31 Aralık 2017 Pazar

DOST ŞİİRLER




İMKÂNSIZ DOSTLUK

Değil kardeşim, dal yeşil değil, gök mavi değil.
Bilsen! Ben hangi âlemdeyim, sen hangi âlemde!
Aklından geçer mi dersin aklımdan geçen şeyler?
Sanmam! Yıldız ve rüzgâr payımız müsavi değil;
Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde;
Vazgeç. Kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!


CAHİT SITKI TARANCI







DOST

İnan kardeşim inan
Gök mavidir, dal yeşil
Omuzun omuzumda
Nefesin nefesimde
Gökyüzünü yıldız yıldız
Dilim dilim bölüşürüz yeryüzünü,
Payına düşen dertler
Payıma düşer
Sen benim günümdesin
Ben senin gecende,
Bir ucu sende denizin
Bir ucu bende
İnan kardeşim inan
Aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler.


CAHİT IRGAT









  ...Gece güzel başlamıştı. Avni Arbaş'ın atölyesinde rakılı şaraplı bir geceydi. Hep tanıdık. Ya sanatçı ya eğitimci kişilerdik bu çilingir sofrasında. Cin gibi zeki bir adamdı Hasan Âli Yücel. O güne dek hiç karşılaşmamıştık. Rakı bitmiş şaraba başlanmıştı. Konu dönmüş dolaşmış memlekete gelmişti. Eğitim meseleleri, sanat meseleleri, özgürlük meseleleri... Epey olmuştuk. Hasan Âli Yücel'e damdan düşercesine 'Sizin başka işiniz yok muydu ki Maarif Vekilliğine gelir gelmez attığınız imzalardan biri de benim konservatuvardan kovulmam içindi' diye sitem ettim... O da: 'İyi olmuş. Çok iyi etmişim!.. Şimdi sanatçısın, Paris'te kalsan ne olurdun? Maaşlı devlet oyuncusu.' diye cevap verdi. (Çok Yaşasın Ölüler - CAHİT IRGAT)



HASAN ÂLİ YÜCEL



   Konservatuvardan Hasan Âli Yücel'in imzaladığı bir kararla ayrılan Cahit Irgat'a Can Yücel  bir ağıt yazmıştı:


CİHAT İÇİN CAHİT

Cahit ki bu hasta düzende sağlıklı bir kanserdi
Cahit ki haksızlığa karşı üreyen hücrelerdi.
Yorgun develer gibi çöktüğü Dormen şölenlerinde bile
'Siz paranızı, ben kendi kendimi yerim' derdi.

Cahit zaten azalarak yaşayanlardan değil
Çoğalarak ölenlerdendi.



CAN YÜCEL









Dostluk dediğin güzel bir kitap
Hava gibi
Su gibi 
Ekmek gibi
Vazgeçilmez bir tad
Dostluk dediğin eşsiz bir kitap
Sevmediğin sayfaları varsa
Atla
Sayfayı kökünden yırtmak şart mı



BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU












Merhaba!





















24 Aralık 2017 Pazar

DOĞRU TARAF





Fotoğraf: ABED EL HAŞLAMON


   Kudüs direnişinin sembol ismi 16 yaşındaki Fevzi el-Cuneydi'nin İsrail askerleri tarafından götürülürken çekilen fotoğrafının resmini çizen İtalyan ressam ve gazeteci Alessia Pelonzi, dayanışmanın bu zor ve karanlık günlerdeki en önemli şey olduğunu söyledi.



ALESSIA PELONZI

   "Çocuğun İsrailli askerler tarafından götürülüşünü gösteren çok güzel, çok trajik bir fotoğraftı. O kadar etkilendim ki hemen bununla ilgili bir şey çizmem gerektiğine karar verdim. Sanatımla ilgili bir şeyler anlatmak istedim ve aklıma gelen ilk şey resmin ortasına Filistin bayrağının renklerini koymak oldu."





   "Sadece Filistin değil birçok bölgede yaşananlarla ilgili herkes bilgilendirilmeli. Bu bütün dünyayı ilgilendiren bir konu. Bu insan haklarına saygıyla ilgili. Birkaç ay önce Filistinli aktör Kamel el-Basha ile röportaj yapmıştım. Basha, sadece kendi halkı için değil, aynı zamanda herkes için birşeyler yapmanın ve kim olursa olsun dünyadaki herkese hizmet etmenin onun en önemli hedeflerinden biri olduğunu söylemişti.
   Dünyanın daha iyi bir yer olması için bu mesajı her sanatçının benimsemesi gerekir.
  Her trajedi, her savaş ve her adaletsizlik resnedilmeli ve anlatılmalı. Dünyada yaşanan acıların ve güzelliklerin tasvir edilmesi için elimden geleni yapmaya devam edeceğim.
   Önemli olan doğru tarafı seçmek." (Aydınlık Gazetesi)











 ALEKSANDR SERGEYEVİÇ PUŞKİN


...Puşkin; soylu bir aileden gelmesine karşın "liberal" fikirleri daha ilk şiirlerinde dile getirdiğinden Besarabya'ya sürülüyor. O yılların toplumsal yapısında kölelik düzeninin kalıtımı küçümsenmeyecek ölçüde güçlüdür; kilisenin desteğiyle sürdürülür; soyluların uçsuz bucaksız topraklarında çalışan köylüler köle kimliğinden ötede kişiliğe kavuşamazlar.
   Puşkin'i bu düzene karşı çıkması için kimse zorlamamıştı; ama soylu olmasına karşın hangi şeytan dürttü şairi? Bu ünlü yazar neden dili olmayanların dili olmaya çalıştı?
   Soyluluğun rahatı bir yerine mi batmıştı?
 Puşkin, Fransız devriminin ve İnsan Hakları Bildirisi'nin coşkular yarattığı bir dünyanın aydınıdır. Tarihi biçimlendirecek olan, yeni düşüncelerin ve akımların insanıdır, şairidir, yazarıdır. Puşkin, biliyor ki doğruyu aramak ve söylemek kendisine düşer. Kendisine düşeni yapıyor. (İLHAN SELÇUK - Düşünüyorum Öyleyse Vurun)










  "Maddi ve manevi varlığımın bütün hücreleriyle topluma borçluyum. Sınıf değiştirerek, kendi paçamı kurtarıp rahata kavuşmak elimde değil. Bir atasözümüz var: 'Her koyun kendi bacağından asılır.' Evet doğru, her koyun kendi bacağından asılır ama koyun olduğu için... İnsanlar koyun değil ki... Hiçbir insan yalnız kendi bacağından asılmaz; her asılanla biraz da biz asılırız, her açla açız. Her tutukluyla tutukluyuz. Mutluluk, başkaları mutsuzken, yalnızlıkla olmaz, toplulukla olur. Aç insanlar olduğunu bilirken, lokmalarım rahatlıkla boğazımdan geçmiyor; soğukta titreşenler varken, odamdaki sobamda ısınamıyorum." 


AZİZ NESİN
(Ben de Çocuktum)













Merhaba!

17 Aralık 2017 Pazar

PAYLAŞIM SORUNU





Fotoğraf: BORA BİLGİN (Sandaletli Seyyah)




   Köy çocuklarıydık, bizim oyuncak trenlerimiz yoktu ki! Olmasındı. Bizim, gerçek trenlerimiz vardı. Ekspres, posta, karma... Hepsi bizim trenlerimizdi. O koca demir yığınının kıvrılarak gelişi, lokomotifin yürek ürperten homurtusu, göğe savrulan kömür kokulu dumanları, uzun uzun çalan ıslığı ve uzayıp giden demir raylar canlı resimlerimiz oldu. 
   Ekspresimiz lükstü, çok da aceleciydi. Durmasıyla kalkması bir olurdu. Yolcuları da havalı mıydı ne? Posta trenimiz vardı. Bekleyeni çoktu; ondan mıdır nedir, azıcık da nazlıydı. Geciktikçe gecikir, gözümüz yolda kalırdı. Karma trenimiz garibandı. Önden iki vagonda yolcu -biletleri ucuzdu-, arkadaki vagonlarda yük ve hayvan taşırdı. Trenin ne zaman geleceği, ne zaman gideceği hiç belli olmazdı. Beş saat, on saat, hatta bir gün geç geldiği bile olurdu... (CAFER DOĞAN - BirGün Gazetesi)









   Aydın olmak ne demektir? Devrimci ve demokrat olmak demektir; ilerici olmak, çağdaş olmak demektir.
  Dünyaya gelen her dört çocuktan üçünün yeteneklerini geliştirmelerine engel olan sosyal adaletsizliği yok etmek; ülkelerin yönetimlerini para gücünün eline bırakan düzenleri değiştirmek; adaletin soysuzlaştırılmasını engellemek; gökten inme sanılan ayrıcalıkları tanımamak; ırkçılığı, yoksulluğu ve sömürüyü ortadan kaldırmak için elinden gelen ne varsa yapmak ilericiliğin kuralıdır. Yerel yenilgilere karşın insanlığın gittikçe daha aydınlık olacağına inanmak; geçici gerilemelerin aldatıcı görüntüsüne kapılmamak; ve kişiliğinden ödün vermemek...
   İşte ilericilik budur.
   Çağdaşlık da budur.   


  


   Paylaşım, mutluluğun bereketidir.
 Paylaşım kavramı çağımızda toplumsal mutluluk felsefesinin ortadireğidir, nesnel anlamı elle tutulurcasına maddeleşmiştir, alınteriyle yaratılan üretimini hakçasına paylaşmasını bilemeyen ülkelerde mutluluk değil bunalım türemektedir. 
  İnsanoğlu paylaşım mutluluğunu paylaşım kavgasına dönüştürdükçe bunalımdan kurtulabilir mi?                                  (İLHAN SELÇUK - Düşünüyorum Öyleyse Vurun)










Her beşik bir cenaze: zorba çağı.
Kelepçeler takılır kepçeler boşaldıkça.
Cesaretin sustuğu yer: esaretin doğduğu yer.
Kestirme adalette kesik baş çok olur.
Bin olur zindana girmiş bir ozan.
Kralın tahtı kansa bahtı da kan.
Ya kırbaçtan düşer her taç, ya açlardan.


TALÂT SAİT HALMAN





















Merhaba!

10 Aralık 2017 Pazar

YAŞAMIN ANLAMI




   Ölçüyü her zaman kendi elinde tutan kişi, gerçek ağırlığını unutur. Bir sanatçıyı, bir komutanı ve bir iktidar insanını arzu ve isteklerinin sürekli gerçekleşmesi kadar hiçbir şey zayıflatamaz, ancak başarısızlığında öğrenir sanatçı eserleriyle gerçek ilişki kurmayı, ancak yenildikten sonra öğrenir komutan hatalarını, ancak gözden düştükten sonra öğrenir politikacı gerçek siyasi kavrama yeteneğini. Sürekli zenginlik insanı gevşetir, sürekli alkış ruhsuzlaştırır...



STEFAN ZWEIG










 ...İnsanlar kolaylık isterler. Sıkıntı, yorgunluk gereksizdir. Düz olmalıdır yürüdüğümüz yollar. Edebiyat da. Hatta düzenden, yerleşmiş düzenden yana olan yazarlar hiç istemezler başka yazarların, şairlerin bilinen patikaların, asfaltların dışında dolaşmalarını, ormanlara girmelerini, dikenli yollardan geçmelerini... Taşkent'teki bir toplantıda Yevtuşenko "Şairin görevi ormanları düzene sokmaktır" demişti kendisini alışılan yolların dışına çıkmakla suçlandıran bir Rus yazarına... İnsanlığın nice balta kesmez ormanları var, içinde dışında, doğal olarak karşısında bulduğu, çoğu kez de kendi yarattığı... Edebiyat güçlüklerle çarpışacaktır, şair yazar yeni yeni şifreler çözecektir, şifreler kuracak, yaratacaktır. Barthes'ın sözündeki gibi...



ROLAND BARTHES


   "Yaşamın anlamını öğrenmeden yaşamaya başlamayacağım" der yazar kendi kendine. Bu anlamı aramak için de yazar yazar... Bir ömür boyu... Sorun, bulmak değildir zaten, aramaktır. Okurlarını da kendisiyle birlikte düşündürerek, duygulandırarak, kısacası yaşatarak... (OKTAY AKBAL - Yaşasın Edebiyat)










   Epeyce eskiden iki kez başka bir ülkede çalışmam için teklif geldi. İkisini de hiç düşünmeden reddettim. Ben bu halkın çocuğuyum ve halkıma hayranım. Dünyada böyle renkli, canlı, hareketli bir ülke, böylesine politize, keyifli, her olaya ilişkin bir fıkrası bulunan, uyanık ve çarıklı erkânıharplerden oluşan bir halk bulamazsınız. Bektaşi fıkralarını, Nasreddin Hoca'yı, Neyzen Tevfik'i hatırlayın. Yurdışında bir lokantada bir masadan kahkahalar yükseliyorsa, çok büyük olasılıkla o masadakiler Türk'tür.
   Hayat dediğiniz nedir ki? Yiyip içmek, uzanıp televizyon seyredip, yalnızlığınızı beslediğiniz köpeklerle gidermek mi?
   İnsanı insan yapan mücadeledir. Bu mücadele bazen doğaya karşıdır, bazen diğer insanlara. İnsanı geliştiren bu çabalardır.
  Geçen yıl bir yemekte 30 yılı aşkın süredir İsviçre'de yaşayan bir Türk ailesiyle sohbet etme imkanım oldu. Yanılmıyorsam 12 Eylül Darbesi sonrasında yurdışına çıkmak zorunda kalmışlar; sonra da oraya yerleşmişler.
   Yaşamlarını sordum. Rahattılar. İyi para kazanıyorlardı. Ne yaptıklarını sordum. Çalışıyorlar, geziyorlar, evlerinde televizyon seyrediyorlarmış. Her gün aynı şey. Hiç heyecan yok. Uğrunda mücadele edilen bir amaç yok. Türkiye'yi konuştuk. Başka ülkelerdeki insanların sömürülmesinden elde edilen kaynakların bir bölümüyle sağlanan rahatlık onları rahatsız etmiyordu. Sıkılıp sıkılmadıklarını sordum. Sıkılıyorlarmış; ancak İsviçre'nin sağlık sistemi iyiymiş. Dostlarının olup olmadığını sordum. Oralarda öyle dost filan olmadığını anlattılar. Hele politika konuşanlara filan pek sıcak bakmazlarmış. İnsanlar yalnızlıklarını alkolle, depresyon ilaçlarıyla, besledikleri köpeklerle ve bazen uyuşturucuyla gidermeye çalışıyormuş.
   Durgun göllerde tembel sazanlar yetişir. Hırçın akan soğuk suların balığı ise alabalıktır.
  Emperyalist ülkenin sömürüsünden pay alan sazanlar yerine, emperyalizme karşı mücadele eden alabalık olmak daha zevkli. (YILDIRIM KOÇ - Aydınlık Gazetesi)











     
Resim: SEMA ÇULAM




Zehmetle yeyilen acı soğan, minnetle yeyilen baldan şirindir.










Merhaba!




3 Aralık 2017 Pazar

BEDREDDİN YAŞIYOR MU HÂLÂ?




  "Bir Tiran'ın hak ettiği yargı, iktidarının yıkılışıdır. Çarptırılacağı ceza da halkın özgürlüğünün uygun gördüğü cezadır. Halklar, şimşeği çakarlar, yargıları budur onların. Halklar kralları itham etmezler, işlerini bitirirler sadece, hiçe indirirler onları!"

MAXIMILIEN ROBESPIERRE







   "Bedreddin yaşıyor mu hâlâ?"
   Çelebi Mehmet böyle soruyor kendi kendine, ya da lalasına, yani veziriazamına. Şair böyle düşlemiş. Koskoca padişah korkusunu yenememiş, halkın bilinçlenmesinde, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı anlamasında güçlü bir ışık yakmış adamın ölüp gittiğine inanamıyor. Belki de sezgiyle biliyor, büsbütün yok olamaz böyleleri. İster as, ister kes, ister doğra, ister binlerce parçaya böl. Çoğalırlar, çoğalırlar, binlere, on binlere, milyonlara dağılırlar...


OKTAY AKBAL
(Yaşasın Edebiyat)


  ...Hilmi Yavuz Birinci Mehmet'i konuşturuyor:
  "Bedreddin yaşıyor mu hâlâ?" sorusu içini kemirmektedir halkın isyanını kanla boğan padişahın... Veziriazamına soruyor: 

bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

ben ki yazmalara ve bala 
hükmedendim; ihaneti gül diye
resmedendim; denizin gönderine ölümü
çektirendim ben, lala

bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

dersin ki onu, mülhidlerini
ormandan ayırmak olası değil
boynu laleden geçilmez
saçları taflandır ve çağla
ve alnı ak ketende yaban çileği
dağılan onlardı, lala

bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

kuşlarla akan ipeği
göllerde uçan çiniyi
ve sevdayı, umarsız kına çiçeği
gibi bölüşen onlardı, lala

bedreddin yaşıyor hâlâ


HİLMİ YAVUZ










Cellat uyandı yatağında bir gece
"Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar
    Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."


ATAOL BEHRAMOĞLU











Merhaba!


26 Kasım 2017 Pazar

MARK TWAIN VE SAMANTHA SMITH






 ...On yaşındaki Amerikalı küçük kız Samantha Smith, 1982 yılı sonlarında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Yuri Andropov'a bir mektup yazmıştı. Mektubunda öncelikle onu yeni görevinden dolayı kutluyor, sonra olası bir nükleer savaştan korktuğunu, bu tehlikenin önlenmesini Sovyetler Birliği'nin arzu edip etmediğini, eğer cevap evet ise bunu nasıl yapmayı düşündüklerini soruyor, neden silahlanma yarışına girildiğinin, bunda amaçlarının ne olduğunun kendisine açıklanmasını istiyordu...
 ...Samantha bir süre sonra, kendisine hitaben yazılmış olan, SBKP Genel Sekreteri Yuri Andropov imzalı bir mektup aldı:
  "Sevgili Samantha,
   Dünyanın bir çok ülkesinden bana gönderilen mektuplar gibi, sizin mektubunuzu da aldım. Bana öyle geliyor ki, siz cesur ve çok dürüst bir kızsınız. Tıpkı Mark Twain'in Tom Saywer kitabındaki Becky gibi... Biliyor musunuz, vatandaşınız Mark Twain'in bu kitabını ülkemin çocukları da çok severler, okurlar.
   Sorularınız çok ciddi ve düşünen her insanın cevap bulması gereken sorular. Ben de bunları ciddiyetle ve dürüstçe cevaplayacağım."



   Ne uzun ne de kısa olmayan bu mektubun devamında Yuri Andropov barış için neler yapılabileceğini, kendilerinin bu konularda neler düşündüklerini ciddi bir üslupla anlatıyordu. Küçük kızın bu girişimi Sovyetler Birliği yönetiminde büyük bir sempati yaratmış, aynı zamanda tüm dünyada da takdirle karşılanmıştı. Küçük Samantha her yerde bir barış öncüsü olarak tanımlanıyor, bu yaşta böyle bir çaba göstermiş olması hayranlık uyandırıyordu.
   Yuri Andropov mektubunda 1983 yılı yazı için Samantha'yı ebeveynleriyle birlikte Rusya'ya davet etmişti. Aile iki hafta süren bu Moskova ve Leningrad seyahatine memnuniyetle gelmişler, Yuri Andropov'un konukları olarak ağırlanmışlardı. Yuri Andropov ciddi rahatsızlığı nedeniyle onlarla görüşememişti (kendisi birkaç ay sonra yaşamını yitirmişti) ama seyahat süresince onlar için pek çok programlar, ziyaretler düzenlenmişti. Birçok değerli Sovyet sanatçıları ve bilim insanları da onları ziyaret etmiş, çeşitli armağanlar vermişlerdi. Kısacası Samantha Sovyetler Birliği'nde büyük bir sempati uyandırmıştı...        
 ... Samantha ülkesine döndüğünde bir kahraman olarak karşılanmıştı. Artık ünlü bir kişi olduğundan, kendisine teklif edilen bir TV dizisinde rol alıyordu eğitiminin yanı sıra. İki yıl sonra 1985 yılında korkunç bir uçak kazasında hayata veda etti küçük kız. Film çekimi için gidilen bir yerden dönerken babasıyla beraber binmiş oldukları küçük uçak düşmüş, uçakta bulunan altı kişi ölmüştü. Samantha'nın ölümü dünyada derin bir üzüntü yarattı. Maine eyaletindeki kalabalık cenaze törenine gelenler arasında Sovyetler Birliğinin Washington Büyükelçisi de vardı. Küçük Samantha ardında unutulmayacak bir isim, güzel anılar ve bir Sovyet hatıra pulunu bırakmıştı dünyaya.

  
      
      Yıllar sonra nasıl olduysa ortaya çıkan gizli damgalı bir CIA belgesinde bu korkunç olay en ince detaylarına kadar rapor ediliyor, olayın bir suikast değil, kaza olduğuna birileri ikna edilmeye gayret ediliyordu. İkna etme gayreti dikkat çekiciydi ve elbette bir nedene dayanıyordu... (LEVENT ÖZÜBEK - soL Haber)







   

MARK TWAIN


 ...Halley kuyruklu yıldızı, her 75 yılda bir kozmik ziyaretini gerçekleştirir. Kuyruklu yıldız, 1835'te tekrar gelmiştir ve aynı yıl Amerikan edebiyatının en ünlü yazarlarından biri, Ernest Hemingway'in deyimiyle "Amerikan edebiyatının kaynağı" da dünyaya gelmiştir. Bu tesadüfün üzerine Mark Twain, kaderinin kuyruklu yıldızla bağlantılı olduğuna inanmış ve şöyle yazmıştır: "Şüphesiz Tanrı şöyle demiştir: Bu iki gizemli yaratığa gelince, beraber geldiler, beraber gidecekler." 1910 yılında, Halley kuyruklu yıldızı, gece gökyüzünde tekrar parladığında ise Twain "Bu artık son bölüm" cümlesini kaleme almış ve bir daha da yazmamıştır. 21 Nisan 1910 tarihinde de hayatını kaybetmiştir. 
   Halley kuyruklu yıldızının yerküremizi ziyaretiyle Mark Twain'in ölümü arasında nesnel bir neden sonuç ilişkisi kurmak elbette çok mümkün değildir. Ancak Twain'in, üç çocuğunu ve ardından eşini kaybetmesi sebebiyle yaşadığı duygusal çöküntü sonucu yazdıklarının da değişim gösterdiği, ölümün artık onun için bir istek haline geldiği ve bu durumun eserlerine de yansımaya başladığı yapılabilecek nesnel bir çıkarımdır...
 ...Yani, Halley kuyruklu yıldızının Mark Twain'in yeryüzündeki varlığına denk gelen ikinci ziyareti, onun gerçek ölüm sebebi olmasa da, hayatının sonlanmasını isteyen ve bekleyen bir yazarın ölmek için bulduğu kurmaca sebeplerden biri olmuştur. Kanımca bu ölüm sebebi Mark Twain'in kendi ölümünü anlattığı son hikayesidir. (ELİF SEDEF ÇELİK - Aydınlık Kitap) 














Merhaba!

19 Kasım 2017 Pazar

ANADOLU, ACILARLA DOLU




RUHİ SU


   Tam adı Mehmet Ruhi Su... Cumhuriyetin ilanından on bir yıl önce, 1912'de Van'da doğar... Çocukluğunun önemli bir bölümü, babasının memuriyeti nedeniyle atandığı Van'da geçer. Henüz üç yaşında minicik bir çocukken, 1915 kırımında ailesini kaybettiği rivayet edilir. Nitekim yıllar sonra oğlu Ilgın Su, "Babamın 1912'de Van'da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demiştir.
   Çocukluk ve gençlik yılları öksüzler yurdunda geçer. Yurttaki müzik öğretmeni Mehmet Tahir'in eline verdiği keman, o zamanki adıyla Mehmet'i (Ruhi'yi) bambaşka bir dünyayla tanıştırır. sonrasında o yıllar için kurduğu tek bir cümle, acılarını bize anlatmaya yeter: "Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım..." (soL Haber)










BİR VALİZE NE SIĞAR Kİ?
(Ankara Sanat Tiyatrosu)



   "Sen bu kökleri, o tohumları yok edersen, yerinden yurdundan edersen ve onun yerine benimkiler geçsin dersen; dünya harikası bir caminin dibine gökdelen dikersin. Dünyanın en güzel zeytinlerinin olduğu yere mübadele ile gelen insanlar tütüncüydü. Zeytin ağacı hiçbir şey ifade etmiyordu onlara. Anadolu Rum'u için zeytin ağacı onun ayrılmaz parçasıydı. Ama oraya yerleştirdiğin insan, bundan hiçbir şey anlamıyordu. Kim mutlu oldu lanet mübadeleden? Ne Müslümanı ne de Hıristiyanı. Kendini mübadillerin yerine koyabilir misin? Bir gecede binlerce yıldır yaşadığın topraklardan ayrılacaksan eğer, valizine ne sığdıracaksın ki?" (UĞUR YÜCEL)









"Savaşa sahne olmuş bir toprağın yalnızca savaş üretebileceği doğru mu yoksa?"



MARENTE DE MOOR











Merhaba!

12 Kasım 2017 Pazar

BİR ŞEY YAPMALI








   "Kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin."

CHE











   "Çöplük" kitabının yazarı, Brezilyalı zenci kadın, Carolina Maria de Jesus. İlkokulu bitirme fırsatı dahi bulamamış, üstelik çöplüklerde, açlık ve umutsuzluk içerisinde yaşarken yazmış bu eseri. Hemen hemen dünyanın bütün dillerine çevilmiş ve dünyanın en çok satan kitapları arasına girmiş. Hayatı kurtulmuş kadının... Öylesine çok açlık çekmiş ki, "ben açlığın rengini gördüm, açlık sarıydı" diye yazmış kitabında... Aklımda kaldığı kadarıyla bir yerinde şöyle diyor: "Memleketimizi idare edenler zengin kimselerdir. Onlar yoksulluğun, açlığın ne olduğunu bilemezler. Çektiğimiz acıları, ıstırapları anlayamazlar... Yöneticileri çoğunluk olan yoksul sınıf seçer. Ne var ki onlar daha çok azınlık olan varlıklı sınıfa hizmet ederler..." (ATTİLÂ DUMAN - Karanlıkta Bir Işık / Artvin Romanı)









   "İnsanlar karınlarını kim doyurursa ona dönerler, doğa böyle çalışır. İşte bu yüzden hürriyet ancak karnı tok insanların hayali olabilir. Sistemin yüzyıllardır sorunsuz çalışmasının temeli insanları yarı aç yarı tok bırakıp, arada sırada böyle şenliklerle fütursuzca doyurup kendine bağlamak. Bazen zeki biri düzene karşı çıktığı vakit ise o kişiyi ya dinsizlikle suçlarlar ya deli muamelesi yaparlar. Çoğunlukla da öldürürler."









   Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın kendi dönemlerinde bir türlü bir araya gelemeyen, birbiriyle çatışan sosyalist - sol gruplara söylediği rivayet edilen bir sözünü hatırladım: "Tamam, şimdi bir araya gelmeyin, beis yok, nasılsa burjuvazinin zindanlarında bir arada olacağız." Hayatın kendilerine dokunmadan yanlarından akıp gideceğini, kendilerine bu dünyada müstesna (apolitik!) bir hayat kuracaklarını zannedenler yanılıyorlar. Onlara şunu söyleyebilirim: "Tamam, siz böyle yaşamaya çalışın bakalım, nasılsa bir gün anlayacaksınız bütünün ayrılmaz bir parçası olduğunuzu! Çünkü en acımasız kötülükler her zaman kötü insanlar tarafından işlenmez ve çoğu zaman başımıza gelenlerin sebebi 'iyi insanlar'ın görmezden geldiği şeyler yüzündendir." 



ERCAN KESAL










"Kötülüğün zaferi için gereken tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamalarıdır."

EDMUND BURKE











Merhaba!

5 Kasım 2017 Pazar

BİLGİSİZLİKTEN KURTULMAK İÇİN




"Beyin toprak gibidir, bilgiyle beslenmedi mi düşünme çoraklığına uğrar."


ADNAN BİNYAZAR







   Kapitalist düzen,
 zenginliklerin ve kaynakların giderek daha az bir kesimde toplanmasına 
ve kalan işçi çoğunluğunun daha da fakirleşmesine sebebiyet verir.

KARL MARX









   Sadece kuramsal kısmı ele alan çağdaşlarımın aksine, benim için Marx doymak bilmez bir merakla dünyayı kavramanın bir biçimidir. Dönemin Alman ütopyacı sosyalizminin belli başlı siması Wilhelm Weitling ile unutulmayan atışmasında, Marx benim için ilham verici olan şu tümceyi söyler: "Bilgisizlik hiç kimseye yardımcı olmadı." Oysa bugün bilgisizlik içinde yüzüyoruz. Diğerini bilmeme, tarihini bilmeme. Göçmenleri bize sinsice tehdit olarak sunuyorlar. Avrupa kendi içine kapanıyor. Çöküşün, saltanatın sonu reçeteleri devreye giriyor. Diyalektik olarak düşünmeyi yeniden öğrenmemiz gerek, saklı bağlantıları ortaya çıkararak, olguları tarihselliğin içine koyarak. Bu dünyada birkaç tarih yok, her şeyin bağlı olduğu tek bir tarih var. Dünyanın bir yerinde zenginliğin yaratılması, başka bir yörede fakirliğin yaratılmasına eşlik eder. Bir firma bir bölgeyi terk ettiğinde işsizlik ve sefalet yaratır ama uçup gitmez. Ücretlerin düşük olduğu, sermaye-emek güç ilişkisinin sermaye lehinde olduğu yere, başka bir yere sömürmeye gider. Özellikle bu yer neresi olursa olsun, yararlananlar zenginliği yaratanlar değil ama mülk sahipleri, hisse senedi sahipleridir. (Röportaj: LAURENT ETRE -  L'Humanite / Çeviren: İSMAİL KILINÇ)



RAOUL PECK
(Genç Karl Marx adlı filmin yapımcısı)







   Timothy Mitchell'in "Mısır'ın Sömürgeleştirilmesi" isimli kitabındaki 'Gece-Gündüz İzleniyorlardı' başlıklı bölümde köylüler için oluşturulan akıllara zarar izlenme mekanizması şöyle gerçekleşiyordu: 
  "Kırsal nüfusun olduğu yerde sabitlenip Avrupa'nın tüketimi için pamuk veya başka emtiayı üretmesinin sağlanması için yerlerinin dikkatle tespit edilmesi, görevlerinin ya da üretmeleri gereken miktarın tam olarak belirlenmesi ve performanslarının sürekli olarak gözlenip rapor edilmesi gerekiyordu... Köylüler, kendilerine verilen işleri yaparken, 'Program'da belirtildiği gibi gözlenecekler, tarlada piyade ve yabancıların denetiminde çalışacaklardı. Bu resmi görevliler fellahları her gün kontrol ediyor ve köylerini terk etmelerini engellemek için gece-gündüz takip ediyorlardı. İşini yapmakta kusur eden köylüler, hükümet tarafından atanan köy reisine (Şeyh-ül Beled) bildiriliyordu . Şeyh, bir fellahın tarlayı gerektiği gibi işlemediğini öğrendiğinde kırbaçla 25 kere vurarak cezalandırıyordu. Reis, köylüleri denetleme görevini savsaklarsa, ilk seferinde dövülüyor, ikinci seferinde 200 kırbaçla, üçüncü seferinde 300 kırbaçla cezalandırılıyordu."



   Zamanda hızlı bir sıçrama yaptığımızda, pamuğun sağ salim Batı'ya ulaştırılması uğruna Mısır'da yürütülen uygulamaların, bugün de farklı yöntemlerle petrol ya da başka emtianın ticaretinin güvenle yapılması adına yürütüldüğünü, ancak uygulama metotlarının daha karmaşık ve gelişmiş olduğunu görmekteyiz. Darwin'in Kâbusu (2004) isimli belgeselde Avrupa başkentleri ile Tanzanya arasındaki bir uçak seferinden bahsedilir. Uçak Tanzanya'dan Avrupa'ya pahalı havyar taşırken, Avrupa'dan Tanzanya'ya da 'boş dönmemek için' silah taşır. (BirGün Gazetesi)








Beni sevmekten utanıyor
Oysa şimdi tüfekler kan-kına
Arpacık gez göz
Madrid'e uzanıyor
Ve pirinç kokan ellerine Han'ın
Pirinç saçlı Li'ye
Hedef Çin

Niçin ekmek yediğimiz eller çeker tetiği
Altın halkalar taktığımız
Tanrının önüne çıkmadan ilk arıttığımız
Çeker tetiği

Beni sevmekten utanıyor
Elleriyle örtüyor yüzünü


SENNUR SEZER







   "Niçin ekmek yediğimiz eller çeker tetiği" diye soruyor Sennur Sezer 1966'da yayımladığı ikinci kitabı Yasak'ta yer alan Durmadan adlı şiirinde. İnsan evladı henüz bu sorunun cevabını hakkıyla veremedi. Çünkü güç, iktidar arzusu, sömürü düzeni devam ettiği sürece, insanın ekmek yediği elleri tetikten ayrılmayacak. Ve utanç peşinizi bırakmayacak, yüzünüzü yine o ellerle saklamak durumunda kalacaksınız." (DENİZ DURUKAN - Cumhuriyet Gazetesi)










Merhaba!

29 Ekim 2017 Pazar

OKUMA ALIŞKANLIĞI






   Kuyruğundan döndüre döndüre kediyi fırlatıp atan çocuk için şöyle demişti Muzaffer İzgü:

 "Bu çocuk 5 kitap okusaydı bunu yapmazdı..."






"Okullar okuma alışkanlığı kazandırabilirse başka hiçbir şey kazandırmasa da olur..."


CEVDET KUDRET











(KÖY ENSTİTÜLERİ)







   Cumhuriyet atılımları ile derdi olanların hedefe koydukları, karşıdevrim dalgaları ile yıkılmış bir halkçı - devrimci kurum olan Halkevleri'nin nasıl bir işlev yüklendiğini bilen bilir. Örneğin, Adana Halkevi'nin bir küçük çocuk için ne gibi bir anlamı olduğunu dinlemiştim. Gecekonduda oturan o çocuğun yolu Adana Halkevi'ne düşer. Dışarısı soğuk, Halkevi sıcaktır. Kimse ona "içeriye neden girdin" diye sormaz. Boyundan büyük dizi dizi kitapları karıştırmasına hiç karışmaz. Üstelik Halkevi kütüphanesinin müdürü Zihni Amca, kitaplarla haşır neşir olmasını sağlamakla yetinmez, evinden sefer tasıyla getirdiği yemeklerini o küçük çocukla paylaşır. O küçük çocuk büyür, öğretmen olur, ardından Cumhuriyet yazınının en büyük yazarları arasına girer. O küçük çocuk, Atatürk Cumhuriyeti'nin kimsesizlerin kimsesi olduğunu yaşamı ve sanatı ile kanıtlayan Muzaffer İzgü'dür. (IŞIK KANSU - Cumhuriyet Gazetesi)
















İzgü, son röportajında öldükten sonra kendisi için şöyle denilmesini istemişti:

"Muzaffer İzgü doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti."











Merhaba!