak türküleri ve sevenlerini selamladı. Hemşirelerin " Müziği duydunuz mu? " sorusunu gülümseyerek yanıtladı.
   (26 Ocak 2015 tarihinde mide kanaması teşhisiyle kaldırıldığı hastanede kalbi duran ve yapılan müdahale ile hayata geri dönen Fikret Otyam hakkındaki gazete haberlerinden)



FİKRET OTYAM
(d.19 Aralık 1926 Aksaray- ö. 9 Ağustos 2015 Antalya)

(1945 yılında İstanbul'a gelerek Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun öğrencisi oldu. Daha önce  iki yıl İbrahim Çallı'dan ders aldı.)






   Hocaların hocası Çallı'nın atölyesine adım attığımda çırılçıplak bir kadın karşımda duruyordu. Ağabeyler,
ablalar gülerek 'gel, gel' dediler. Çallı'yla dede torun gibiydik. Acımdır, her şeye karşın aklım fikrim, Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndaydı. Atölyesine gelme isteğime yanıtı: "O da benim hocam, öğrencisini nasıl alırım" oldu. Ağlamaklı vaziyette izin istemek için yanına yaklaşınca, anlaşılan duymuş. Çallı, "siktir git" dedi. Bedri Hoca'ya koştum, dediğini anlattım. "Tamam" dedi, "İzin vermiş."








Işıklar içinde yat KOCA ÇINAR!
  

HAYALET VE KARANLIK




Aydın kavramı sınıfsal bir kavramdır.
Ezen sınıfın aydını olduğu gibi, ezilen sınıfların aydını da vardır.




   TUNCA ARSLAN (Aydınlık Gazetesi):

   Yıl 1896... Doğu Afrika ülkelerinden Kenya'nın Tsavo bölgesindeyiz... İngilizler, Kenya'yı komşu Uganda'ya bağlayacak dev bir demiryolu inşaatına girişmişler ama Tsavo Irmağı üzerindeki demiryolu köprüsü projesini durdurmak zorunda kalmışlardır. Önlerine çıkan engelse oldukça ilginçtir. Şantiyeye sessizce sokularak son dokuz ay boyunca 35 işçi ve mühendisi parçalayıp öldüren iki aslan, beyaz adamın daha fazla ilerlemesini istememektedir. Yerlilerce efsaneleştirilip "Hayalet" ve Karanlık" olarak anılmaya başlayan aslanlar, ortalığı kan gölüne çevirmekte, korku ve dehşet salmaktadır. İngiliz Albay John Paterson ve mühendis Charles Remington, silahları kuşanıp Hayalet ve Karanlık'ın peşine düşerler. Aniden ortaya çıkan bu engeli, daha doğrusu demiryoluna, yani uygarlığa yönelen büyük tehdidi yok etmek zorundadırlar.
   Stephen Hopkins'in 1996'da çektiği, Başrollerinde Michael Douglas ve Val Kilmer'ın yer aldığı  "Hayalet ve Karanlık" (The Ghost and the Darkness) adlı film bir Hollywood yapımı olarak serüvene elbette ki öncelikle aslanların ya da Afrika'nın değil, beyaz adamların ve "uygarlığın" gözünden bakmaktadır ama hayli etkileyici simgesel bir boyutu da vardır. Bu boyut, adları yerlilerce konulan ve şeytani güçlere sahip olduklarına inanılan iki aslanın, özgürlüğüne düşkün, ruhunu korumak isteyen Afrika kıtasını temsilen film boyunca kükremeleriyle belirginleşir. Hayalet ve Karanlık, insanları köleleştirilmiş, sindirilmiş, beyazlarla işbirliğine zorlanmış kara kıtanın son koruyucusu olarak çizilirler alttan alta. Avcılar tarafından aranırlar ama bulunamazlar; bulunsalar bile yok edilemezler. Kendi topraklarında zarar verilememektedir onlara. Her ikisini de öldürmek ancak beyaz uygarlığın egemenlik alanı şantiyede mümkün olabilir. Beyaz avcılardan kaçarken değil, onlara saldırırken öldürülecektir aslanlar. Görebilen gözler için korkunun, gururun, Afrika'nın ve bu talihsiz coğrafyanın gerçek sahiplerinin filmidir "Hayalet ve Karanlık" ve gerçekten yaşanmış olaylardan esinlenilmiştir.
   Hayalet ve Karanlık'ın, içleri doldurulmuş halde Chicago Field Museum'da sergilenmekte olduklarını da üzülerek belirteyim. 
   Stephen Hopkins'in filmini, aklıma son günlerde medyada yer alan bir haber nedeniyle geldiğini tahmin etmişsinizdir. "Afrika'nın sembol aslanını öldüren ABD' li diş hekimi çıktı" başlığıyla verilen haber şöyle:
   "Hwange Ulusal Parkı'nda yaşayan ve Zimbabve'nin ulusal simgesi haline gelen 13 yaşındaki Cecil, 1 Temmuz'da öldürüldükten sonra başı kesilmiş ve derisi yüzülmüştü. Kaçak avcıların Cecil'in dikkatini çekerek, park sınırlarından çıkmasını sağladığı, bu sayede 'yasal' olarak aslanı öldürmeyi amaçladıkları ortaya çıktı. Minnesotalı diş hekimi Walter James Palmer'ın aslanın öldürülmesi için kendisine yardım eden kişilere 50 bin dolar ödediği öğrenildi..."






   İsrail'de son gerçekleşen seçimlerin ardından da İsrail politikalarında bir değişim olmayacağı görülmüştü. Yahudi yerleşimcilerin Nablus kentinin güneydoğusundaki Duma beldesinde Filistinlilere ait bir evi ateşe vermesi sonucu çıkan yangında Ali Devabişe isimli bir bebek hayatını kaybetmiş, anne, baba ve 4 yaşındaki diğer oğulları ağır yaralanmıştı. Saldırıya tepki gösteren Filistinlilerin eylemlerine sert müdahaleler yapılırken, İsrail ordusu Filistinlileri " sakinleştirmek" için Batı Şeria'ya destek kuvvetler yolladı.
   İngiliz eski milletvekili George Galloway, Batı basınının Zimbabve'de bir Amerikalı tarafından öldürülen aslan Cecil'e büyük önem verirken, Filistinli bebeği önemsememesine tepki gösterdi. Daha önce özellikle Batı basınında sayfalar dolusu çıkan bir habere gönderme yapan Galloway, twitter sayfasında, "Zimbabve'de aslan Cecil'in Amerikalı bir diş hekimi tarafından öldürülmesi büyük olay olmuştu. Dünya basını Ali bebek için sessiz kalırken. aslan Cecil için feryat etti. Çünkü Filistinli bir bebeğin kanının ucuz olduğunu düşünüyorlar" cümlelerini yayınladı.







   FARUK SARAÇ-(Aydınlık Gazetesi):

   Yaşamın yükü paslı bir silindir gibi geçmiş üzerinden...Şişkinlikler nedeniyle yüzünün şekli bozulmuş...Bir gözü kör, diğeri ise ihtimaldir ki iyi görmüyor.
   Yoksulluk üzerindeki gömlekten lime lime dökülüyor...Şalvarının dizlerindeki yamalar sosyal devletin çöktüğünü de çok net tarif ediyor...Çünkü çorapsız ayaklarını yırtık ayakkabılarının içine gizlemiş bir adam, şehidine ağlıyor...
   Ve nasırdan şekil değiştirmiş öpülesi elleri adeta "imdat" istercesine titriyor, sessizce isyan ediyor, sanki kimsesizliğine rest çekiyor...
   Bu yaşlı adam; annesi ölmüş, babası kayıp şehit asker Barış Akkabak'ı  aylık "290 lira" engelli maaşıyla, derme çatma bir gecekonduda büyüten 78 yaşındaki Ramazan Akkabak...
   Serik Kaymakamı, torununun şehadetini duyunca tamamen çöken bu yoksul dedenin yanına oturmuş, şu garip ve göstermelik soruyu sormuş:  "Bir ihtiyacınız var mı?..."
   Dedenin, "Allah devlete zeval vermesin" şeklindeki ironik yanıtı bilmem ki, "görünen köy kılavuz istemez" özdeyişinden habersiz olan Serik Kaymakamını uyandırmış mıdır?...









Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?

NAZIM HİKMET






Merhaba!





   

2 Ağustos 2015 Pazar

MEMLEKET HAVASI






Bu bizim gökler gibisi hiç bir dağda çatılmamıştır
Yıldızlarımızın titremesi yüreğine deprem indirir
Hiç bir yerde bu denize bu acı tuz katılmamıştır
Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür

ATTİLA İLHAN





   

ADAKALE
(KAL'Â - I  ADA)

  1972 yılında sular altında kalıncaya kadar, Tuna Nehri üzerinde  Romanya topraklarında yer alan ada, 1691 yılında Osmanlı tarafından fethedilmiş, 1878 Berlin Antlaşması'nda  kime teslim edileceğinin yazımı unutulduğundan 1923 yılındaki Lozan Antlaşması ile Romanya'ya teslim edilene kadar bir Türk toprağı olarak kalmıştır. 1967 yılına kadar yaklaşık bin Türk'ün yaşadığı Adakale, özerk bir bölge statüsünde varlığını devam ettirdi. 1967 yılında Romanya ve Yugoslavya'nın ortaklaşa inşa ettikleri baraj, Adakale'nin 1972'de sulara gömülmesine neden oldu.



   Adakale'nin eski sakinlerinden Erol Balkan anlatıyor:
  
   "Baraj yapıldığında 13 yaşımdaydım. Adakale 2 km.uzunluğunda, 1 km. genişliğinde küçük bir Türk toprağıydı. Yugoslavya sınırına geçişimiz yasaktı. Romanya'ya sandalla geçiyorduk. İlkokulu Adakale'de okudum. Ortaokul için Romen kasabasına gidip geliyordum. Adakale 1967'de Romenler tarafından istimlak edilince Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldık. Son kafile 1970'de ata toprağımızı terk etti. Romenler'in Ortenita ve Karpati gemileri toprağımıza turist getirir, ailelerimiz de Türk lokumu, kahve, dondurma satardı. Dönemin Başbakanı Demirel, Romanya Devlet Başkanı Çavuşesku ile görüştükten sonra eşyalarımızı toplayıp Türkiye'ye dönmemize izin verildi. Zeytinburnu'na yerleştirildikten sonra devletten üç ay boyunca kişi başına 15 lira maaş aldık. Sonrasında Adakaleli olan Banat diş fırçalarının sahibi Lütfü Banat, bizlere iş verdi. (Milliyet Gazetesi- 25/2/2015)




   ÖNDER GÖKSAL-Birgün Gazetesi:


   Şair 3 Temmuz 93 günü bir konuşma yapacaktı doğduğu yerde, Zara'da. Konuşmasının notlarını hazırlamış askılı deri çantasının içine bile koymuştu. Zaralılar'a Zara'yı anlatacaktı. Çocukluğunu anlatacaktı. "Kendi peşine düşmüş gönüllü bir Zara dışı sürgünüm" demeyi planlıyordu kendisi için. 
   Yerleşik bir yabancı olarak yaşadığından bahsedecekti, ister Zara'da ister Ankara'da yaşayayım hep yerleşik bir yabancı olarak tanıtacaktı kendisini hemşerilerine. Ve güldürecekti hemşerilerini anılarında dem vurarak: Buraların delisi meşhurmuş, polisi ve çarığı meşhurmuş sizden ayrıyken bunları öğrendim diyecekti... "Anlayacağınız size şiir bile yakışmaz" cümlesiyle sözü tebessüme bırakacaktı; ama dayanamayıp askılı deri çantasından çıkaracağı henüz yayınlanmamış şiirlerinden iki tane patlatacaktı. Olmadı.
   Uğur Kaynar Zara'ya kavuşamadan bir önceki durakta yobaz dumanlara boğuldu. Yine kendi peşine düşmüştü şair...Nasıl olduysa yanan otelin (Madımak)  enkazından o meşhur askılı çantası sapasağlam çıktı, o çantanın içinden de peçeteye yazılmış bir şiir: 

öldüğümde 
doğduğum yere gidiyorum
yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği
işte böyle yeniyorum.


   





Merhaba!