26 Aralık 2021 Pazar

TÜRKÜ YAKANLAR

 

"Ben şiir yazmazdım / Açlığın / Sapsarı resmini görmeseydim / Çocukların gözlerinde"

Akmayan çeşmelerin şairiyim, akan damların

Acıları benim acılarımdır

Sabahçı kahvelerinde uyuyan adamların

Varsınlar görmesinler

Görmesinler mısralarımda bağıran devleri

Dergiler

Gazeteler

Yayınevleri

(MUAMMER HACIOĞLU)


***


   "Ben saf halk çocuklarının nasıl sömürüldüklerini gördüm. Yurdunu seven bir insan, yazar olarak; yurdumun kalkınmasının gerekleri üzerine düşündüm, yazdıklarımla eyleme katıldım. Karınca kararınca tabii... Hikâyelerimde, romanlarımda şunları belirttim: Halkım sömürülüyor, eziliyor. Bu koşulların ortadan kaldırılması gerekiyor..."

ORHAN KEMAL


***


   Türküleri yakanlar, insanlık tarihi boyunca kendilerine erişebilip de bağrımıza basma talihini ve sorumluluğunu taşıdığımız tüm yaratıcılardır!

   Bir eylem olarak yapıtın yaratılma süreci, adlı adınca, "türkü yakmak"tır. Yaratanı da, çok yüce bir kavram ile, "sanatçı"dır.

   Böyle bakınca kavramın ufkunu genişletmek gerekiyor. Hangi alanda olursa olsun ortaya konan yapıtlar, türlerine göre ayrı ayrı kümelense de tümünün ortak yanı, yaratılmış olmasıdır. 

   Kavramı genişletirken beni etkileyen ve esin kaynağım; bir kalıp olarak benimsediğim ve savunduğum, zamanla özlü deyişler arasına girmiş, tarihsel bir sözdür:

   "Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür!"

   Bu söz, MÖ. 6. yüzyılda Ege'de yaşamış ve düşün dünyasına damgasını vurmuş matematikçi ve şair Thales'indir.

AZİME KORKMAZGİL

(Söyleşi: GÖKHAN UFUK KORKMAZGİL - Cumhuriyet Kitap)




Merhaba!

19 Aralık 2021 Pazar

AYDINLAR VE EMEKÇİLER

 



   Doğan Avcıoğlu Kemalist gelenekten gelen ve geleneğine gururla bağlı olan bir aydındı. Bununla beraber, Paris'te öğrenim gördüğü yıllarda Marksizmle de tanışmıştı. Toplumsal yapıda ve bu yapıdaki ilişkilerden doğan sınıf egemenliği ilişkilerinde Kemalist devrimin Marksizmden yararlanılarak daha devrimci bir çizgiye taşınması gerektiğine inanmıştı. Ona göre Kemalizm ancak sosyalizm aşısıyla yoluna devam edebilirdi. 
   Doğan Avcıoğlu, başyapıtı Türkiye'nin Düzeni 'nde özünde şöyle bir tarihsel hikâye anlatmıştı:
   Türkiye'de geri kalmışlığın sonuçlarına, geri sınıfların tahakkümü altındaki emekçi sınıflardan bir itiraz ya da isyan gelmiyordu. Bu sınıflar, geleneksel ve dinsel ideolojilerin etkisi altında tevekküle dayalı bir hayat sürüyorlardı. Geriliğe isyan, ancak düşün ve eylem düzeyinde toplumun en ileri ve zinde kuvvetlerini temsil eden vatansever, milliyetçi, ihtilalci ya da devrimci aydınlardan gelebiliyordu. Fakat bu aydınlar geleceğini savundukları vatanı kurtarmak, bağımsızlaştırmak ve kalkındırmak için emekçi sınıflarla birleşemiyordu. Çünkü emperyalizm ve onunla işbirliği halindeki hâkim sınıflar "milliyetçi-devrimci" aydınlar ile emekçi kitleler arasına bir "demir perde" çekmişti. Bu demir perdenin özünde halkı tevekküle, lakaytlığa, kaderciliğe ve şükürcülüğe razı edecek düşünce, davranış ve tutum alma biçimlerini koşullandıracak dinsel, kültürel ve ideolojik mayalar vardı. 
  Milliyetçi-devrimci aydınlar genel olarak bu demir perdeyi yaratan düzene değil, onun yarattığı görünümlere odaklandıkları için köklü ve kalıcı çözümler geliştiremiyor, alternatifler üretemiyorlardı. Siyasi iktidarı kontrol ettikleri tarihsel uğraklarda ise halkı kazanarak düzeni değiştirmeye koyulmak yerine, yüzeysel reformlarla yetiniyorlar ve hâkim sınıflarla uzlaşmaya girerek zevahiri kurtarmaya koyuluyorlardı. Bu düzeltimler de genellikle halkın geleneksel değerleriyle bağdaşamadığı için halktan iyice kopuyorlar ve nihayetinde iktidarın kontrolünü yeniden tutucu güçlere kaptırıyorlardı. Ufukları kurulu düzen değişmeksizin toplumun değişemeyeceğini görmeye yetmeyen milliyetçi-devrimci aydınlar, atılıma kalktıkları her tarihsel uğrakta ışık geçirmez demir perdeye çarpıp düşüyorlar, sonra tekrar doğruluyorlar atılımlarına tekrar başlıyorlar ve yine kapkara demir perdeye çarpıyorlar, yine yıkılıyorlardı. Hikâye böyle devam edip gidiyordu. 
  Türkiye'nin Düzeni 'nin anlattığı hikâye kısaca buydu. Ancak o, sadece geçmişin hikâyesini anlatmakla yetinmiyordu. Gerilikten kurtulmanın, bağımsızlığı kazanmanın yolunu da tarif ediyordu. Bu yol, düzeni değiştirecek devrimci bir iktidarın kazanılmasından geçiyordu. Gelgelelim devrimci bir iktidarın kurulu düzeni yıkıp yeni bir düzen inşa etmesi emekçi halka dayanmadan mümkün değildi. Bu yüzden devrimin eşgüdümlü olarak yürütmesi gereken dört görevi vardı: İktidarı almak, onu mevcut düzeni çözmeye sevk etmek, halkı kazanmak ve yeni bir düzen kurmak. Türkiye'nin Düzeni 'ndeki çözümlemeye göre, kalkınma bir düzen değişikliği sorunuydu, düzen değişikliği iktidar sorunuydu, iktidar sorunu devrim sorunuydu, devrim sorunu da emekçi halkı kazanma sorunuydu. Doğan Avcıoğlu'nun öngördüğü yeni düzen ise kapitalizmi aşmayı ve sosyalizme açılmayı hedefleyen bir düzendi. (GÖKHAN ATILGAN - Cumhuriyet Gazetesi)   


***


   "(...) kültürel yabancılık; yani metodu -'diyalektik uygulamayı'- ulusallaştıramamak; sosyalist aydınlarla işçi sınıfını bir araya getiremiyor. İşin tuhafı, hareket noktası 'üretim gücü' yani işçiler olacağına, bizde aydınlar oluyor, onlar da ilericilikle Batıcılığı karıştırıp durduklarından, işçilerin güvenine sahip değil! Sonuç: Halkla aydın arasındaki uçurum, sosyalizmle halk arasındaki uçuruma dönüşüyor."


ATTİLÂ İLHAN


***


   "Şap-şap kalabalık aydınları sevmeye yanaşmıyor. Sadece kendisi gibi düşünen, daha doğrusu düşünmeyen kaşmerdikozlara kucak açıyor. Gelgelelim aydınlar da birbirlerinin arasını çomaklıyor. Topunda da yürek, yürek değil, Haymana ovası." 


SALÂH BİRSEL
(Aynalar Günlüğü)






Merhaba!

12 Aralık 2021 Pazar

BİR ÖYKÜYDÜM SADECE

 


Edremit'in Tahtakuşlar köyünde sağdıcım,

Zeytin ağaçlarından denize doğru rüzgârlanan

Dargın bakışlarınızı uykularıma çizerek

Zamanı böldüğüm dağ yollarında,

Gerçeği kendi yüreğinde kanayan

Çaresiz bir yolcuyum, oraya doğru

Bir öyküydüm,

Gözlerinizde yazıla yazıla.


(...)


Bir vuruşta dağları devirip yol açan

Edremit'in Tahtakuşlar köyünde sağdıcım.

Bir öyküydüm, sadece...

Bir kahve sohbetinde söyleye söyleye

Kendi dudaklarında kanayan.



   Şükran Kurdakul şairliğinin yanında çok önemli bir edebiyat tarihçisiydi. Daha da mühimi önemli bir yazar örgütleyicisi. Vefasızlık her yanı alabildiğine kuşattığından yazınımıza hizmet eden bir kuşak çarçabuk silindi. Mustafa Nihat Özon, Raif Mutluay, Tahir Alangu gibi isimler unutulanlar mezarlığına gömüldü bir kere daha. O izleği kendi dünya görüşünde biçimlendirerek sürdüren bir edebiyat emekçisiydi Kurdakul.



   Ayvalık'ın tozlu yolları... Çamlık'a bir an önce varmak için sabırsızlanıyoruz. Yanımızdan hızla bir dolmuş geçiyor. İçinde siyah yemenili Yörük kadınları. Bir zeytin ağacının altında mola veriyoruz. Çok değil on dakika sonra Ege'nin heybetine kuşbakışı tahta bir masadan bakacağız. Şükran Amca "Ehlikeyfin keyfini ne tazeler?" diye soracak; onu kıkır kıkır, "Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler," diye yanıtlayacağım. Sonra beyaz bir kâğıt çıkartıp, söylediklerini yazacağım. 

  Şükran Amca'nın pazartesi günleri Cumhuriyet gazetesinde yazı günü. Ona asistanlık etme sorumluluğunu üstleneceğim. Yazı biter bitmez motora atlayacağız. Ver elini Cunda... Rakı, adabey balığı, kabak çiçeği dolması.

  Şimdi düşünüyorum da, kışın bir an önce bitmesini, yazın bir ipekböceği gibi kozasından sıyrılıp hemencecik gelmesini beklerdim. Gelsin de soluğu teyzemin yazlığında alayım diye. Teyzemin yazlığıyla Şükran Amca'nın yazlığı arasındaki mesafe yok denecek kadar az. Koşarak değil uçarak giderdim yanına.    

  Toplumsal sorumluluk karşısında özgür bir birey olmadı Şükran Amca. Daha açık söylersem, hayatını toplumsal sorumluluklardan koparmadan biçimlendirmeyi başardı. Bunu günümüz insanlarının sıkça başvurduğu süslü sunumlarla değil, içeriden, derinden bir kaynak suyu gibi ilerleyerek yaptı.

   Şükran Amca... Üniversite yıllarım boyunca düzenli olarak her ay harçlık yollayan... Ayvalık'ta bol yıldızlı bir gece... Rüzgâr esiyor, içim ürperiyor. Bir balıkçı ötede palamarı çözüyor. Kediler ısrarla balıkçıyı bekliyor.

   "Hey... Sait Faik'in kedileri bunlar..."

   Rakı kadehi elimde... Gülüşüyoruz.

   "İlerde yaz bunları..."

   "Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben çok yaşamam Şükran Amca."

   "Hadi oradan köftehor..."

   

   O benim gecemin en güzel, en parlak yıldızı artık. Zor zamanlarımda uzaktan el sallıyor. (EREN AYSAN - BirGün Gazetesi)





Merhaba!   

5 Aralık 2021 Pazar

ELLERİN İMECESİ



Resim: SÜLEYMAN KARAKUL




   Varsayalım, tablolar, desenler bırakmamış geriye. İmzasını taşıyan bir yazı, bir çeviri, bir şiir de. Sinemaya, belgesele de hiç bulaşmamış olsun. Heykel yontmuşluğu da yok, varsayalım. Ne Paris'te yaşasın, ne Picasso'yla, ne Chagall'la, Eisenstein'la, isimler uzar gider, dadacılarla, sürrealistlerle tanışıklığı, sosyalistlerle saf tutmuşluğu, Nâzım'la ahbaplığı olsun. Bunlar olmadan, bir Abidin Dino olur mu? Bana kalırsa, olur. Tarih ne der, bilemem.
   Bir tek sözcüğü yaygın dolaşıma sokmuşlukla, gün ışığına çıkarmışlıkla bile, Abidin Dino, kütüğe işlenmeyi hak eder: İmece. Bir dünya görüşünü beş harfe sığdıran, üreten halkın, Anadolu'nun yarattığı muhteşem sözcük. Ortaklaşmak, ortaklaşa, ortak, hep birlikte kotarılan iş, başkalarına fayda verme esasına dayanan çalışma, gönüllü yardım, dayanışma, karşılıksız emek payı... Tek bir kelimenin karşılığı, hüküm süren sisteme reddiyeyi ve alternatifini böylesine içerebilir mi?
   Genç Cumhuriyet'in aydınlar ve sanatçılar eliyle topluma uzanmaya çalıştığı bir programın parçası olarak, 1939'da Balıkesir'deydi Abidin Dino. Ressamlar da bir grup olarak, önceden saptanmış yörelere gönderilmiş, hem oraları resmetmiş, hem de bölge halkını, gelenek ve göreneklerini, yemeklerini, bitkisini böceğini incelemiş, özellikle de o yörede kullanılan sözcükleri derlemişlerdi. Bu derleme çalışmaları bir merkezde toplanıyor, gazetelerde dergilerde yayınlanarak, dilin zenginleşmesine katkı olabilecek öneriler listesine dönüştürülüyordu. Abidin Dino'ya da Balıkesir ve çevresi düşmüştü, "D Grubu ressamları"nı temsilen. 
  "Algıda seçicilik" diye bir şey vardı ki, içerdiği anlam nedeniyle çarpa çarpa "imece" çarpmıştı Abidin Dino'nun kulağına. 


   Abidin Dino'nun resimleri, desenleri, heykelleri arasında, eller ayrı bir yerde durur. Emeğin sembolü el. İş görmenin. İnsan olmanın. O ellerin kavuşması, parmakların kenetlenmesi, bizi yine başa götürür belki: İmece. Elbirliğiyle kurulan, onarılan dünya. (ASAF GÜVEN AKSEL - soL Haber)



 

Açınca kuş yuvası
Sıkınca yumruk olur
Kelebeği incitmez
Demir döven elimiz

(MEHMET BARIŞ)







Merhaba!

28 Kasım 2021 Pazar

AZİZ NESİNLİK

 

   Aziz Nesin, muhalif ve antimilitarist kişiliği ile tanındığı için pek çok kişi şaşırtıcı bulabilir ama Kuleli'den sonra Harp Okulu'na gider ve buradan mezun olur. (1937) Sekiz yıl da subaylık yapar. 1944'te bir şikayet üzerine cezalandırılır. Askerlikte kalmak istemez ve savunma yapmaz. Sonuçta ordudan ihraç edilir. Kazandığı emeklilik maaşını da reddeder.



   Gülmece öğesi onun ürünlerinde gerçekliğin kendisidir. Olağanüstü öncülüğü ve başarısıyla Türkçeye Aziz Nesinlik olay deyimini kazandırmış ve onu gülmece yazınımızın büyük ustası yapmıştır. Okuyanda düşünme ve değiştirme isteği uyandırmak amacıyla düş gücü zenginliğiyle yazdıklarında çağdaş dünya insanlarının sorunlarını anlatan, uyarıcı, sevgiye çağırıcı, kışkırtıcı bir büyük usta. (ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Gazetesi)


***


   6-7 Eylül utanç olaylarından bir süre sonradır. Yusuf Ziya Ortaç, "Akbaba Dergisi"nde Aziz Nesin'i ziyarete gider. Ama kapı duvar! Ertesi gün gelir. Yine aynı. Nesin yok yerinde.
   Sonra öğrenir ki o günlerin faturası Aziz Nesin'e çıkarılmış. Atmışlar cezaevine.
   Aziz Nesin de Yusuf Ziya Ortaç'a şöyle yazar demir parmaklıklar ardından.
  "İçimdeki cehennemi her yere taşıyorum. Her şeyim var, yalnız huzurum yok! İnanınız, bazen gerçekten ölümü özlüyorum. Niçin biliyor musunuz? Dinleneceğim diye... Ama bu dinlenmeden haberim olmayacak ki!"
   
   ***

   Sosyal medyada, "Dolar on lira olacak!" diye yazanlar yargılanır. Aralarında gazeteci Sedef Kabaş ve ekonomist Mustafa Sönmez de vardır. Duruşma ertelenir. Ancak onlar yargılanırken dolar on bir lira olmuştur.

   ***

   Bu ülkenin aydınlarına çileli hayatı dayatmamızın ardında ne var? Nedeni çok basit! Bu çatışma bizden daha geri ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır. Genellikle de ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı siyasal bir gelenek halini almıştır. 
   Osmanlı'da aydınlar, sürekli olarak, makalelerinde, "hürriyet, müsavat, mübareze" sözcüklerini kullanır.
   Şimdi ise aydınlar başka sözcükler kullanır yazılarında: "Özgürlük, eşitlik, mücadele..."
   Anlam aynı anlam! Dert aynı dert!

   ***

   Yıllar evvel şair Mehmed Kemal, kendi dönemini anlattığı kitabına "Acılı Kuşak" adını koymuştu.
   Ne değişti?

   (EREN AYSAN - Cumhuriyet Gazetesi)





Merhaba! 

21 Kasım 2021 Pazar

BATI'NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

 

   Polonya-Belarus sınırında yaşanan sığınmacı trajedisi tekil değil. Dünyanın dört bir tarafında benzer sahneler yaşanıyor. Daha iyi bir yaşam umuduyla Doğu'dan Batı'ya, Güney'den Kuzey'e doğru yaşanan göçü hiçbir bariyer durduramıyor. Kavimler göçünü aratmayan bu durum kapitalist-emperyalist sistemin eseri. Kapitalist sömürünün emperyalist saldırganlığı ve despot rejimlerin hükmü sürdükçe, 'yeryüzünün lanetlileri'nin göçü de devam edecek.


(Fotoğraf: AA)


   Kapitalist-emperyalist dünya sisteminin açlığa, savaşlara, çatışmalara mahkûm ettiği milyonların daha iyi bir yaşam umuduyla yaptığı yolculuk devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistemin kriziyle birlikte bu göç akını son yıllarda daha da artmış durumda. Yoksulluğun girdabında debelenen güney yarım küreden kuzeye, doğudan batıya doğru yaşanan göç akını adeta 'kavimler göçü'nü andırıyor.

   Her yıl on milyonlarca kişi savaştan, çatışmadan, açlık ve yoksulluktan dolayı yerini, yurdunu terk ederek gelişmiş ülkelere gitmeye çalışıyor. Daha fazla kâr, daha fazla sömürü uğruna eşitsizliği, adaletsizliği her geçen gün daha da derinleştiren egemenler, 'yeryüzünün lanetlileri'nin bu akınını durdurmak için seferber olmuş durumda. 

   Sermayenin serbest dolaşımı için sınırları kaldıran Batılı emperyalist ülkeler, söz konusu yoksullar olunca sınırlara duvarlar örüyor, tel örgüler çekiyor, muhafız güçlerine milyar dolarlar akıtıyor. Yeter ki kendi müreffeh adalarına 'baldırı çıplaklar' gelmesin. 

   Avrupasından Amerikasına, Avustralyasından Kanadasına küresel köyün efendisi güç merkezleri göçmen dalgasını kırmak, engellemek için bayraktarlığını yaptığı 'insan hakları', 'serbest dolaşım', 'özgürlükler' gibi her türlü değeri ayak altına alabiliyor. Sınır boylarında muhafız alayları, paramiliter milisler, ırkçı faşist gruplar duvarları aşmaya çalışanlara saldırıyor, dövüyor, öldürüyor.

   Bugün kitlesel şekilde yollara düşmek zorunda kalarak mülteci durumuna düşen Iraklılar, Filistinliler, Afganistanlılar, Suriyeliler, Somalililer, Yemenliler, Sudanlılar, Malililer, hepsi emperyalist yıkım politikalarının sonucu. Egemenler ülkelerini ateşe attıkları milyonları, ülkelerine sokmak istemiyorlar. 

   (...)

   Göç Araştırmaları Derneği kurucularından, akademisyen Doç. Dr. Polat S. Alpman göçmen akışını değerlendirdi. Alpman, "Birdenbire dünyada niye göç dalgası başladı dersek en temel nedeni eşitsizlik ve ayrımcılık politikasının sürdürülemez hale gelmesi. Kapitalizmin 'altın çağı' bitti ve cehennem eşiğine geldik. Bu eşiğin en ağır faturasını en yoksul ve en ezilen halklar ödüyor. Bu onların tek başına taşıyabileceği yük değil" ifadelerini kullandı.

   Uygulanan politikalara dikkat çeken Alpman, "Dünya sürekli hareket etmeye uygun değil fakat bu eşitsizliğin de giderilmesi lazım. Onarıcı politikalar geliştirmeden sadece göçü önlemeye yönelik politikalar geliştirmeye çalışmak sonuç üretmez" dedi. 

   Göç dalgasına karşın devletlerin sınırları yükseltmesinin çatışmayı arttıracağına vurgu yapan Alpman şu ifadeleri kullandı: "Dünyadaki eşitsizlik giderek artıyor. Radikal ayrımlar var. Mesela bir taraf Mars'a giderken bir tarafta da onların yağmur suyunu almaya çalışan şirketler var. Giderek yoksullaşan, en temel sağlık ihtiyaçlarını gideremeyen geniş yığınlar ve kalabalıklar var. Savaşlara, ekolojik afetlere temas etmeden sadece bu ekonomik eşitsizlik bile çok ciddi bir tablo çıkarıyor karşımıza. Bunu çözmenin yolu sınırları güçlendirmek, sınırları yükseltmek değil. Bu politika sadece çatışmayı arttırır ve dünyanın gittiği yer de bu. Polonya sınırında yaşanan da bunun bir örneği. Devletler göçmenleri koz olarak kullanıyor. (İBRAHİM VARLI - BirGün Gazetesi) 


Karikatür: SAİT MUNZUR




Merhaba!

14 Kasım 2021 Pazar

KÖYLÜLER

 


Resim: SÜLEYMAN KARAKUL



   Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı'nı "kurtuluş savaşlarının babası" olarak tanımlayan Ceyhun Atuf Kansu'nun, "Kurtuluş, Uyanış, Direniş" adlı kitabındaki en dikkat çeken makalelerden biri olan "Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Köylüler"deki şu saptaması çok önemli:
   "Ulusal kurtuluş savaşlarının evrensel iki gerçeği vardır: Bu savaşların vurucu, savaşçı gücü yurtsever aydınlarla birlikte, köylülerdir. Ve bu köylüler, bağımsızlıkla birlikte toplumsal bir değişim, gerçek bir kurtuluş adına savaşmaktadırlar." (BARIŞ DOSTER - Cumhuriyet Gazetesi)


***


   "Köy Enstitüleri dünyada tektir"

    (Köy Enstitüleri) Kırsal kesim için sadece öğretmen yetiştirmedi. Aynı zamanda üreten, araştıran, kurulu sömürü düzenini sürdürmek isteyen sermayeye, büyük toprak ağası ve tefeci-bezirganlara karşı savaşım veren; halkı bilinçlendiren bir "eylem insanı" yetiştirdi.
    Enstitü mezunu öğretmenlerin görevi, bulundukları köylerde öğrencileri yetiştirmekle sınırlı değildi. Yürekleri insan ve vatan sevgisiyle çarpan bu inançlı öğretmenler, umutsuzluğa ve yoksulluğa karşı tek başına savaş verdikleri gibi; genç kuşakların da daha iyi bir dünyanın kurulmasına yardım etmeleri için, onlara inanç ve cesaret vermeye çalıştı.
   Çok yönlü yetişmiş, halkın her türlü sorunlarıyla yakından ilgilenen ve çözüm yolları üreten, aydın, yurtsever devrimci ve sosyalist bir "önder" yetiştirdi. Dünyada hiçbir ülkede öğretmen yetiştiren kurumlar, Türkiye'de enstitülerde olduğu gibi, çok yönlü bir "önder" yetiştirmedi.
   Enstitülerdeki eğitim anlayışını, sosyalist ülkelerde uygulanan eğitim anlayışından ayıran tek özellik, sadece öğrencilerine ders veren öğretmen değil; kırsal kesimin ve toplumsal yapının her türlü gereksinmelerine yanıt verecek çok yönlü bir "önder" yetiştirmesidir. Böyle bir öğretmen yetiştirme sistemi, dünyanın hiçbir ülkesinde ne önce ne de şimdi yaşama geçirilmedi. (Prof. Dr. ALİ ARAYICI - BİRGün Gazetesi)


***


   Meclis Başkanı Karabekir hop oturup hop kalkıyordu:
   "Aman arkadaşlar, köy şehir ikiliği yaratmayalım. Anadolu'nun saf temiz halkını bozmayalım. Köylüsü şehirlisi bu memleketin evlâdı değil mi? Sırasında omuz omuza savaşmıyorlar mı cephede? Yalnız köy çocuklarını okutan mektep olmaz. İkilik yaratmaktır bu... Memleket için çalışalım..."
  Bu gerekçeyle köy çocuklarının okutulmasına, köy eğitimi sorununun çözümüne karşıydı. Tehlikeli buluyordu köylünün uyanmasını...
   Demokratlar yırtınıyordu alanlarda:
   "Köylü vatandaşlara sırtlarıyla taş taşıtarak okul yaptırmak ne demek? Zulümdür bu... Angarya insanlığa aykırıdır. Demokrasii... İnsan hakları... Hürriyet!.."
   Sanırdınız ki Karabekir de, Demokratlar da, o zamanki iktidar partisinin sağ kanadıyla, bu kanadın Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin de köylü için, memleket için çırpınıyorlar. Sanırdınız ki niyetleri tüm vatandaşları eşit haklara, nimetlere kavuşturmak...
   Yirmi yıldan fazla bir zaman kaybından sonra en ağır işleyen kafalar bile azmaya başladı. İmam Hatip okulculuğu, İslâm enstitücülüğü, "birlik"çilik ne demek biliniyor. Nutuklarda köylüden yana görünmenin ağızdaki lokmaya göz dikmiş tilki nağmeciliği olduğu anlaşıldı. Hâlâ hastane, okul, hükümet kapılarında canlarını terleyenler köylerine politikacı sokmama yolunda...
   Karabekirler, Reşat Şemsettinler, Demokratlar memlekete yapacaklarını yaptılar... 
   (MEHMET BAŞARAN - Tonguç Yolu: Köy Enstitüleri: Devrimci Eğitim / Varlık Yayınları - 1974)


***


Karikatür: SEMİH POROY



   Mehmet Başaran'ın öğretmenliği de köy enstitülerinin akıbeti de en çiçekli en meyveli zamanlarında filiz kıran fırtınasının gadrine uğramadılar elbet! Miskin Adem oğulları tarafından filizleri, yeşil yeşil dalları da kırılmadı! Demokrat Parti'nin ağaları, vekilleri tarafından başlarına pişmiş tavukların başlarına gelenlerden daha beteri getirildi. Öğretmenler, öğretmen adayları apar topar askere alındılar, suçlularmış gibi sürüldüler, kelepçe vuruldular, yedek subaylık hakları "görülen lüzum üzerine" ellerinden alındı. Yokluktan, yoksulluktan kendi elleriyle yaptıkları okulları, işlikleri, uygulama bahçeleri, kütüphaneleri tarumar edildi.
   (Mehmet Başaran'ın kitabı) Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi, Türkiye'nin aydınlanma mücadelesinin nasıl örselendiğinin anlatıldığı öykülerden oluşuyor. 
   Bu dünyada Olimpos'ta oturduklarını sananların rahatlarını kaçıran ateşi, aydınlığı halka taşıyan Anadolulu genç Prometeusların öyküleri...
    Topraktan öğrenip, kitapsız bilenlerin öyküleri...
   Tarlaları sürenlerin, ekin biçenlerin, kızgın ateş karşısında demir dövenlerin, nasırlı elleriyle ekmek yoğuranların, dağa bele yol döşeyenlerin, yerin yedi kat altından maden çıkaranların, makineleri yürütenlerin...
   Çocukları okutulmak istenmeyen, düzgün evlerde, insanca işlerde, hastaneli, bahçeli, okullu kentlerde yaşatılmak istenmeyen, parasız ameliyat edilmek istenmeyenlerin öyküleri...  
   Ağaların, beylerin Anadolu halkını köleleştirememelerine duydukları öfkeyi, pırıl pırıl köy çocuklarının enstitülerden oyunlarla, hilelerle horlanmalarının öyküleri... Bu taşa, bu toprağa, bu garip başa diye saçtığı tohumlardan ekmeklik buğdayını dahi çıkaramayıp, silkim zamanı zeytin ırgatlığına gidenlerin yokluk, mecbur insanlık öyküleri... 
   (ÜMİT CİNGÖZ - Cumhuriyet Gazetesi)  


***


BAŞAKÇILAR

   Silkim sona ermiş, aylardan beri duyulan sırık sesleri dinmişti. Başlarına gümüş pullu yazmalarını sarmış, etekleri püsküllü, alacalı önlüklerini bellerine dolamış Türkmen kızları, solgun çarşaflı göçmenler, ırakların perişan kılıklı, yorgun yüzlü garipleri zeytin arasında görünmüyordu gayrı. Suyu çekilmiş değirmen ıssızlığı çökmüştü kırlara yeniden.
  Biçilmiş buğday tarlaları gibi, bomboş uzanıp gidiyordu zeytinlikler. Toplanan taneler sıkılmaya başlayalı epey olmuştu. Tayfalar az önce geçmişçesine, yaprak, dal döküntüleri içindeydi yerler. Öğlen yemeği yenmiş bazı ağaçların dibinde, soğan kabukları, kirli çaput parçaları görünüyordu.
    Başak, ovanın başak vaktiydi şimdi...
   Birer gölge gibi dolaşanlar vardı iç yanlarda. Bir şeyler yitirmişçesine telaşlıydılar. Her taşın, oyun, yaprağın dibini yokluyorlardı heyecanla. Yoksul erkekler, yaşlı kadınlar, ikide bir ellerini hohlayan okul çağında çocuklardı bunlar. Kiminin elinde bir sepet, kiminin de kirli bir torba vardı. Gömü bulacakmışçasına, yerleri tırım tırım arıyor, bir ağacın dibinden öbürüne, birbirlerinden önce varmaya çalışıyorlardı. "Başakçı" deniyordu onlara. Tayfaların unuttuğu, görmediği taneleri topluyorlardı. Çakıldan çakıla sekiyorlardı umutla...
   Küçük de olsa, önemliydi işleri. Üç oradan, beş buradan, bakarsın bir iki yöğmiye doğrultulabilirdi. Ha n'olurdu biraz daha fazla döküntü bıraksaydı şu tayfalar! 
   (...) yılda bir kez başakçıların oluyordu koca zeytinlik. Bir acı zeytin tanesi, hiçbir zaman onların avucundaki kadar değerli olmamıştır... 
   (MEHMET BAŞARAN - Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi / Yazko - 1983)






Merhaba!

7 Kasım 2021 Pazar

JEAN - JACQUES ROUSSEAU

 

  - Bugün yalnız kalmışsın. Sana arkadaşlık edeyim. Nereye gittiler?

  - İstasyon lokantasına.

 - Hımm! Trencilerle ahbaplık edecekler. Birlikte gitmeliydin. Eğitimciliği meslek edinen insanın her sınıf halkı yakından tanıması iyi olur. - Baksana yavrum! Garson! Bir kırkdokuzluk. - Rousseau gibi, çocuğu çevresinden ayırıp da yetiştirme olanağı bulunmadığına göre... - Sen içmiyor musun?

  - Hayır.

  - Pekâlâ. Ben insanları tabiatlarının dışına çıkmaya zorlamam. Ne diyordum?... olanak bulunmadığına göre, çevreyi şöyle bir gözden geçirmek yararlı olur. Madem ki çocukları dış hayattan ayıramıyoruz, öyleyse onlara hayatı göstermeliyiz.

   - Ya hayat kötü ise?

  - Kötüyü gösterir, iyiyi öğretiriz. Ben felsefe hocası olsaydım, bir yandan çocukları yer yer gezdirir, bir yandan da onlara Rousseau'yu okurdum.

   Süleyman güldü:

   - Yalnız Rousseau'yu mu?

   - Evet, yalnız Rousseau'yu. Düşünmek isteyen insan için Rousseau bir hazinedir.

   - Fakat her zaman aynı adamın düşünceleri üzerinde düşünmek, düşünmek değil, geviş getirmektir.

   - Geviş getirmek ha? Bunu Rousseau için söylüyorsun öyle mi?

   - Kim olursa olsun! Bir tek insana bağlanmak, kafayı bir tek kalıp içine sokmaktır.

  - Geviş getirmek! Kalıp içine sokmak! Öyleyse sen Rousseau'yu tanımıyorsun daha. On kişide parça parça bulacağın şeyleri onun bir kitabında bulabilirsin. İstibdadı mı anlatmak istiyorsun? Rousseau onu çoktan anlatmış: "Zorbalık yönetimi, uyrukları mutlu etmek amacıyla yönetecek yerde, hükmetmek için onları sefil hale sokar." Özgür olmayışın sonucunu mu öğrenmek istiyorsun? Oku: "Bir ulus, sadece boyun eğeceğine söz verirse, bu hareketiyle kendisini dağıtır, ulus olmaktan çıkar." Bir tartışma konusu mu gerek? Al sana: "İnsanlık mı yüz kadar adamın malıdır, yoksa bu yüz kadar adam mı insanlığın malıdır? Bazı kimseler..."

   - Yine Rousseau.

  - Evet, Rousseau. Hep Rousseau. Her zaman Rousseau. Onda ne yoktur ki? Hayat, devlet, sanat, her şey, her şey...

   (CEVDET KUDRET - Havada Bulut Yok)




Rousseau'nun mezarında, "Burada doğanın ve doğruluğun adamı yatmaktadır" yazar.

  

 Jean-Jacques Rousseau, döneminde ve günümüzde düşünceleri ve özel yaşamı nedeniyle şiddetli eleştiri ve saldırılara uğramış olan bir düşünürdür. 

   Öncelikle vurgulanması gereken Rousseau'nun bir siyaset yazarı olduğudur. 

   İtiraflar' da Venedik'te bulunduğu yıllarda, "Her şeyin köktenci bir biçimde siyasete bağlı olduğunu gördüm." der. Emile' de ise "Bunalım ve Devrimler yüzyılına yaklaşıyoruz" öngörüsünde bulunur.

   Haber verdiği Fransız Devrimi, "sadece tek bir ulusa değil, bütün insanlığa eşitlik ve özgürlük kapılarını aralayan bir dönüşüm olarak yorumlanmıştır."

  Rousseau, Toplum Sözleşmesi' nde halk egemenliğini ve yurttaşlar arasında eşitliği gözeten düşünceleriyle  Devrim'i doğrudan etkilemiş ve bunun sonucunda Devrim'in düşmanları ve liberaller, Rousseau ve özellikle Toplum Sözleşmesi' nde baskıcı, Terör Dönemi' ni esinleyici ögeler görmek istemişlerdir.

  Devrimin sağladığı kazanımlardan ve eşitlikten yana olanlar ise Rousseau'yu özgürlüğün ve demokrasinin düşünürü olarak selamlamışlardır.

Rousseau ilk gerçek devrimcidir. (Arnold Houser)

  Rousseau ilk söylevinde, bilimler ve sanatların "insanların zincirlerini çiçeklerle örten ve kralların tahtlarını güçlendiren" bir metaya dönüştüğünü savunur. Ona göre "Kötülüğün ilk kaynağı eşitsizliktir."

   Eşitliğin olmadığı, acımasız rekabetin, bencilliğin, zenginleşme hırsının egemen olduğu toplum durumunda yarı aydınlar, türdeşlerinin üzerlerine basarak sivrilmek isteyenler için bilim ve sanatlardan bir kötülük kaynağı yaratırlar.

   Bu koşullar altında sanat, edebiyat, bilim ve felsefe güçlüler ve zenginlerin hizmetindedir. "Fransız Devrimi'yle tarihte ilk kez bilim ve teknoloji halkın ve devrimci güçlerin kontrolüne geçmiş ve toplumsal ilerleme yönünde kullanılmıştır." 

   (MUSTAFA HAZIM BAYKA - Cumhuriyet Kitap)




Merhaba!

31 Ekim 2021 Pazar

MODERN ZAMANLAR!

 

Anımsa, 'sahte cennetler' demişti Baudelaire

oysa ne haşhaş ne afyon

uyuşturabilir insanı

modern zamanların uyuşturduğu kadar

bu ilgisizlik, bu cehennem

gözler ekranlara kilitli, hepimiz

kendi tabutumuza bakar gibiyiz.

TUĞRUL TANYOL


***




   1.
  Birleşmiş Milletler 76. Genel Kurulu 100'den fazla devlet ve hükümet başkanının katılımıyla başlarken, Genel Sekreter Antonio Guterres açılış konuşmasında dünya liderlerine pandemi ve iklim krizi konusunda uyarıda bulundu.
   Dünya liderlerine, "Tehlike çanlarını çalmak için buradayım. Dünyanın uyanması gerekiyor. Uçurumun kenarındayız ve yanlış yönde ilerliyoruz" uyarısıyla konuşmasına başlayan Guterres, "Dünyamız hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı" dedi. Covid-19 salgınından iklim krizine, Afganistan, Etiyopya, Yemen ve diğer ülkelerdeki krizlerden insan hakları ihlallerine, bilime yönelik saldırılardan aşı dağıtımındaki eşitsizliklere kadar birçok konuya değinen Guterres, "Dünyanın bazı yerlerinde son kullanma tarihi geçmiş, kullanılmamış Covid-19 aşılarını çöpte görüyoruz. Bazı ülkelerde aşı bolluğu, diğerlerinde boş raflar. Zengin ülkelerin çoğunluğu aşılandı. Afrikalıların yüzde 90'dan fazlası hâlâ ilk dozunu bekliyor" diye konuştu. (A.A) 


***


   2.
  Muhteşem, matematiksel, geometrik temelli, yeryüzündeki bütün canlıların kodlanmış olduğu bir kâinat içinde yaşıyoruz.
   Mezopotamya'da, Güney Amerika'da çağlar önce ilk şehirleri kuran insanlar evrenin yasalarına göre yaşıyorlardı. Zihinsel kavramları doğaya sevgiyle yaklaşmak, her canlıya saygı duymaktı.
  İlk uygarlıkların insanları doğayı tapınak haline getirmişlerdi ve onun canlı olduğunu biliyorlardı. Hitit uygarlığı bireyleri savaşmayı bile bilmiyorlardı. Yalnızca bir kez Mısır'la savaştılar hepsi o kadar.
   (...)
   Öte yandan bugün bize miras kalan parçalanmış, tüketilmiş bir doğanın başkaldırışını izliyoruz.
   Ve asırlar sonra ilk kez onun canlı olduğuna tanıklık yapıyoruz.
  21. yüzyılın mirası, savaşlardan harap düşmüş, yağmadan nasibini almış, birbirini durmadan öldüren toplumun yozlaşmış ölü dünyası.
  (...)
  Modernizm süreçleri boyunca yaşanan dual dünya algısındaki gibi "Sadece ben varım, karşımdaki cansız doğayı ben yönetirim, istediğim gibi kullanırım, yıkarım, yakarım, dağıtırım, ben yeryüzünün sahibiyim" tavrı dünyayı felaketlere sürükledi. Bu düşünce tarzı faşizmdir. (GÜNSELİ İNAL - Cumhuriyet Kitap / Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)


***


    3.
  Oktar Türel, Küresel İktisadi Tarihçe: 1980-2009 (Yordam Kitap / 2021) isimli incelemesinde kapitalizmin tomografisini çekiyor, kesitleriyle.
    (...)
  Bir vurgusundan başlayalım: "Sermaye hareketlerinin serbestleştiği ve finans akımlarının ticaret akımlarını fazlasıyla aştığı bir dünya!" Başka deyişle, 'her ülkede kapitalizm!'
   Burada ana parça sermayedir, bütünüdür. Bütünün zaman içindeki hareketi 1980'den başlayıp bir yeni 'sermaye rejimi' yaratmıştır. Tüm elemanları, kurumları, araç-gereçleri, yasakları ve kendine özgü 'serbestliği' ile dünyayı 'kendisi için' kurgulamıştır. 
  Sermayenin birikim motorunda ana piston finanstır, durdurulamaz şekilde. Ticaret buna göre yeniden (dünya çapında) örgütlenmiştir.
  Bu doku kendi içinde nasıl besleniyor? Odak noktasında kapitalizmin şirketleri var, sermaye stokunun (üretim araçlarının) sahibidirler. 
   Kapitalizm borçlandırarak işler: Şirketlerin yükümlülüklerine (hisseler, borçlar) finansal aracılar (bankalar, sigortalar, fonlar) sahiptir.
    Dokudaki hane halklarının varlıklarının karşılığı ise finansal aracıların (mevduat, vs.) yükümlülükleridir.
   Finansal aracılar (ve onların 'olmazsa olmaz'ı, finans piyasaları) şirket sermaye varlıklarının değerlerini belirlerler ve yakıtı (kredi) sağlarlar. 
   Hane halklarının emekçileri ise sermaye tarafından ayarlanan ücretleriyle yaşarlar, borçlanmakla hep yüz yüzedirler.
   Püf nokta, şirketlerin yarattıkları gelirlerden (ve kârlardan) daha çok borçlanmalarıdır. Hep gelirden daha çok borç! Kime? Finans kesimine. İkinci püf nokta ücretlerin düşük düzeye ayarlanmasıdır.
   Basitçe, kapitalizmin 1980 sonrası böyle işleyebilmektedir... (BİLSAY KURUÇ - Cumhuriyet Kitap)


 


Merhaba!

24 Ekim 2021 Pazar

SOĞUK SAVAŞ DEMOKRASİSİ

 



  O yıllarda acı bir yel esiyordu... Her birimiz bir yere savruluyorduk önünde... Demokrasi geliyordu ülkemize... Demokrasi geldikçe de her korkulan kalemin üstüne biraz zehir, biraz zıkkım serpiliyordu... (MEHMED KEMAL - Acılı Kuşak)


***


  İki türü var demokrasinin: Biri zor olanı, gerçek olanı. Öbürü de kolayı, oyun olanı. Bu ikincisidir, sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin, toprağı, işi olsun olmasın, demogoji ile serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. (İSMAİL HAKKI TONGUÇ)


***


   Demirtaş Ceyhun, Soğuk Savaş Yazıları adlı kitabında şunları yazmıştı:

   "1950 yılında 'atom bombası'nı yaparak 'dehşet tekeli'ni elinden alan Sovyetler'e karşı yeni bir sıcak savaşı göze alamayacağı için, Amerika'nın 'McCarthy' hareketi ile başlattığı bu 'Soğuk Savaş'... özellikle Sovyetler Birliği'ni kuşatan Müslüman ülkelerde yaşanmıştır asıl. Dolayısıyla da Batılı aydınlar zaten yaşamlarını doğrudan etkilememiş bu olguyla fazla ilgilenmemişlerdir. Bu nedenle 'Soğuk Savaş' da bizim sorunumuzdur ve 'Soğuk Savaş' ile yeterince hesaplaşılmadan gerçeğimizi kavrayabilmemiz bizce kesinlikle olanaksızdır."
   Bizim de payımızı alarak son yetmiş yıldır yaşadıklarımız, Soğuk Savaş'ın artığıdır.
   O dönemden kalan cahillik (bilgisizlik), duyarsızlık, bağnazlık, din bezirgânlığı, kişisel çıkar, daha önceki yüzyıllarda toprağımızın insanlarına yaşatılmış olan bin yıllık uykuyla birleşince, cennet ülkemizin cehenneme dönüştürüldüğü günlere geldik. (ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Gazetesi)


***


   "Batı'nın Türkiye karşıtı tutumu, postmodern Haçlı seferidir. Bu saldırıya, selefi - köktendinci söylemle karşı çıkmak, Batı'nın elini güçlendirir. Türkiye bu saldırıyı, Atatürk çizgisiyle, 29 Ekim 1923 kuruluş felsefesiyle göğüsleyebilir. 29 Ekim 1923; ekonomisi, bürokrasisi, ordusu, yargısı, kısacası tüm kurumlarıyla milli bir devlet tasarımıydı. Türkiye'nin kuruluş mimarisi, keyfi bir tercih olmaktan öte, tarihinin dayattığı bir zorunluluktu."
   (...)
  "Düşünsel ve kurumsal anlamda, kuruluş denkleminden uzaklaşan bir devlette neler yaşanacaksa, Türkiye onları yaşamaktadır." (HÜSEYİN ÖZBEK - Utancı Anıtlaştırmak / Doğu Kitabevi)





Merhaba!

17 Ekim 2021 Pazar

SANATIN GÖREVİ

 

   Türkiye'nin 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül Darbesiyle çemberine sokulduğu piyasa ilişkileri, kültürel alanı, özellikle edebiyatı metamorfoza uğrattı. Topluma ve insana duyarlı edebiyatın yerini, büyük sermaye yayınevlerinin pazarladığı bestseller edebiyat aldı. Kapitalist zihniyete uygun bireycilik, akıl ve ilerleme düşmanı Postmodernizm, estetik ve ahlaki referansları kaybolmuş bu edebiyatın temel özelliklerini oluşturdu. Yeni kuşaklar, gerçekçi edebiyatın varlığından habersiz bırakıldı. (ATİLLA KÜÇÜKKAYIKÇI - BİRGün Gazetesi)


***


   "Burjuvalaşmış teknik karşısında ezilen, yok olan insanlar benim insanlarım olmuştur. Ben, aydınlık, umut dolu, okuduğum zaman bana yaşama sevinci, kötülüklerle savaşabilme gücü veren romanları seviyorum. Üst yanı fasa fisooooo."


ORHAN KEMAL
(Fotoğraf: ARA GÜLER)



   İlk baskısı 1957 yılında yapılan Kardeş Payı öykü kitabı, 1958 yılında "Sait Faik Hikâye Armağanı" aldı. 19 öyküden oluşan kitapta "Pırıl Pırıl" öyküsünden küçük bir alıntı bize Orhan Kemal'in hayatla kurduğu ilişkiyi çok güzel anlatıyor:

   (...)
  Yaklaşan ev kirasıyla delik pabuçların mosmor sıkıntısı başladı şimdi. Ne yapmalıyım? Nereye gitmeliyim? Nasıl kurtulmalıyım bu mosmor sıkıntıdan?
   Dar, eğri, çamurlu sokaklardan ağır ağır dönüyorum. Meydanlık. Hâlâ çift kale oynayan küçük futbolcular...
  Yeni bir sokakta, çürümeye terk edilmiş bir kamyon enkazının yanı başındaki küçük öğrenciler dikkatimi çekiyor. Yere diklemesine koyduğu tahta çantasına oturmuş kısa pantolonlu bir öğrencinin etrafına halka olmuş, onu dikkatle dinliyorlar.
  Çocuğun gözünde gözlük, yüzünde bir bilimadamının ağırbaşlı ciddiliği var. "Proton, pozitron, nötron"lardan bahsediyor. Az daha sokuluyorum. "Konferans"ını kesmiyor; atom, proton, nötron, pozitron, maddenin yapısı, atom çekirdeği...
  Elindeki paslı jiletle "atomun nasıl parçalandığını" göstermeye çalışıyor. Dizleri üzerinde bir mermer parçası, mermerin üstünde de jiletin boyuna parçalayıp ufalttığı bir kurşun çubuk!
   Merakım hayranlık derecesine yükseliyor. Adi bir jiletle atomu parçalayıp çekirdeğin içindeki gücün çıkarılmaya çalışılması hiç de komik gelmiyor. Tersine. Sevincimden hüngür hüngür ağlamak, bangır bangır nutuklar çekmek istiyorum.
    O...usuz, p.....nksiz, gamsız, kedersiz, pırıl pırıl yarınlara olan inancım şahlanıyor.
 Mosmor sıkıntının anasını satmışımdır artık. Artık sabun balonları üfleyebilir, kırlarda doludizgin çember çevirebilirim.
   Futbol oynayabilirim be futbol!

   ***

  "Adi bir jiletle atomu parçalayıp çekirdeğin içindeki gücün çıkarılmaya çalışılması"ından hayata, insana ve onun geleceğine tutkuyla inanan bir insandan başka kim böylesine coşku duyabilir? "Aman işte çocuk kafası" deyip de geçmez ve en ağır sorunlarını bile bir anda unutup kıvançla dolabilir?
   İşte Orhan Kemal'in sırrı... (soL Haber)


***


1.
Yıldızların, çivilediğin yerdeler,
Bulutların, eksik olmasınlar,
Hep aynı minval üzere, senden gelip sana giderler.

2.
Güneşin böler günlerimizi
Bir portakal gibi ortasından ikiye
Yarısını kulların yer, yarısını geceler.

3.
Denizlerin senin elinle doldurduğun kasede çalkalanmaktadırlar,
Ne bir damla artmış, ne bir damla eksilmişlerdir.

4.
Dağların bizim ayağımıza çok bol geldi;
Onları bir defa bile giyen olmadı.
Daha dün elinden çıkmış gibi hepsi yepyeni
Şimdilik eskiyen bir şey varsa ömrümüzdür!

(...)

8.
Toprağında hep aynı lezzet,
Hep o kahrolası, o çıldırtıcı, o obur bereket;
Yedi kat yerin dibinde hep aynı muamma, aynı kasvet, aynı hüzün.
Ve hep aynı meyve, aynı dilimler, aynı hediye gündüzün
Başımızın üstünde aynı bulutlar.
Ve hep o külâh gibi kulaklarımıza kadar geçirilen gökyüzün.
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Bize her gün yeni bir beşik, yeni bir ömür
Sana göz bebeklerimi gönderiyorum,
Âdem Babamıza götür
Zahmet olmazsa, onları kafasındaki boşluğa taksın;
Şöyle evire çevire bir baksın
Ve söylesin sana intibalarını.
Bunlar aynı göz bebekleri değil Tanrım!
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Fakat bu gözbebekleri neler gördü,
neler gördü, neler!...


BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU


   Dağların bizim ayağımıza çok bol geldi / Onları bir defa bile giyen olmadı / Daha dün elinden çıkmış gibi hepsi yepyeni / Şimdilik eskiyen bir şey varsa ömrümüzdür... Önünde uzanan İskilip'in dağlarını görmeden önce bu dizelerle anlatmıştı dağların içinde uyandırdığı coşkuyu Yaradana Mektuplar'da. İşte burada, İskilip'te yepyeni duruyordu dağlar hâlâ. İnsanlık ise günden güne eskiyordu. Hatta çirkinleşiyordu. Az ötede görünen köy okulunda öğrenciler atmosferde bulunan gaz oranlarını öğrenirken, Auschwitz'te ince ince yapılan ayarlarla gaz odalarında insanlık katliamı yaşanıyordu. Aynı gaz oranlarıyla hepimiz ölüyorduk biraz. İleride "insanlığın kara lekesi" diye anılacağından şüphe götürmez bir çağda yaşamak bize düşmüştü. Salt yaşamak yetmezdi. Dağların yepyeni duracağı fakat bizim ömrümüzün vefa etmeyeceği başka çağlara anlatmak gerekirdi bu kara lekeyi. Elbet bugünlerin resimleri çizilecek, şiirleri yazılacaktı. Nâzım boş yere çekmiyordu ya mahpusluğu. Sanatın görevi de bu değil mi zaten? Nesnel dünyanın özümlenişiyle ortaya çıkan sanatsal yansılar, toplumun pratik etkinliği için bir araç olmadıktan sonra neyleyim ben öyle sanatı... (MÜJGAN TEKİN & VİLDAN TEKİN - Karadut / A7 Kitap)




***


"Sanat, insanın kendine verebileceği en büyük sevinçtir."

KARL MARX







Merhaba!

10 Ekim 2021 Pazar

CANLANDIRILACAK HÜMANİZM


EDGAR MORIN


   (...) Covid-19 pandemisi sosyal, psikolojik, ekonomik ve kültürel bir kriz hâlini aldı. Morin'in deyişiyle hepsinin toplamından oluşan devasa bir kriz yarattı. Morin'e göre Covid-19'un yarattığı megakriz, küreselleştirilen Batılı paradigmanın içine düştüğü buhranın bir sonucu. Biyosferi bozan, toplumu insancılığın dışına iten, ilerleme adı altında ekolojik felaketlere yol veren, siyaseti ve ekonomiyi de bu kervana takan paradigmayı, Covid-19 pandemisi sırasında biraz olsun düşünme fırsatı yakaladık. Fakat Morin, bunun yeterli olmadığını ve yolumuzu değiştirmek için çabalamamız gerektiğini söylüyor. Peki bunu nasıl başarabiliriz?

Doğanın sahibi ve efendisi olmadığımızı anlamamız gerekiyor

   Büyük bir yaşam krizi yaratan Covid-19 pandemisi sırasında, 'eski normal'e dönüp dönemeyeceğimizi tartıştığımızı anımsatan Morin, bunun da bir kriz hâline geldiğini, asıl tartışmamız gerekenin ise neoliberal kapitalist sistem ve onun hayatımıza yerleştirdikleri olduğunu belirtiyor. Olağanlaştırılan krizlere ve özgürlük-güvenlik ikilemine, tüketim kültürüne, dijitalleşmeye, ekonomi-ekoloji çelişkisine yoğunlaşma zorunluluğundan bahsediyor. Bu tartışmaların sağlıklı bir zihinle yürütülebilmesi, devrim ya da toplum projesinden önce, yazarın ifadesiyle bir yol değişikliği sayesinde mümkün olabilir.

   Morin, yeni bir politik-ekolojik-ekonomik-sosyal yoldan söz ediyor. Bunun merkezine ise toplumu insancıllaştırmayı ve yeniden canlandırılacak bir hümanizmi koyuyor. Yazarın yol tasavvurunda şunlar yer alıyor:

   - gıda, tarım ve doğa politikaları,

   - büyümenin ekoloji temelli sürdürülmesi,

   - refahın herkesi kapsayacak şekilde planlanması,

   - uzmanlığın ve liyakatin esas alınması,

   - ekonomik oligarşilerin iktidarının frenlenmesi,

   - yurttaş katılımlı demokrasi reformu,

   - dayanışma siyaseti,

   - benmerkezciliği terk edip sorumluluğu hatırlatma,

   - insan topluluğuna üye olma bilinci uyandırma,

   - göçmenleri ve yerli halkları koruma,

   - doğaya uygun yaşama,

   - su politikası üretme,

   - birliği ve çeşitliliği beraberce savunma,

   - dünya kimliği yaratma,

   - tehlike ve tehditlere karşı kişileri uyanık tutacak umudu yeşertme.

   Morin'in yol tasavvuru, ütopya ve gerçekçilik sınırında bulunuyor, umudu ve sevgiyi içeriyor. Bir megakriz ortamında yazarın önerileri, belki uzak geçmişten kalan romantik öğeler barındırıyormuş izlenimi verebilir. Fakat her büyük kriz ânında dönüp geçmişe baktığımız dikkate alındığında, tüm bunları es geçemeyiz...

   (ALİ BULUNMAZ - BİRGün Kitap) 


 

    

   

  








***


"Çalışmak bizi üç büyük kötülükten uzak tutar: Can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluk."

(VOLTAIRE, Candide ya da İyimserlik)


   (...) Candide, dünyanın en güzel gerçeklerinden birini, çalışmayı, emeği yücelten, üstelik insanlardan can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu alıp götüren bir gerçeği, İstanbul'da, yaşlı bir Türk bahçıvandan öğrenir: "Bahçemiz ile uğraşmamız gerekir."

   Bu özlü söz geniş anlamda ele alınırsa Voltaire'in okurlarına verdiği bir ahlak dersi olarak kabul edilebilir: Bahçemizi ekelim, temiz kentler inşa edelim, insanlar için yararlı ürünler yetiştirelim, kıraç toprakları tarıma açalım, kısacası Voltaire'in Ferney'de yaşadığı gibi bir yaşam sürelim. Üst tarafı ile ilgilenmeyelim.

    Yaşam ne çok iyi ne çok kötüdür. Yaşamı böylece kabul etmek ve olanaklarımız ölçüsünde iyileştirmemiz gerekir. Nasıl mı? Çalışarak, ahlaklı, mütevazı ve sabırlı olarak.

   Gerçek bilgelik insanın kendisini (iç bahçesini) tanımaktan ve kendi doğal çevresini değiştirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir... (ZEYNEL KIRAN - Cumhuriyet Kitap)













Merhaba! 

2 Ekim 2021 Cumartesi

GÜNEYDOĞU BİR MASAL

                                                                                                                                                                                                   

Öyle bir yere varmış ki yolumuz;

Siirt'le Beytüşşebap arası.

Bıçak açmıyor ağzımızı.

Dağlar tekin değil

Köyler yakın değil

Su mudur, rüzgâr mıdır akan,

Belirsiz aşağıdan

Kanlı bir hançer gibi çıkıyor ay.

Vay benim vay halime vay!

Sanki "dur!" diyecek bir yerden birisi

Ya bu kurt sesi, ya bu kuş sesi!..

CEMAL KIRCA



BOTAN VADİSİ
(Fotoğraf: NİHAT KAYMAZ)


   Diyarbakır'da, bir öğle sonu, daracık eski sokakların arasından geçerek şimdi (1970 yılı-k.n.) Trahom Hastanesi olarak kullanılan binayı görmeye gittim. Cahit Sıtkı bu evde doğmuş ve genç yaşta burada uzun zaman hasta yatmıştı. Amacım, aynı zamanda bir "köklü aile" evi görmekti. 

   Pirinçcizadeler soyundan gelen Cahit Sıtkı'nın evi, insanı derhal saran bir mistik güzellik içindeydi. Kocaman bir iç avlu, havuz, ağaçlar ve çiçekler, dört tarafı kuşatan odalar, merdivenler, teraslar ve nakışlar.. Yakıcı kavurucu Diyarbakır öğlesinden kaçıp da bu iç avludaki serinliğe varış, bir mutluluk duygusu veriyordu insana.

  Cahit Sıtkı Tarancı, Camiikebir Mahallesi'ndeki kalın ve yüksek duvarlarla çevrili evin serin odasında şöyle duygulanırdı:

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.


Memleket isterim  

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.


Memleket isterim

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.


Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun.



   Güneydoğu'da dolaşırken, insanın aklına, Güneydoğulu bu ünlü şairin istediği memleket geliyor. Nerede dal yeşili, nerede ürünü olgunlaşmış tarlalar, nerede kuşlar ve çiçekler, nerede zenginle fakir eşitliği, nerede sen-ben kavgasızlığı, nerede yaşamak sevinci ve nerede öleceğim, bu güzel hayattan ayrılacağım korkusu!
   Ölsem de kurtulsam diye inkisar ediyor kendine Güneydoğulu, bunaldığı zaman, yani her zaman.
   Oysa nasıl da yaşamağa, yaşatılmağa lâyık insanlar!
   (...)
 Zaten Güneydoğu bir masal, gerçek değil. Gerçeğin zamanla ilişkisi vardır, oysa zamanın dışında yaşıyor Güneydoğu. Süryani meslektaşımız Mar-Yeşua, bundan 1500 yıl önce ne yazmışsa dert olarak, hepsi kalmış başımızda. Mar-Yeşua, Güneydoğu'da açlıktan hasta düşenleri, ölenleri, göç edenleri, şehirlere akın edip dilenen ve sokakta ölenleri yazıyor. 
  Şimdi Diyarbakır'da, Urfa'da, Siirt'te, Mardin'de 1500 yıl öncesinin trajik manzaraları görülmüyor ama, köylere gittiğiniz zaman, etrafınızı alan köylüler:
  "Açız, susuzuz, perişanız!" diye, eski Yunan trajedyalarındaki korolar gibi haykırıyorlar.
  İnsanların hali, evler, köyler de ispatlıyor bu sözleri.
  Güneydoğu, zamanı yaşamıyor altı bin yıldan beri.
  Şehirlerdeki değişmelere aldanmayın siz.
 Köyleri ve köylüleri değiştirmedikçe, tarihin kuyusundan yaşadığımız asra çıkmış sayılmayız. (SADUN TANJU - Kutsal İnekler)







Merhaba!