28 Temmuz 2019 Pazar

ÖLMEZ AĞACI




   "Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
Nehirler kendi suyunu içemez.
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez.
Güneş kendisi için ısıtmaz.
Ay kendisi için parlamaz.
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz.
Rüzgâr kendisi için esmez.
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.
Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için yaşar!"








Uzun yoldan gelmişsin
Azıcık bulut azıcık kuş
Otur ısınsın yüreğin
İçinde söz buz tutmuş

Kan kurumuş dudağında
Gece ıslak karanlık zor
Yürüyor tohuma toprak
Su yatağına yürüyor

Kaçak yolcusu dünyanın
Sürgünün kırılgan sesi
Denizin taşıdığı kum
Rüzgârın usul ezgisi

Uzun yoldan gelmişsin
Heybende kızıl güller
Ben kuşları oyalarım
Sen yağmuru tut yeter.


TOZAN ALKAN












MUZAFFER AKYOL
(Cumhuriyet Ağacı Ölmez Ağacı - 2011)








"Tüm dünya gün doğmuş gibi apaydınlık oldu.
Dağların karanlığı durdu,
gecenin karanlığı durdu.
Siz ışıktan kocaman,
karanlığa oyulmuş gibi kocaman,
dünya kadar bir ağaç gördünüz mü?
Işıktan kocaman bir ağaç!"



YAŞAR KEMAL
(Ortadirek - Dağın Öte Yüzü-1)











Yeni yeni anlıyorum,
Her şey şu gecelerin içinde oluyor,
Aydınlığa her şey hazır çıkıyor,
Su geceleyin yürüyor dikkat ettim
Geceleyin biz uyurken ağaçlara.

Hiç unutmam bir gün geç vakit,
Tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı
Büyüme saati bir ormanın,
Şöyle iyice dinlesem sanırım artık
Bütün ormanları büyürken duyarım.

Beni beklemişler kardeşçiğim,
Beni bu ağaçlar, nehirler, gökyüzü,
Geleyim anlatayım diye bir gün kendilerini,
Bir kere girdikten sonra şiirlerime,
Bilmişler bir daha ölmeyeceklerini...



İLHAN BERK
(Fotoğraf: ARA GÜLER-1981)










   "Gerçek edebiyat hayata başkalarının gözüyle bakabilmeyi sağlar. Paranın gözüyle değil, insanın, hayvanın, doğanın; kadının, çocuğun, denizin, toprağın, ağacın, suyun gözüyle..." 


FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
(Söyleşi: GAMZE AKDEMİR - Cumhuriyet Kitap)











   "İnsan olmak için , insanın taşıması gereken insani özelliklere sahip olmak gerekir. Vicdan sahibi olacaksın, hayat ufkun olacak. Doğaya taparcasına bağlı olacaksın. Emeğin safında duracaksın, savunmasız canlıların, çocukların, dalın, çiçeğin, böceğin, çekirdeğin, baharın, suyun, havanın, derenin, sakanın, serçenin safında duracaksın. Bu duruş sessiz değil, uğrunda dövüşme ruhu taşımalı." 



NİHAT BEHRAM









Merhaba!

21 Temmuz 2019 Pazar

BİR FOTOĞRAF, BİR RESİM, BİR ŞİİR: ZOYA







   Öğrenciyken gittiği Paris'te, Saint Michel'de dolaşırken bir kitapçının vitrininde, kapağında Hitler'in gırtlağına kadar paraya battığı bir kitaba rastlıyor Zehra Aral. Kitabı kurcalamaya başladığında, bir daha hiç unutamayacağı bir fotoğrafla karşılaşıyor, boğazındaki urgandan çekilen 18 yaşındaki genç kadın Zoya Kosmodemyanskaya'nın fotoğrafı...
   Henüz lise öğrencisi olduğu 1938 yılında, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin gençlik yapılanması Komsomol'a katılan Zoya, 1941 yılında Alman işgali altındaki bir köyü yakarken yakalanır ve 18 yaşında idam edilir. İdam fotoğrafının bulunduğu kitabı alacak parası olmayan Aral, kitapçıdan ayrıldıktan sonra eline geçen ilk peçetenin üzerine Zoya'nın son halinin eskizlerini çizmeye başlar. (AYÇA HAN - Cumhuriyet Gazetesi)




ZEHRA ARAL: 'ZOYA'




***




   Zoya, okul çağında kitaplara düşkün oldu; edebiyatı çok sevdi. Tolstoy, Puşkin, Lermontov gibi Rus edebiyatçılar ve Cervantes, Dickens, Goethe, Shakespeare, Moliere okudu. Okudukları hakkındaki düşünceleri defterine yazdı: "Shakespeare'in trajedilerinde bir kahramanın ölümüne her zaman yüksek ahlaki bir zafer eşlik ediyor."
   Genç yaşında Beethoven ve Çaykovski dinledi.
   Sovyetler Birliği Komünist Parti gençlik örgütü "Komsomol" a katıldı.
   Hitler, 22 Haziran 1941'de "Barbarossa Harekatı" emrini verip, Naziler Sovyetler Birliği'ni işgale başlayınca, genç Zoya gönüllü olarak askere yazıldı. Annesi vazgeçirmeye çalıştı, dinlemedi: "Düşman bu kadar yakınken başka ne yapabiliriz?"
   İşgal altındaki bölgelerde oluşturulan düzensiz askeri güçlere katıldı; yani Partizan oldu; "Tanya" kod adını aldı.
   Tarih: 27 Kasım 1941.
   Zoya/"Tanya", bir Alman süvari alayının konuşlu olduğu Petrischevo köyünü yakmak için emir aldı. At ahırlarını ve evleri ateşe vermeyi başardı. Ancak, bir Rus işbirlikçisinin ihbarıyla yakalandı. Gece boyunca yapılan işkence ve tecavüze rağmen konuşmadı. Ertesi sabah ilçe merkezine götürüldü ve idam edildi. Gülümseyerek çıktığı idam sehpasında son sözleri şu oldu: 
 "Yoldaşlar! Neden bu kadar kasvetlisiniz? Ölmek için korkmuyorum! Halkım adına öleceğim için mutluyum!"
   Sovyetler Ordusu Ocak 1942'de bu toprakları ele geçirene kadar, Zoya/"Tanya" idam sehpasında asılı kaldı...
   Yıl, 1945...
   Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi'nde...
   Tolstoy'un "Savaş ve Barış" çevirisini yeni tamamlamış; La Fontaine'den Masallar çevirisi üzerinde çalışıyordu. Elle yazmak çok zamanını alıyordu; cezaevindeki dokumadan kazandığı parayla ikinci el daktilo aldı. Sağlık sorunları vardı.
  Ama... Çok mutluydu; kasvet günleri bitmişti; Naziler savaşı kaybetmişti. O günlerde yazdı; "Tanya" şiirini... (SONER YALÇIN - Sözcü Gazetesi)



Tanya, Bursa Cezavi'nde karşımda resmin,
Bursa Cezaevi'nde.
Belki duymamışsındır bile Bursa'nın adını.
Bursa'm yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
Bursa Cezaevi'nde karşımda resmin.
Sene 1941 değil artık sene 1945.
Moskova kapılarında değil artık
Berlin kapılarında dövüşüyor seninkiler,
bizimkiler,
bütün namuslu dünyanınkiler.
Tanya,
senin memleketini sevdiğin kadar
ben de seviyorum memleketimi.
Sen komsamolkaydın, genç komünisttin,
ben 42 yaşında ihtiyar komünist,
sen Rus, ben Türk,
ama ikimiz de komünistiz.
Seni astılar memleketini sevdiğin için,
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim.
Ama ben yaşıyorum,
ama sen öldün.
Sen çoktan dünyada yoksun,
zaten ne kadar az kaldın orda:
on sekiz senecik.
Doyamadın güneşin sıcaklığına bile.
Tanya,
sen asılan partizan,
ben hapiste şair.
Sen kızım, sen yoldaşım.
Resminin üstüne eğiliyor başım:
kaşların incecik,
gözlerin badem gibi,
ama renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil.
Fakat yazıldığına göre,
koyu kestaneymişler.
Bu renkte gözler çok çıkar benim memleketimde de.
Tanya,
saçların ne kadar kısa kesilmiş,
oğlum Memet'inkilerden farkı yok.
Alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi,
rahatlık ve rüya veriyor insanın içine.
Yüzün ince uzun, kulakların büyücek biraz.
Henüz çocuk boynu boynun:
henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan.
Ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan:
süsünü sevsinler mini mini kadın.



ZOYA









Merhaba!



14 Temmuz 2019 Pazar

ANADOLU' DAN




   Doğanın emrine emanet edin yüreğinizi, sesleri duyun, renkleri fark edin. Doğanın bin bir sesi kulaklarınıza dolsun. Kuşların, böceklerin, yaprakların, pınarların sesi...
  Ve renkleri fark edin, yaprağın yeşilini, dağın zirvesindeki karın beyazını, mor çiçeklerin, al çiçeklerin rengine çevirin gözlerinizi... Yürüyün bakın sizi nereye götüreceğim.


   Erzincan'dan doğuya doğru gidelim bugün, Fırat'ın kıyısından yürüyelim. Önce dilerseniz Girlevik Şelalesi'ne uğrayalım. Otuz bir kilometre yol yapacağız; muhteşemdir şimdi. İlkbaharın renkleri, dallarda kuşlar, dağlarda kar çizgi çizgidir Keşiş Dağı'nın tepesinde. Söğüt ağaçları kollarını uzatır yolun üstüne, şelale önünde 'hazırol'da bekler söğütler... Su süzülür kayaların arasından tel tel otlara değer, yosunlara değer, muhteşem bir ses dolar kulaklarınıza. O ritme dayanamaz yüreğiniz, oturur bakar durursunuz suyun düşüşüne...


    
   Dönüşte Cimin ilçesinin yemyeşil tarlalarının içinden, doğanın güzelliğine uygun bir tepe yükselir... Altıntepe'dir orası... Yüzyılların içinden günümüze ulaşan kalıntılara çıkmadan olur mu? Urartu, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerinin yaşadığı mekan tanıtılsa insanlar koşa koşa gelir, bu yuvarlak tepeye çıkar, tarihin derinliklerinden gelen eserlere bakar, yemyeşil Erzincan Ovası'na hayran olur da gider... (LÜTFİ ÖZGÜNAYDIN - Aydınlık)




***





HATTUŞAŞ - Hitit Başkenti


   "Kitaplarda görmüş olduğum Batı resimlerini, Avrupa'ya gidince müzelerde gördüm. Hepsini de beğendim. Onların hiçbirinden örnek almadım. Fakat benim öz kaynaklarım olan Doğu'daki; Asur, Sümer heykellerini ve Hitit rölyeflerini, Hattuşaş'a gittiğimde gördüm: Bereket Tanrısı'nı, Savaş Tanrısı'nı, daha birçok rölyefin desenini çizdim. Hepsine de hayran oldum. Ama örnek almadım. Fakat ibret aldım."


İBRAHİM BALABAN




***






   ...Cennetin Kapısı Anadolu'dadır, İstanbul'un Fethi'nden 225 yıl önce yapılmıştır.
   Evet! Divriği Ulucamii ve Şifahanesi'nin kuzey taç kapısından söz ediyoruz. Kapıya bu adı yakıştıran Doğan Kuban anlatıyor: İslam sanatının en büyük taş oyma başyapıtı bu. Bir heykel gibi yekpare taştan oyulmuş (öteki taç kapı da öyle). Başka bir deyişle, üç boyutlu yontu nitelikli bir taş oyma. Dünyada benzeri yok. Üstündeki bezemeler, işlemeler, oymalar nerdeyse insanüstü bir ustalık ürünü. "Onbinlerce motifin bir daha kendini tekrar etmemesi" ölçüsünde ince bir işçilik.
   Kapıya oyulan biçimlerin içeriği de güçlü. İki yanda birer hayat ağacı. Kat kat güneş. İnsanın içini açan palmetler kademe kademe... Cennet Kapısı'nda bütün biçimler yukarı doğru devinim halinde, Cehennem Kapısı'nın tam tersi yani. İnsan ruhunun düşüşünü değil, yükselişini betimlemiş yapının mimarı Ahlatlı Hürremşah... Kimdir Hürremşah? Bilmiyoruz, ama Doğan Kuban'ın dediği gibi, sanat tarihimizin yıldızlarından biri olduğuna kuşku yok. Yapıtının değerini bilelim. (OĞUZ DEMİRALP - Cumhuriyet Kitap)







Merhaba!   

7 Temmuz 2019 Pazar

AHMED ARİF: "DOSTUNA YARASINI GÖSTERİR GİBİ"





 Siesta 
(VINCENT VAN GOGH)




   Hollanda'ya gittiğimde orada Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda'daki coğrafyanın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları Van Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini arttırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.
   Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Âşık Veysel'in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Âşık Veysel'in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif'in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan türünde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arif'i okurken.
   Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
   Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.

   "Dostuna yarasını gösterir gibi."  

   Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları yanarak. 
   (CEMAL SÜREYA, Papirüs - 1969)




Çarpmış,
Paramparça etmiş,
Kara sütü, kara sevdayla seni...
Ve kara memelerinde dişlerin âsi,
Karadır, upuzun yattığın gece,
Felek, âh ettirir, boynun kıl - ince...
Cihanlar, çocuklar, kuşlar içinde
Sızlar bir yerlerin
Adsız ve kayıp
Sızlar, usul - usul, dargın,
Ve kan tadında bir konca,
Damıtır kendini mısralarınca...

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kalemin yazısı,
Zorlu yazısı,
Belanda?

Anadan doğma nişan mı,
Sütlü barut damgası mı,
Bir gece parçası mı kaburgandaki?
Kız kâkülü, ne hal eylermiş teni,
Ellerin, deli hoyrat,
Ellerin, susuz, yangın,
Ellerin ooooy alarga...

De be aslan karam,
De yiğit karam
 Hangi güzelin diş yeri,
Mavi diş yeri,
Sevdanda?

Vurmuş,
Demirlerin çapraz gölgesi,
Alnın galip ve serin.
Künyen çizileli kaç yıldız uçtu,
Kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti,
Gelmemiş, kimselerin...

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi zehirin meltemi,
Saran meltemi,
Hülyanda?

Hakikatlı dostun muydu,
Can koyduğun ustan mıydı,
Bir uyumaz hasmın mıydı,
"Ooooof" de bunlar olsun muydu?

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kahpenin hançeri,
Saklı hançeri,
Yaranda?







   Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. "Daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. (CEMAL SÜREYA, Papirüs - 1969)





Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısrâ çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.











Merhaba!