23 Nisan 2019 Salı

ÇOCUKLAR NASIL ÖĞRENİR?




  " Ne öğrenirsek, yaptığımız hatalara bakarak öğrenebiliriz; ancak yanıla yanıla ustalaşır insan."


AHMET ERTAN MISIRLI






 ... Dünyanın kendi kötü değil aslında... Onu kötü yapan bizleriz. Biz insanlar... Eğer çocuklarımızı kötülükten korumak istiyorsak, ayıklama yapmasını da bilmeliyiz. Yaban otlarını, zehirlileri çekip çıkarmalıyız topraktan... Tekrar çıkacaklarını bile bile hem de...
    Edebiyat, bir "ilaç", bir "aşı" değildir. Yalana şu kitap, korkuya şu kitap iyi gelir diyemeyiz. Öteden beri "kötü" olmuştur ve olacaktır kitaplarda... Yeter ki zemin sağlam olsun. Çocuklarda bir "edebiyat terbiyesi", bir "dil bilinci" gelişmiş bulunsun... Karanlıkta yollarını bulur onlar! (NURGÜL ATEŞ - Aydınlık Kitap)







Senin şiirin yok mu kelimelerden başka
Senin yağmurun yok mu annenden başka
Senin çocukluğundan başka yabancın yok mu  


HAYDAR ERGÜLEN 









   "Çocukluğundan sağ çıkmayı başarabilmiş biri, gelecek hayatında kendine yetecek kadar bilgiye sahip olmuştur."


FLANNERY O'CONNOR






Bir keresinde futbol oynayacak ayakkabım olmadığı için ağlamıştım,
sonra ise ayağı olmayan bir adamla tanıştım.


ZİNEDİNE ZİDANE









ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI KUTLU OLSUN!


17 Nisan 2019 Çarşamba

EĞİTİMİN AMACI





TALİP APAYDIN


   Apaydın'ın babası, başkalarının tarlalarında ortakçılık yapan, okuması yazması bile olmayan bir çeltik-pirinç üreticisi, yani bütün yıl ailesiyle birlikte çalışıyor, ekiyor-biçiyor, çıkan ürünün yarısı toprak sahibinin yarısı kendisinin. Yaşamları zor, yoksunluklar içindeler. Öğretmen olabilmesi bile hayal olan Apaydın, nasıl oldu da çok sevilen, tanınan bir yazar olabildi? Bu bir mucize miydi, şans mıydı? Talip Apaydın olmanın gizemi neydi? Bu sorunun yanıtı, Köy Enstitüleri'nde verilen eğitimde ve yoksul bir köy çocuğuna bu olanağı sağlayan eğitim politikasında gizlidir. (FEYZİYE ÖZBERK - Aydınlık Gazetesi)










   Annem Aliye Esma Atay, 1940 yılında Beykoz'un Dereseki köyünden Arifiye Köy Enstitüsü'ne (Adapazarı) yol tuttu. O günden sonra artık o, "Cumhuriyet'in kızı" idi. Ömrü boyunca da bunun hem gururu hem sorumluluğu ile yaşadı. 
 Çocukluktan başlayarak hayal kırıklıkları, duygusal ve ruhsal ciddi sarsıntılarla geçen hayatında Arifiye Köy Enstitüsü anneme yeni bir "aile" olmuştur aslında. Cumhuriyeti "baba", Arifiye'yi "anne" bildi o!..
   Köy Enstitüleri annemin hayatına değmiş, onun hayatının akışını değiştirmiş, makus talihini yenmesini sağlamıştır da tabii esas amaç, bunu bütünüyle toplum ölçeğinde yapmaktı. Bir "çiftçi imparatorluğu"ndan geriye kalan bitkin ve çaresiz insanları çağdaş bir ulus-devlete ümitle bağlı yurttaşlar kılma yolunda iddialı, idealist, en önemlisi "romantik" bir hamledir bu. Çünkü Cumhuriyet'in acelesi vardır! Batı'da yüzlerce yıla yayılan ekonomik, teknolojik, demografik, düşünsel, kültürel, dinsel ve siyasal dönüşümler birkaç on yıla sığdırılmak istenmektedir. Öyle ki köylülüğün Batı'da yaklaşık 200 yıla yayılan kentlileşme, burjuvalaşma (ve tabii proleterleşme) macerasını bekleyecek vakit yoktur. Köylüyü köyde dönüştürme yolunda ve köyün kendi çocukları (Köy Enstitülüler) marifetiyle bir proje hayata geçirilmiştir. Tabii bir yandan da kırsal-feodal toplumsal düzenin yerel hâkim güçlerine karşı "içeriden" bir kitlesel seferberlik için bilinç inşasına dönük bir motivasyon da vardır. (TAYFUN ATAY - Cumhuriyet Gazetesi)








   "Köy Enstitüleri kendisinden beklenen sonuçları sağlamış mıdır?" sorusuna ise yine bu bağlamda yanıt verirsek tek sözcükle: Hayır, diyebiliriz. Çünkü Köy Enstitüleriyle, toprak reformu ve köyün aydınlanması amacı birlikte düşünülmüştü. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye'de muktedirlerin "batıyı" tercih etmesi ve Marşal "Yardımı"nı almak için, karşılık olarak istenen;
  - Toprak reformunda vazgeçilmesi,
  - Köy Enstitülerinin kapatılması,
  - Demir yolu ulaşımının geri plana itilmesi,
  - Planlı kalkınmadan vazgeçilmesi
  koşullarını kabul etmesi, bu okulların da kaderini belirlemiştir. (MUSTAFA DEMİR/Eğitimciler Derneği Genel Başkanı - soL Haber)
       









"Başardım, çünkü beni Köy Enstitüleri mezunları yetiştirdi."


Prof. Dr. AZİZ SANCAR
(2015 Nobel Kimya Ödülü)











   Köy Enstitülerinde, insanoğlunun erdeminin ve yaratıcılığının, elleriyle beyni arasında kurabileceği uyumla doğru orantılı olduğu gerçeğine uygun biçimde yetişiyordu yeni insan. Eğitimin gerçek ereği, halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlık perdeyi, yetişen çocukların eliyle kendisinin yırtıp atmasını sağlamaktır. Böyle eğitim kurumu, böyle yetişmiş insan istenmiyor. Bu yüzden de Atatürk'ün Türkiyesi eğitimsiz, işsiz, yönsüz-yöntemsiz, idealsiz insanları, din tüccarlarının ülkesi oldu. Öğretmen yetiştirmekten bile korkuyoruz. Dünyasal, çağcıl, bilimsel ve laik bir eğitim uygulamasına geçemeden, düşünen, konuşan, ülke sorunlarının çözümü için didinen insanı yetiştirmeden ve de bu insanlardan yana davranacak yöneticilere kavuşmadan hiçbir yere varamayız. Geriye geriye giderek gericiliğin çıkmazına girdik. Köy Enstitüleri uygulamasının günümüz koşullarına göre işletilmesi bir seçenek olabilir.


MAHMUT MAKAL













Merhaba!

14 Nisan 2019 Pazar

ŞAİRANE




   Görüşleri gibi delikanlılık günleri de bir arada gelişmiştir. Orhan Veli, Oktay Rifat'ı on üç, Melih Cevdet'i on beş yaşında tanımıştır. Bu onlara başka şiir topluluklarında görülmeyen soydan bir yakınlık, ortak bir söz hazinesi, hatta ortak bir şiirsel sözdizimi kazandırmıştır. Hemen hemen aynı temaları işlemeleri de ayrı. Çıkış günlerindeki büyük dayanışmanın ardında birbirlerine karşı içten, sağlam bir sevginin bulunduğu da kuşkusuzdur. Nitekim Oktay Rifat, mezartaşına şunun yazılmasını ister:

Akşamları parka çıkmaktı
En büyük eğlencesi
Şair Orhan Veli'yi
Melih Cevdet'i severdi hayatında
Ağaçlardan kavağı severdi
Yıldızları da severdi
Ve en rahat
Anasının serdiği döşekte uyurdu
Şimdi burda yatıyor 




ORHAN VELİ & ŞİNASİ & OKTAY RİFAT & MELİH CEVDET 


Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay'ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.

Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.









   Her sanat, kendine göre bir yöntemle gelişir. Ayrıca, bütün sanatlar birbirinin içinden yürürler. Sözgelimi, bir şair, aynı zamanda bir portre çizebilir. Bir romancı romanına şiirsel bir tema koyabilir. Bir şair bir olayı anlatabilir. Ama yine de sanatlar arasında bir ayrım görmeye çalışırsak, şu noktaya gelebiliriz: Söz sanatı olduğu halde romanın birimi de bir olaydır, bir tiptir, bir sorundur. Şiirin birimi sözcüklerdir. Şair sözcüklere dayanarak yazar.
   Sözcük nedir?
   Sözcük aynı zamanda duygudur, düşüncedir, hayatın bütünüdür.
   Şunu demek istiyorum: Şair sözcüklere dayanarak yazar, deyince, "söz salatası yapar" demek değil, bu tanım. Şair sözcüklere, kendi araçlarına dayanarak hayatı, durumu açıklamaktadır.
   Şiirde dil, düzyazıda olduğundan biraz daha başkadır. Düzyazı için, sözgelimi bir romancı için, dil bir araçtır. Bir düşünceyi, bir durumu anlatmak için bir araçtır. Şiirde dil, hem araçtır, hem de ortamdır. Şiirin, bir yerde, gövdesi gibidir. Kuşun kanatlarıyla uçması gibidir. Bir motor gibi değildir. Bunun için, şiirde dilin ayrı bir işlevi ortaya çıkıyor. Şiir dilin kendisi oluyor bir yerde. Dilde çıkan bir yangın oluyor sözgelimi. Bir zekâ yangını, bir duyarlık yangını gibi. Bu bakımdan, şiirde "masa" sözcüğünün, masadan daha çok bir işlevi de olabiliyor. Masadan başka bir şeyi de anlatabiliyor... (CEMAL SÜREYA - Şapkam Dolu Çiçekle)


"Şair yaşadığı kelimelerle kurar şiirini."


CEMAL SÜREYA








Adam yaşama sevinci içinde 
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.


EDİP CANSEVER










Merhaba!



7 Nisan 2019 Pazar

ACİL SOSYALİZM!




   24 Mart 2019

   Batı Afrika ülkelerinden Mali'nin, kabileler arası etnik çatışmaların yaşandığı orta kesimlerinde, silahlı bir grubun saldırısına uğrayan Peulh kabilesine mensup 134 kişi hayatını kaybetti. Katliam Mopti bölgesindeki Egossagou köyünde meydana geldi. Bölgeden gelen ilk raporlara göre, ülkenin merkezinde bulunan Peulh kabilesine ait bir köye düzenlenen saldırıda 134 kişini Dogon kabilesi milislerinin kıyafetlerini giyen silahlı adamlar tarafından katledildiği bildirildi. 
   Fulani Derneği Tabital Pulaaku Başkanı Abdulaziz Diallo, Dogon kabilesi milislerinin sabah saatlerinde Egossagau köyüne saldırısı sonucu aralarında hamile kadınlar ve çocukların da olduğu onlarca masum kişinin yaşamını yitirdiğini söyledi. 
   Ağırlıklı olarak Mali'nin orta kesiminde yaşayan ve çoğunluğu çoban olan Fülaniler, son yıllarda bölgede yaşanan cihatçı terör olaylarıyla bağlantılı oldukları iddialarıyla çeşitli saldırıların hedefi oluyor.
   2018 yılında benzer gerekçelerle düzenlenen saldırılarda 200'den fazla sivil öldürüldü, binlerce kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı, bölgede yoksulluk ve açlık yükseldi. İnsan hakları örgütlerinin raporlarına göre ölenlerin çoğu Dogon ve Bambara kabilelerine ait "öz savunma grupları"nın hedefindeki Peulh kabilesi üyeleriydi.
   İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün Aralık 2018 tarihli bir raporuna göre, şiddet olaylarının yaşandığı bölge Mali'nin orta kesimlerinde bulunan Mopti bölgesi. Buradaki Bambara ve Dogon kabileleri çiftçilikle uğraşıyor, Peulh toplulukları ise daha çok çobanlık yapıyor. Bu kabileler arasındaki ihtilaf ise cihatçı örgütlerin çıkışının çok öncesine dayanıyor. Rapora göre, daha önceden de kabileler arasında su kaynakları ve toprak nedeniyle anlaşmazlık bulunuyordu ve bu anlaşmazlıklar yine kan dökülmesiyle sonuçlanıyordu. Ancak 2015 yılından itibaren, cihatçı örgütlerin de etkisini artırmasıyla şiddet yükseldi ve ölümlerin sayısı arttı, 2018 yılında ise "alarm" boyutuna ulaştı.
   Mali, eski bir Fransız sömürgesi ve Fransız emperyalizminin hâlâ ülke üzerinde siyasi etkisi bulunuyor. Bu durumu geçtiğimiz temmuzda "Fransa'nın Afganistan'ı: Mali" başlıklı yazısıyla analiz eden Le Monde Yazarı Christophe Ayad'a göre Mali'deki Fransız işgali cihat yanlılarını daha da güçlendirdi. Yazar bir yandan ülkenin "teröre karşı yalnız bırakılamayacağını" savunurken bir yandan da "Mali, bizim Afganistan'ımız. Fransız ordusu oraya daha çok angaje oldukça oradaki durum daha da kötüye gidiyor ve savaşmaya geldiği o gücü daha da kuvvetlendiriyor" dedi. 
   Fransa, Mali hükümetinin de davetiyle, bölgeye 2012 sonbaharında gönderdiği 100'den fazla özel kuvvet askeri ve ardından Ocak 2013'te gönderdiği birlikleriyle müdahale etti. 
  Fransız müdahalesinin bir nedeninin de bölgedeki uranyum madenleri olduğu da gündeme geldi. Fransa'nın elektriğinin çoğunu ürettiği 59 nükleer reaktörü bulunuyor ve nükleer enerjinin hammaddesi ise uranyum. (www. evrensel. net)









   Israrla vurgulamak gerek: Batılı, Hıristiyan, beyaz ve zengin adam için; demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, özgürlük gibi kavramlar, kendisi içindir. Asyalı, Afrikalı, Müslüman, güneyli, kara derili, çekik gözlü, yoksul halklar için değil. Güçlünün güçsüzü, beyazın siyahı, Hıristiyanın Müslümanı, Avrupalının Afrikalıyı ezmesini doğal sayar. O nedenle Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterand, "Oğlunuz Jean-Christophe, Afrika'ya yasadışı yollardan silah komisyonculuğu yapıyor" diyen Fransız istihbaratçıya şu yanıtı vermiştir: "Söz konusu Afrika olduğunda insan hakları kavramının pek anlamı yoktur." Fransa'nın Cezayir'i işgal ettiği yıllarda içişleri bakanlığı yapan, sonradan cumhurbaşkanlığına kadar yükselen Sosyalist Partili Mitterand'ın yanıtı, emperyalist siyasetin örneğidir. Batı'da yaygın, güçlü ve örgütlüdür. (BARIŞ DOSTER - Cumhuriyet Gazetesi)










   ...1895 yılında İngiliz siyasetçi ve iş adamı Cecil Rhodes'in sömürgeciliğe neden ihtiyaç duyduklarını anlattığı veciz sözlerini hatırlamakta fayda var: "Dün East-End'deydim. İşsizlerin yaptığı bir toplantıda bulundum. Orada ateşli konuşmalar dinledim. Bunların hepsi tek bir çığlıktan ibaretti; ekmek! ekmek! Birleşik Krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştireceğimiz fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide meselesidir. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız emperyalist olmak zorundasınız."



-Bu sizin işiniz!
(GISBERT COMBAZ-1916)


   Dünya tarihini derinden sarsan 1. Dünya Savaşı küresel ölçekte kitlesel yıkımların başlangıç noktasıydı. 1914-1918 yıllarını kapsayan savaş, sınırların yeniden şekillenmesine, kaynakların yeniden bölüşümüne, devrimlere, ulusal kurtuluş hareketlerine ve milliyetçilik olgusunun gelişimine neden oldu. Öte yandan devrimler ve kitle hareketleriyle derinden sarsılan yaşlı ve yorgun Avrupa, Marksizmle tanışan ve 1905 Rus Devrimiyle güç toplayan emekçi sınıfların dinamizmini dizginlemek için yollar aramaya başladı. Kitlelerin sınırları aşan güçlü haykırışları karşısında burjuvazi, milyonlarca insanın ekmek ve iş taleplerine kulak tıkayamaz hale gelmiş, ortaya çıkan yıkıcı gücün etkilerini azaltmak için reformlara, yeni sömürgelere ve pazar arayışına girişmişti. Bu durum bankaların, kartellerin ve tröstlerin devrinin başlangıcı anlamına geliyordu. Yeni pazarların paylaşılması için kıran kırana savaşılacaktı. Elbette bu savaşta en ön cepheye işçiler sürülecekti!.. (GÜRER MUT - Cumhuriyet Kitap)









   Kapitalist sistem bir kez daha bunalımda, emperyalizm ise sahip olduğu yok edici silahlar bakımından da her zamankinden daha tehdit edici ve saldırgan konumdadır. Bu tehdit sadece şu ya da bu ülke için değil, bütün dünya için söz konusudur. Bütün bir insanlığın, bütün ülkelerin ve her insan tekinin siyasi ahlaki , felsefi bir yol ayrımında, iki yol ağzında bulunduğunu kendi payıma apaçık görebiliyorum.
   Yollardan biri, her ülke bakımından farklı görünümlerde de olsa kölelik hukuku, yani hukuksuzluktur... Hem toplumsal hem ahlaki ve felsefi olarak boyun eğmeyi, baskıyı, sömürüyü, sonuçta da kulluğu, köleliği, gerçekdışı hayaller ve beklentiler içinde yok olup gitmeyi kabul etmektir bu... Bu yolun sonucu sadece kişiler ve ülkeler bakımından değil, bütün insanlık için yok oluştur.
   Emperyalizm her alanda, sanatta, kültürde, felsefede, siyasette, ekonomide, santajla, baskıyla, tehditle, yalanla, güç kullanarak ve sürüleştirerek insanlığı bu yola sürme çabasında...
   Ötekisi, özgürlüğe, özgür düşünceye, özgürce çalışıp yaratmaya, aydınlığa, her alanda ve her anlamda daha çok insan olmaya açılan özgürlük yoludur. Sanatın, şiirin, felsefenin, ahlakın, siyasetin savaşımları, çatışkıları hep bu iki yol ağzında olmuştur...
   Ya köle, ya özgür insan olacaksın...
   Bunun orta yolu yoktur... 



ATAOL BEHRAMOĞLU
(Cumhuriyet Gazetesi)










   Benim meramım insanların birbirine gözlerinin değmesi. Göz de çünkü kalbe dahildir. Yalnızca gözümüzle bakmayız, kalbimizle de bakarız. O yüzden iyi bakmak, güzel bakmak kalpten gelir. Her zaman anlaşamayız, böyle bir şey de pek olası değildir, hatta bazen Attilâ İlhan'ın dediği gibidir, "olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması" , ne var ki yine de buna çalışmamız gerekir! Dünyanın bugünü dününden beterdir, böyle giderse yarın da bugünden beter olacaktır. Dünyaya gelmek, yaşamak bir tür intihar sayılacaktır. Bu nedenle ötekisi olmayan toplumlar yaratmak, sınıfsız topluma dönmek için çabalamak, nice deneylerden, acılardan, olumlu ve olumsuz her şeyden sonra, insana, hayvana, doğaya en uygun yaşama sanatı olan sosyalizmi yaşamak, yaşatmak zorundayız. Ütopyayı, rüyayı, düşlediğimiz ne varsa hepsini bir bir yaratmak ve cenneti bu dünyada yaşamak, yaşatmak gibi güzel bir işimiz var!..


HAYDAR ERGÜLEN
(Söyleşi: ROZERİN DOĞAN - Aydınlık Kitap)












Merhaba!







   

1 Nisan 2019 Pazartesi

VİRGÜLÜN ŞAİRİ




   Ülkü Tamer'i şahsen tanır mısınız? Benim çocukluk arkadaşımdır ve hâlâ koca bir çocuktur. At yarışlarına gider, altılı ganyan oynar, maçları kaçırmaz, Laz hikâyelerine bayılır ve yaşamda en çok hayranı olduğu kişi Antep'te Nakıp Sineması'nın kurucusu ve sahibi Nakıp Ali'dir. Bir çocuk için bu kadar ilgi alanı yeter de artar bile. Ama onun, sizin de bildiğiniz çok önemli bir özelliği daha var: Ülkü Tamer, yıllardır çok güzel şiirler yazar. (ONAT KUTLAR)



Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.





   1960 yılında "Gök Onları Yanıltmaz" şiir kitabı Derleme Müdürlüğü'ne verilmediği için Ülkü Tamer'in başına işler açar. 
   Ülkü Abi, 15 şiirini Gaziantep'te "el pedalı" ile çalışan ilkel bir matbaada "kartpostal" olarak bastırır. Matbaa kitabın kapağını basamaz, çünkü yeterli donanımı yoktur. O da İstanbul'da bir matbaada kapak niyetine hazırladığı bir "zarf"ın içine bu kartpostalları koyarak kitap haline getirir.
   Fakat iki matbaa da doğal olarak normal bir "kitap" basmadıkları için Derleme Müdürlüğü'ne bir nüshasını olsun göndermezler.
   Basın Savcılığı da bir süre sonra Ülkü Abi hakkında soruşturma açacaktır.
   Gaziantep'teki matbaacı "Ben kartpostal bastım" diyecektir, İstanbul'daki de "Ben kapağını..."
   Savcı, işin içinden çıkamayacak ve Ülkü Abi'nin aklanmasına karar verecektir.
   Ülkü Abi de artık "Ölümsüzler Hanı"ında bir odada yaşayacak.
   Yandaki odadaki komşusu ise Onat Kutlar... 
   Antep üzerine muhabbete başladılar bile... (REFİK DURBAŞ)



   "Peki Antep'le ilgili başka şeyler yazmayı düşünüyor musun? Başka öyküler, belki de bir roman?"
   "Hayır" dedi Ülkü Tamer. "Alleben Öyküleri, kendi özelliklerini taşıyarak çıktı geldi bana. Bundan sonra şiir yazmaya devam edeceğim. Her şair için bir serüvendir şiir. Neyin, ne zaman, nasıl olacağı önceden kestirilemez. Alleben Öyküleri, öykü olmak zorundaydı. Bundan sonra başka şiirler yazacağım."
   "Nasıl şiirler?"
   Cebinden bir kâğıt çıkarıp uzattı. "Soruna karşı bir soru" dedi muzipçe. Şiir Soru başlığı taşıyordu:
   "Nerede taşıyor sesini çınar, / çit gölgesinde mi, akarsuda mı? / Bir dağın ardından yüzüme doğru / güneşi savuran kardeşim rüzgâr, / söyle bana, anlat, kış pusuda mı?"
  Tam o sırada sahnedeki şarkıcı yeni bir şarkıya başladı. Zülfü Livaneli'nin besteleyip söylediği çok tanıdık bir şarkıya: "Güneş Topla Benim İçin..." Yani Ülkü Tamer'in şiirinden bestelenen şarkıya.


Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara
Güneş topla benim için

Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından
Güneş topla benim için

Yazdan kıştan ilkbahardan
Mahpuslarda dört duvardan
Doludizgin sevdalardan
Güneş topla benim için

Seheryeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleyin gökyüzünden
Güneş topla benim için


   Takıldım. "Bak" dedim, "Tam kış pusuda mı diye sorarken kız sana güneş topla diyor..."
   Keyiflendi. Garsonu çağırdı ve şarkıcıya, masaların arasında gelip gidenlere benzer bir saksı çiçek yolladı kartını iliştirerek. 
   Az sonra garson, şarkıcı genç kadının bir peçeteye yazıp gönderdiği bir pusulayı uzattı Ülkü Tamer'e:
  "Eğer sizin gibi nazik insanlara ceza verilebilseydi, sizi idama mahkûm ederdim."
  Kadehlerimizi şiire ve anayurdumuz olan çocukluğa kaldırdık. (ONAT KUTLAR - Cumhuriyet Gazetesi, 27 Aralık 1991)



Çiftçinin oğlu büyüyünce çiftçi olur,
Virgül sanırım şair olur,
Neden derseniz, hep havada biter şiirleri,
Sanki direğin tepesindeki elektrikçi
Düşerken havada durmuş biraz,
Şöyle bir çevresine bakınmış gibi,





   Ülkü Tamer'in yaşamını yitirmesiyle ilgili PEN Türkiye'nin yaptığı yazılı açıklama şöyle:

   Şiire virgülü eklemişti, şimdi bir virgül eksildi. Şiirin de, virgülün de boynu bükük kaldı. Ülkü Tamer. Virgülün şairi. Türkçenin çocuğu. Türkçenin gençlerinden. Çocukluğun Türkçesi.
   Böyle bir alçakgönüllülük ancak virgülde bulunur. Şiirde, başka uğraşlarında, hayatta kendini şiirin bir parçası kıldı, virgül oldu. 
  Virgül, şakacıdır, şendir, kendini sıradanlaştırmayı bilendir, noktaya, ünleme, noktalı virgüle yol açar, yer verir, bazen ünlem, bazen üç nokta, bazen nokta, ama en çok da soru işareti yerine geçer Ülkü Tamer'in şiirinde. Boşluk şiire nasıl dahilse, virgül de şiirin bahçesindeki çocuktur.
  Cemal Süreya 'suçsuzluğun şiiri' demişti Ülkü Tamer şiirine. Sanki Edip Cansever de "Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / hiçbir yere gitmiyor" dizelerini biraz da Ülkü Tamer için yazmış gibidir.
   Büyük şairlerin en genciydi her zaman, hep öyle kaldı. Antep'ten de, çocukluktan da fazla uzaklaşmamıştı. Oysa uzun boyu, mavi kanatlı kuşları, aklı bir karış havada şiirleriyle gökyüzüne en yakın oydu. Fakat çocukluk bu ya, hepsini gökyüzünde unuttu, şiirini de orada unuttu, kedilerin, atların arkadaşı oldu.
  Nietzsche'nin felsefe için 'şenbilgi' demesine benzer bir biçimde, Ülkü Tamer için de şiir 'şen söz', 'şen yazı' sayılırdı.
   Ülkü Tamer gitti. Attila İlhan'ın dizeleriyle "Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız". Şimdi "Üşür ölüm bile".



Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe

Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle












Merhaba!