29 Mayıs 2022 Pazar

ACIDAN KÂR ELDE ETMEK !

 

"Yıkmada bütün sahte belgeler geçerlidir, yapmada asla. Doğru olmayan yapıcı olamaz."

(GOETHE)


***


  Küresel açlık kapıda

  Gıda fiyatları küresel ölçekte görülmemiş bir hızla artıyor. Özellikle yoksul ülkelerde halkın bütçesinin daha yüksek kısmını gıdaya harcaması nedeniyle yükselen fiyatlar, insanları doğrudan sefalete sürüklüyor. Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması sonucunda pek çok kişi gıda krizinin vebalini Putin'in omuzlarına yıksa da gıda emperyalizmi ile karşı karşıyayız. ABD, küresel hegemonyasını koruma stratejisini sürdürüyor.

  Bu hafta The Economist dergisi, buğday başaklarına kurukafalar yerleştiren çarpıcı bir açlık illüstrasyonuyla yaklaşan "felaketi" kapağına taşıdı. Ancak metinleri okuyunca, kolaylıkla tüm vebalin Putin'in omuzlarına yıkıldığı sonucuna varabilirsiniz. Doğru, Rusya ve Ukrayna dünyanın birinci ve beşinci buğday ihracatçıları, uluslararası piyasanın %28'ini sağlıyorlar. Ağırlıkla hayvan yemi olarak kullanılan mısır ve arpanın da başlıca üreticileri bu iki ülke. Özellikle yoksul ailelerin beslenmesinde önemli yer tutan ayçiçeği yağının önde gelen iki üreticisi de Ukrayna ve Rusya.

  İşgal, hem çatışma nedeniyle rekoltesi düşen, hem de Odesa limanındaki blokaj kaynaklı mevcut mahsulün sevkiyatı duran Ukrayna'yı daha şiddetle vuruyor. Gerginliği savaşa dönüştüren Putin elbette suçlu. Ancak, diplomatik çözümü başından beri baltalayan, cepheye sürekli yeni silah ve mühimmat göndererek çatışmayı kızıştıran başta ABD, NATO güçlerinin de sorumluluğu yabana atılacak düzeyde sayılmaz. Üstelik Kiev yönetiminin Karadeniz'e yoğun mayın döşemesi nedeniyle de liman çevresi şu anda taşımacılığa elverişli değil. Aynı sularda bir Rus gemisi vurulunca, bir Rus teknesi mayına takılınca alkış tutanlar keşke sonrasını da düşünseydi...

  Gıda emperyalizmi

  Anlaşılan küresel gıda krizi uzun süre gündemimizde kalacak. Bu tartışmayı sürdürmek üzere, şimdilik bazı önemli noktaların altını çizmekle yetinelim. Birincisi, başta ABD, zengin ülkelerin silolarında, yaşanan konjonktürel sorunu anında çözecek miktarda gıda stoku bulunuyor. İsterlerse savaş nedeniyle buğday satın alamayan ülkelerin açığını kolaylıkla kapatabilirler. İkincisi, küresel gıda fiyatlarının yüksek seyri tarım ürünleri ihracatçısı ülkelerin, daha doğrusu onların endüstriyel tarım şirketlerinin işine yarıyor. Dünyanın en büyük tarım ihracatçıları sıralaması ABD, Hollanda, Almanya, Fransa diye sürüyor... (HAYRİ KOZANOĞLU - BirGün Gazetesi)


***



    Oxfam raporu: Gıda ve enerji fiyatları artarken milyarderler de servetini artırdı!

  Oxfam'ın yayımladığı "Acıdan Kâr Elde Etmek" başlıklı yeni rapora göre, geçen bir yıllık sürede gıda fiyatlarında yaklaşık yüzde 30 artış yaşandı. Bu artışların 263 milyon insanı yoksulluk sınırının altına itmesi beklenirken, gıda ve enerji alanında yatırımları olan milyarderlerin toplam serveti ise son iki yılda 453 milyar dolar arttı.

 Oxfam, İsviçre'nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomi Forumu (WEF) kapsamında her yıl gelir adaletsizliğine ilişkin ortaya koyduğu araştırmasını yayımladı. Oxfam'ın "Acıdan Kâr Elde Etmek" başlığıyla yayımladığı rapora göre, milyarderlerin serveti salgının ilk 24 ayında son 23 yılın toplamından daha fazla artış gösterdi.

  Önce salgın, ardından Rusya'nın Ukrayna'yı işgali nedeniyle artan enerji ve gıda fiyatlarıyla zenginler servetlerine servet kattı.

  Açıklamada, gıda ve enerji alanında yatırımları olan milyarderlerin toplam servetinin son iki yılda toplam 453 milyar dolar arttığı, yine son iki yıl içerisinde küresel ölçekte 62 yeni gıda milyarderinin ortaya çıktığı kaydedildi.

  Temel ürünlerin maliyeti önceki yıllara kıyasla çok daha hızlı artarken, gıda ve enerji sektöründeki milyarderler ise servetlerini her iki günde 1 milyar dolar artırdı.

  Salgın döneminde her 30 saatte bir olmak üzere toplam 573 kişi ise "yeni dolar milyarderi" oldu.  

  Dünyanın en büyük gıda girişimcilerinden biri olan Cargill ailesine mensup milyarder sayısı salgın öncesi 8 iken bu sayının 12'ye yükseldiğinin belirtildiği açıklamada, ailenin 3 gıda deviyle birlikte küresel tarım piyasasının yüzde 70'ini kontrol ettiğine vurgu yapıldı.

  Açıklamada değerlendirmelerine yer verilen Oxfam İngiltere Direktörü Danny Sriskandarajah, "Doğu Afrika'da insanlar açlıktan ölürken dünyanın en zenginlerinin servetlerini artan gıda ve enerji fiyatlarıyla yükseltmesinin ahlaki açıdan savunulabilir bir yanı yok" ifadesini kullandı. 

 Oxfam Uluslararası İcra Direktörü Gabriela Bucher ise, İsviçre'de düzenlenen Davos Zirvesi ile eş zamanlı paylaşılan rapora ilişkin değerlendirmesinde, "Milyarderler servetlerindeki inanılmaz artışı kutlamak için Davos'a geliyorlar. Salgın ve halihazırda gıda ve enerji fiyatlarındaki keskin artışlar, onlar için lütuf oldu" dedi. 

  Bucher, buna karşılık, aşırı yoksullukla mücadelede onlarca yıllık ilerlemenin şimdi tersine döndüğünü, milyonlarca insanın sadece hayatta kalabilmenin hızla artan maliyetiyle karşı karşıya kaldığını vurgulayarak, şunları kaydetti:

  "Milyarderlerin servetleri artık daha akıllı ya da daha çok çalıştıkları için artmadı. İşçiler daha az ücretle ve daha kötü şartlarda daha çok çalışıyor. Süper zenginler, sistemi onlarca yıldır herhangi bir ceza almadan kendilerine göre ayarladı ve şimdi bunun faydasını görüyorlar. Özelleştirme ve tekeller, yasal düzenlemelerin ve işçi haklarının yok edilmesiyle, dünya servetinin şok edici bir miktarına el koyarken, nakitlerini hükümetlerin suç ortaklığıyla vergi cennetlerinde saklıyorlar." (BirGün Gazetesi) 


***


"Her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. 

Mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir."

(HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR)




Merhaba!

22 Mayıs 2022 Pazar

DOST ŞAİRLER

 


ULDİS BERZİNS


 Riga, 20 Mart 2021

  Şair Ataol Behramoğlu (doğumu 1942) son on yıllarda hep birlikte Nâzım Hikmet'in oğulları diye adlandırılan Türk şairleri arasında en parlak ve tanınmış kişiliktir.
  Onun şiirsel inancı 20. yüzyılın ikinci yarısının incelikle işlenmiş Avrupa modernizmi, estetik ve toplumsal ideali birbirini izleyen dünyasal ve toplumsal hümanizmdir.
   Bu idealin kökleri ortaçağ Türk ve Fars düşünürlerinin belirgin dünyasal idealleriyle iç içedir.
  Ataol Behramoğlu şu anda Türkiye'nin en popüler şairidir. Türk interneti Ataol'un şiirleri ve Türk bestecilerin onun şiirlerinden yaptıkları şarkılarla dolup taşıyor. 
  Boğazın kıyısında, Avrupa yakasında, Belediyenin yönetim alanındaki Şairler Parkı'nda onun esaslı bir heykeli dikilmiş.
  Bol yapraklı ağaçlar altındaki öteki şairler, önceki on yılların İstanbul şiirinin ilahları olan Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil'dir.
   Bu sonuncusunun taş ve insan hakkında dillerde dolaşan bir dörtlüğü vardır: "Gidecek yeri olmayan biri / Aslanları görmeye parka gitti. / Aslanlar taştan o bir insan, / Nasıl anlaşırlar? / Anlaştılar!"
  Bu parka gidebilecek tek kişi Ataol şimdi, hem aslanlara hem kendisine. Orada şiir dinlemek için sık sık toplananlara gidiyor.
   Nâzım gibi Ataol da Avrupa ve Asya'nın ortasında duruyor. Siyasal savaşımın acımasız gerçekliği onu da sık sık ve uzun süre ayırdı en değerlisinden, çocuğundan.
  Maris Çaklkays'ın Letoncaya çevirisinde, "Memet Memet" diye seslenmek için Bulgaristan'ın Karadeniz kıyısında ağır ağır yürüyen Nâzım gibi, kızı Barış'a seslenmek için günden güne şiir sayfalarında dolaştı. 
   Dostum ve kardeşim Ataol Behramoğlu'nun Letonca'daki ilk kitabıyla mutluyum.


***


  Kısa bir süre önce yitirdiğimiz şair Uldis Berzins,
Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil gibi 
Türk şiirinin ilahlarına da hâkim büyük bir şairdi.
Anısına saygıyla...

 1972'de Moskova'ya ilk kez ayak bastığımda tanışmıştık. İki yaş küçüğümdü. Demek ki ben otuz o yirmi sekiz yaşlarındaymışız.
  Böylece 2022'de olduğumuza göre dostluğumuz bir yıl eksiği ile yarım yüz yıl sürmüş oluyor.
  Bir yıl eksiği ile, çünkü onu geçen yıl 24 Martta kaybettik.
 Benden çevirdiği şiirlerin kitabına 20 Mart 2021'de önsöz yazdıktan dört gün sonra. 2021'in sonlarına doğru yayımlanan, üzerinde onca çalıştığı, yıllarca emek verdiği kitabı göremedi.
  İstanbul'da ya da Riga'da buluşarak bu ortak ürünümüzün kitap olarak karşımıza çıkışını kutlama şansımız artık yok.
  Olağanüstü, olağan dışı insanlar vardır. Uldis onlardandı. Tanıştığımız ilk günlerden en son günlerine kadar bir dil ve şiir okyanusuna dalıp çıkan bir adamdı.
  Anadili Letonca'nın yanı sıra Rusça onun için kuşkusuz ikinci bir anadildi. Öteki Baltık ülkelerinin dillerini de biliyordu. Batı ülkelerinin diyebilirim ki hepsini ya biliyor ya anlıyordu.
  Türk olmayan Türkologlar içinde sadece Türkiye Türkçesini değil, Azerbaycan Türkçesini, yanı sıra da Orta Asya'daki Türkçe kökenli (Kazakça, Kırgızca vb.) dilleri bilen, anlayan, üzerlerinde düşünen bir dil bilimciydi.
  Tanıştığımızda Dağlarca'yı Letoncaya çevirmişti. Türk şiirinin bilgisine diyebilirim ki en az benim kadar sahipti. Zaman içinde Letoncanın en büyük, en özgün şairleri arasında yer aldı. 
    Bütün dinlere eşit uzaklıktaydı. Kuran'ın Letonca'ya ilk çevirmeni oldu!
  Bu konuda ne yazık ki ayrıntılı konuşmadık. Fakat çeviriyi mutlaka Arapça aslından yapmıştır, başka türlüsü olamazdı. 
  Uldis aynı zamanda bir yaşama ustası, bir hayat çılgınıydı. Olağanüstüydü, olağan dışıydı, fakat dev gövdesi üzerinde taşıdığı muhteşem kafasındaki yüzde bir çocuk masumiyeti, gülüşünde mizahla karışık bir saflık, mavi gözlerinin ışıltılarında yaşama sevinci, sevgi, bütün insanlara ve insanlığa karşı iyilik dolu bir bağlılık vardı.
  Oğluna Antes adının yanı sıra Ataol adını da koyacak kadar yakın dosttuk. Fakat asıl önemli olan Türkiye'nin ve Türkçenin bu büyük dostunu ülkemizin tanıması, gelmiş geçmiş ve günümüzdeki başkaca büyük Türkologların adlarıyla birlikte onun adını ve eserini de değerlendirip yaşatmamız gerektiğidir. (10 Şubat 2022 - Cumhuriyet Kitap)



ATAOL BEHRAMOĞLU







Merhaba!

15 Mayıs 2022 Pazar

MUSTAFA NECATİ BEY

 


(Mustafa Necati Bey, İzmir'in işgalinden bir gün önce yapılan Maşatlık Mitingi'nde / 14 Mayıs 1919)



  1926

  M. Necati Bey neşe içindeydi. Mimar Kemalettin Bey planı bitirip getirmişti. Çok güzel olmuştu. Sarılıp öptü. Bugün iki Bakanı ziyaret edecekti. Telefonla ikisinden de randevu aldı.
  Önce Maliye Bakanına gitti. Hoşbeşten sonra yanında getirdiği planı masaya açtı. Kendine saray yaptırıyor gibi sevinç içindeydi. Bilgi verdi. Arsanın hazır olduğunu, binayı ortaöğretim öğretmen okulu olarak hızla hizmete sokmak istediğini söyledi. Şiddetle ihtiyaç vardı. Kemalettin Bey'in yaptığı kabaca hesaba dayanarak yapım için ek ödenek istedi. 
  Maliye Bakanı Hasan Saka'nın bütçe dışı, sürpriz ödeneklere evet demesine imkân yoktu. Devlet kuruş hesabıyla yönetiliyordu. M. Necati Bey'in isteğini reddetti. M. Necati Bey dedi ki:
 "Ben Eğitim Bakanıyım. Görevim okul açmaktır. Açamazsam ayrılırım, yapabilen gelir. Siz Maliye Bakanısınız. Göreviniz para bulmaktır. Bulamazsanız siz ayrılırsınız, bulabilen gelir."
  Bu söz Hasan Saka'nın yüreğine işledi. Tartıştılar. Hasan Saka sıkı, zorlu, inatçı, dehşetli bir pazarlıktan sonra pes etti, "Peki be birader.." dedi, "..bir çare arayacağım."
  Sözünü tutacaktı. 
  M. Necati Bey Maliyeden çıkıp İçişleri Bakanı Cemil Bey'i ziyarete geldi. Gelir gelmez konuya girdi:
 "Sayın Bakanım, biliyorsunuz ilkokul öğretmenlerinin aylıkları yerel yönetimler tarafından ödenir. İçel'deki öğretmenler uzun süre aylıklarını alamamışlar. Öğretmenler Birliği Başkanı durumu bana telle duyurdu. Ben de Valiye tel çektim, aylıkların ödenmesini, yoksa bütün ilkokul öğretmenlerini, aylıklarını ödeyebilecek yerlere atayacağımı bildirdim. Ertesi gün Validen ve Başkandan iki tel aldım. Aylıklar ödenmiş."
  Cemil Bey sözün nereye varacağını kestiremeden dinliyordu. Sorun çözülmüştü işte. Necati Bey devam etti:
  "Bu Vali öğretmenlerin aylıklarını ödeyebiliyorsa, neden aylarca geciktirmiş? Ödeyecek durumu yok idiyse nasıl bir günde ödeyebildi?"
  Bir an durup son sözünü söyledi:
 "Öğretmene ve eğitime saygı ve ilgi duymayan bir Vali ile çalışamam. Onu Vali olarak kabul edemem. Gereğini yapmanızı rica ederim."
  Cemil Bey Valiyi merkeze aldı.
  Haber şimşek hızıyla yayıldı. Para varsa, hiçbir yönetici öğretmen aylıklarını geciktirmeyecekti.   


  1928

  M. Necati Bey telaş içindeydi. Gazi Okulu'nun öğrenim mevsiminin başında açılması için çabalıyordu. Yapı bitmişti. Sınıflar, yatakhaneler, yemek, jimnastik ve toplantı salonları, kitaplık ve öğretmen odaları döşenmekteydi. Bürokratik sorunlar bitmiyor, tükenmiyordu. 
 Millet Mektepleri için dev bir program yapılmıştı. On binden fazla öğretmenin katılması ve pek çok okulun programını bu etkinliğe uydurması gerekmekteydi. Öğretmen sayısı yetişmezse yeni yazıyı öğrenmiş memurlardan yararlanılacaktı. Afişler bastırıyor, Millet Mektebi öğrencilerine verilecek defterleri, kalemleri hazırlatıyordu. Alfabe ve okuma kitaplarını bastırmak için kanunun kabulünü bekliyordu.
  M. Necati Bey bu konuda da Maliye Bakanlığının, kendi muhasebecisinin, levazım şubesinin, personel dairesinin çıkardıkları bürokratik zorlukları aşmak zorundaydı. Kırtasiyecilik, kuralları dar yorumlama, her şeyi maliye yararına yorumlama bir bakanın bile aşması zor engellerdi. 
  M. Necati Bey sorunları rica ederek, iknaya çalışarak, bağırarak, masaya yumruk vurarak, yakaya sarılarak, kavga ederek, gerekirse korkutarak çözüyordu. Güzel, iyi bir işe yardımcı olmaktan zevk alacak memur sayısı yazık ki azdı. Bunlar güçlük çıkarmayı görevlerinin gereği sanan klasik memurlardı. Kimbilir halka nasıl davranıyorlardı? Ümit, görevi devralacak genç memurlardaydı.
  M. Necati Bey hastalanıyordu. Ama hastalığının belirtilerini yorgunluk sanmaktaydı. 


  1928

  M. Necati Bey Bakanlıktan erkence çıktı. Hava almak için ağır ağır yürüdü, Ankara Palas'a geldi. Bir tuhaflığı vardı. Salonun yarısı hanımlarla doluydu. Arka bölüme geçti. Gazeteciler Ankara Palas'ta bekliyor, Meclis'le, hükümetle ilgili özel haberleri buraya gelen milletvekillerinden, bakanlardan, yüksek bürokratlardan derlemeye çalışıyorlardı. 
  M. Necati Bey'in çevresini aldılar. Bir masaya oturup sohbete daldılar. Ne olup ne bittiğini anlamak için Ankara'ya gelmiş olan gazeteci Nizamettin Nazif Bey "Bütün devrimlerimiz üstyapı devrimleri.." dedi, "..altyapı devrimlerini yapamadık. Sorunlarımızın nedeni bu."
  M. Necati Bey doğruldu:
  "Toplumsal olayları çözümlemek kolay değil dostum. Hele önyargıyla, ideolojik kalıplara vurarak gerçeği yakalamak daha da zor. Ben sana durumumuzu çok kısa anlatacağım. Altyapı diyorsun ya, onun da bir altyapısı var. Ne o? İnsan. Toplum ilkel, geri, cahil ise altyapı-üstyapı tartışmalarının ne anlamı olur?
  Önce insan!"


  1928

  İsmet Paşa, Gazi'ye telefon etti:
  "Tatsız bir haberim var."
  "Nedir?"
  "Necati Bey'i hastaneye kaldırdık."
  Gazi çok telaşlandı:
  "Ne oldu?"
  "Belli değil. Apandisit olmasından şüpheleniliyor."
  "Hastaneye gidelim. Hemen."

  Necati Bey Gazi'yi ve İsmet Paşa'yı görünce şaşırdı:
  "Niçin zahmet ettiniz? Önemli bir şeyim yok."
  Gazi bir iskemle çekip M. Necati Bey'in yanına oturdu. Elini ellerinin arasına aldı:
  "Tabii önemli bir şeyin yok. Özlediğim için geldim ben. Bu ara öyle çalışıyorsun ki seni görmek mümkün değildi. Ancak burada yakalayabildim. Çabuk iyileş. 1 Ocakta Millet Mekteplerini birlikte açacağız."
  "İnşallah efendim."
  "Büyük işler başardın Necati."
  "Bu başarıların asıl sahipleri iş arkadaşlarımdır Paşam..."
  Ağrısı yüzünden terlemeye başlamıştı. Rahat bırakmak için yanaklarından öpüp ayrıldılar.


  1 Ocak 1929

  M. Necati Bey bütün yurtta 1 Ocak 1929 akşamı Millet Mekteplerinin açılıp derslere başlanmasını planlamıştı. Her ilde bu çabanın aksaksız işlemesi için kurullar oluşturulmuştu. Bu nedenle 1 Ocak sabahı okullar süslendi. Mesela İstanbul'da binden fazla dershanede dersler başlayacaktı. 
  Basın 1 Ocak gününü 'eğitim bayramı' diye adlandırdı.
 Derslere bu akşam, Ankara'da Gazi'nin ve Bakanların, İzmir'de Başbakanın, İstanbul'da bazı milletvekillerinin, komutanların, taşrada Valiler, Kaymakamlar, Nahiye Müdürleri, Eğitim Müdürlerinin, köylerde ise muhtarın, ihtiyar heyetinin, görevli öğretmenin katılacağı törenlerle başlanacaktı. Köylerde törenler davullu zurnalı olacaktı.
  Şehirlerde akşam mümkün olduğu kadar çok okul gezilerek katılanlar kutlanacaktı. 
  Türkiye'de bayram havası esiyordu.
 Gazi yalnız Ankara içindeki birkaç okula uğramakla yetinmek niyetinde değildi. Çubuk'taki okula gitmeyi de tasarlıyordu. Onun da içinde bu büyük günün heyecanı vardı. Oldukça erken uyandı. Berberi Mehmet gelip tıraş etti. Yıkandı. Yatak odasındaki kanepede kahvesini içerken Tevfik ve Rüsuhi Beyler izin isteyip içeri girdiler. İkisinin de gözleri kızarmıştı. Yüzleri bembeyazdı. 
  "Ne oldu? Bir şey mi var?"
  Tevfik Bey kekeledi:
  "Şey efendim..."
  Bir şey söylemek istiyordu ama cesaret edemiyordu. Gazi kötü bir haber alacağı sezgisiyle toparlandı. Kahve fincanını sehpanın üzerine bıraktı:
  "Söyle çocuk!"
  "Necati Bey'i.. Ne yazık ki.. Biraz önce hastaneden telefon ettiler.."
  Ağlayarak sustu. Gazi can yakıcı bir sesle bağırdı:
  "Hayııııır!"
  Sonra elleriyle yüzünü kapadı. Sarsılarak ağlamaya başladı...

  (TURGUT ÖZAKMAN - Cumhuriyet / Türk Mucizesi-İkinci Kitap - Bilgi Yayınevi)



  "Ben, ilk ve belki son defa Gazi'nin acı duyarak ağladığına şahit oluyordum. Milli heyecan duyduğunda veya harp sahnelerini anlatırken de gözlerinin yaşardığını biliyorum ama Necati Bey'in vakitsiz ölümüne ağlaması büyük bir milli değere duyulan acının ifadesi idi." 

  (AFET İNAN - Tarihten Bugüne)






Saygıyla,  

8 Mayıs 2022 Pazar

SAİT FAİK VE ÇOCUKLAR

 


   
    Sait Faik'in romanı "Medar-ı Maişet Motoru", "Yeni Mecmua"da tefrika olarak yayımlanır. Sonrasında da yazar, annesinin verdiği parayla bastırır kitabını. Roman, henüz dağıtıma çıkmamışken Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılıverir. Sait Faik, dostu Sabahattin Eyüboğlu'na şöyle yakınır:

   "Hayatı tozpembe görüyordum ki mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken üstüne bir de mahkeme masrafı ödedim. Üzüntüsü de caba. Romanda, kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!"

    Aradan zaman geçer. Sait Faik, yeni bir öykü kaleme alır: "Kestaneci Dostum"

   Kestane pişiren çocuğun mangalına tekme atılır öykünün bir yerinde. Çok geçmeden Sait Faik, yine karakoldan çağrılır:

   "Kim attı tekmeyi?"

   "..." 

   "O zaman çocuğu bul! Okusun da adam olsun. Kestanecilik etmesin!"

   "İyi de öykü kişisi o... Nereden bulayım?" 

   (EREN AYSAN - Cumhuriyet Gazetesi)




   '1964'ten beri Darüşşafaka'da okuyan her çocuğun aldığı eğitimde Sait Faik'in katkısı var'

   Sait Faik'in çok bilinmeyen diğer bir yanı da eğitime olan tutkusu. Hayatı boyunca eğitime ve öğrencilerin gelişimine önemli katkılar sunan Sait Faik'in Darüşşafaka ile buluşma hikâyesi de son derece ilginç:

  Ömrünün son günlerinde çeşitli edebiyat matinelerine katılan Sait Faik Abasıyanık, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın teşvikiyle, 1954 yılında Darüşşafaka Lisesi'nde düzenlenen bir edebiyat matinesine katılır ve ortamdan çok etkilenir. Matineden sonra, o dönemde İstanbul'un Fatih semtinde bulunan Darüşşafaka'yı gezen Sait Faik, orada okuyan çocuklarla ilgilenir ve onları çok takdir eder.

   Eve döndüğünde annesi Makbule Abasıyanık'a mal varlıklarını, babası hayatta olmayan çocuklara çok güzel olanaklar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif eder. Makbule Hanım, yazarın ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını Darüşşafaka Cemiyeti'ne bırakır.

   Bu mirası bırakırken, Makbule Abasıyanık vasiyetnamesinde Darüşşafaka Cemiyeti'ne iki ödev verir: 1955'te kurduğu "Sait Faik Hikâye Armağanı"nın sürdürülmesi ve 1959 yılında açtığı "Sait Faik Abasıyanık Müzesi"nin yaşatılması. Darüşşafaka Cemiyeti de1964 yılında kendisine intikal eden bu vasiyetnamenin gereklerini o yıldan beri yerine getirmektedir. (BirGün Gazetesi)


***


SAİT'E AĞIT

Ölmüş Sait
Deniz mavisinden erken
Bunca sevgiden sonra
Ölmüş, annesini öperken.

Ölmüş, eli ayağı uzak
Camların üstü buğu
Ölmüş, çocuklar izin vermeden
Yüzünde sarışın çocukluğu.

(FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA)






Merhaba! 

1 Mayıs 2022 Pazar

HALKIN SANATÇISI

 



  (...) Tarık Akan'ın yaşamı boyunca yüreğinden, beyninden ayırmadığı üç insan var: Atatürk, Nâzım Hikmet ve İlhan Selçuk. İnsan bu kişileri rehber edinir de Aydınlanmacı olmaz mı? Elbette olur.
  Tarık Akan haksızlığa karşı çıkan, daha da önemlisi sanatının merkezine bunu oturtan bir kişiydi. Seçtiği arkadaşlar da bunda etkili oldu. Yaşar Kemal, Rutkay Aziz, Vasıf Öngören... Yaşar Kemal ona, "Dört duvar kitap okuman lazım" demiş. Her karşılaşmalarında, "Üç duvar tamam" karşılığını vermiş. Bu, ben oldum dememenin, hep kendini geliştirme duygusunun söze dökümü...

  1977'deki 400'e yakın sanatçı ve sinema emekçisinin, sansürü ve sinema üzerindeki baskıları protesto için yürüdükleri Ankara Yürüyüşü, Tarık Akan için hiç bitmedi. O hep yürüdü. Haksızlığın üstüne, kangrenleşen sorunların üstüne... Bu yürüyüş sırasında dostluğunu derinleştirdiği Yavuz Özkan'la geleceğine doğru büyük bir adım attı. Özkan, Akan'ın önüne bir senaryo koydu: Maden!
  Akan kolları sıvadı, şık takım elbiseleriyle girdiği salonları terk etti, maden ocağına girdi. Film çekimlerinin başlayacağı sırada ortadan kayboldu. Öğrendiler ki bir maden işçisinin evine konuk olup oynayacağı rolü yaşamış.

   (...)

  12 Eylül koşullarında ülke aydınlarının, halkın sorunlarına eğilen sanatçıların kaderini Tarık Akan da paylaşıyor. Tutuklanıyor, yurtdışına çıkışı yasaklanıyor. Bunların hiçbiri yıldırmıyor onu. Bir ara Bodrum'dan Yunan adalarına kaçmaya niyetleniyor ama yapmıyor, yapamıyor.
  Yılmaz Güney'le yollarının kesişmesi de önemli bir dönüm noktası. O süreç "yakışıklı" Tarık"komünist" Tarık'a eviriyor.
  Güney'in damgasını vurduğu Yol filminde Tarık Akan'ın emeği sadece başrol oynaması değil, filmin ham çekimlerinin gizlice yurtdışına çıkarılmasını da organize edenlerden. Halkın sanatçısı böyle olur. (MUSTAFA BALBAY - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)




***


   Biri gelip kepeneğin başlığını kaldırdı:
  "Sen Tarık Akan mısın? Yahu kalk ayağa da bir görelim..."
  Gözümü açtım. Karşımda bir başçavuş dikiliyordu.
  "Kalk" diye tutturmuştu.
  Hadi bakalım, istersen kalkma. Hem 1981'de Yılmaz Güney'in Yol filmini çekiyorsun, hem bu başçavuştan mermi ve silah almak için keyfinin olmasını bekliyorsun; sıkıysa kalkma. Kalktım. Başçavuşla samimiyet kurmaya çalıştım. Yanında prodüksiyon amiri vardı.
  "Tarık Abi, mermileri arkadaştan alacağız; sağ olsun, bize yardımcı olacak."
 Böylece sinyali almış oldum: "Adama kötü davranma" demek istiyordu, işimiz düştü, aman diyeyim... Ondan alacağımız silahla filmdeki atımı öldürecektim. Sıkıyönetim dönemiydi, kimse silahını vermek istemiyordu. Prodüksiyon amiri de bula bula bu başçavuşu bulmuştu; nemrut herifin teki. Sahnenin çekimlerinin sonuna doğru adamın gırtlağını sıktığımı hatırlıyorum.
  Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ kurulmuştu. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Bana duyduğu sevgi ve bağlılığı hayvanın gözlerinden okuyordum. Kar fırtınasında yanıma gelip kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözlerime dikiyordu. Çekim sırasında üstünden düştüğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canımın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de beni avutmaya çalışıyordu. Onu hiç yularından tutup çekmem gerekmemişti. İş bittiği zaman arkama takılıp bir köpek gibi beni izliyordu. Filme başlamadan önce yönetmen Şerif Gören'e, "Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim. O kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim," dediğimi anımsıyorum. 
  Atı vuracağım sahne çekilirken, hayvancığa uyuşturucu iğne yapıldı. At yere yığıldı. Yakın planların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ateş edemeyen bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el ve atın yakın planları böylece aradan çıktı. Sıra öldürme planının çekimine gelmişti. Kamera uzağa gitti, genel bir plan çekilecekti. Silah elimdeydi ve içinde bir tek kurşun vardı. Başçavuş bir kurşundan fazla vermiyordu. Şerif Gören, "Kamera!" diyecekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir kurşun sıkacaktım. Karların ortasında ben ve yerde yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi almıştık. 
  Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp bana yalvarır gibi baktı. Kafasını kaldırmak istedi. Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime gelmişti. Bu arada Şerif Gören, "Kamera!" diye bağırdı.
  Bekledi. Burada tabancamı çekmeli ve kurşunu atın kafasına sıkmalıydım. Ama yapamıyordum işte.
  "Ateş etsene! Ateş et!" diye bağırdı Şerif.
  "Yapamayacağım Şerif, stop!" diye seslendim.
  Atın başından ayrıldım.
  "Ben bu atı öldüremem. Yakın plan başkasının elini çek. Kusura bakma, yapamayacağım."
  Yılmaz Güney'in yeğeni araya girdi:
  "Ben yaparım."
  Paltomu verdim. Kamera hazırlandı. Yeğenin el planı çekildi. Derken bir silah sesi...

  "At öldü, gel Tarık," dediler.
 Koşarak gittim. Paltomu giydim, daha sonraki planlara geçmek üzere çalışmaya başladık. Kamera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp bana baktı. Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölmemişti. Başçavuşa gittim.
  "Mermi ver, at ölmemiş," dedim.
  Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde naza çekiyordu. Yalvarta yakarta bir kurşun daha verdi.
  "Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak, hayvan can çekişiyor," dememe karşın bir tek kurşundan fazlasına razı edememiştim. Yeğen onu da atın kafasına sıktı. Sonra ben tekrar sahne aldım. Tam çekime geçilecekken, hayvan gene gözünü açtı, bakışlarıyla beni arıyordu. Bayılacak gibi olmuştum, çıldıracaktım... Başçavuşun yanına gittim, "Mermi ver!" dedim.
  "Yok!"
  O anda yakasına yapıştım:
  "Senin de, merminin de..."
  Küfrettim.
  Yöre halkı adamdan yalvara yakara üç mermi daha almıştı. Yeğen kurşunları boşalttı, at bu kez öldü. Paltomu giydim, Bir sonraki sahneye geçtik...

  (...)

  Mayıs 1982'de, Yol filmi Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü kazandı. Türkiye'nin film tarihinde ilk kez Cannes Festivali yarışmalı bölümüne bir film girmişti ve büyük ödülü kazanmıştı. Haberi aldığım anda çok büyük bir mutluluk, çok büyük bir sevinç duydum.
  Sabah saat dokuzda Yeşilçam Sokağı'na geldim. Neden buraya geldiğimi bile bilmiyordum. Sinema yaşamımızı simgeliyordu bu sokak, belki de o yüzdendi. Baktım, Şerif Gören de karşıdan geliyor. Birbirimizi kutladık, sarıldık.
  Yine de aklımız karışıktı. Bir kere film nedeniyle hakkımızda bir soruşturma açılıp açılmayacağını merak ediyorduk. Öte yandan film koskoca Cannes Film Festivali'nde birinci olmuştu. Gazeteciler de film olayını fırsat bilip ilgili ilgisiz sorular soracaklardı şimdi. Filmle övünüyorduk, ama gazetecilerin bu coşkumuzu malzeme yapıp hakkımızda yalan yanlış yeni soruşturma nedenleri yaratmalarını da istemiyorduk.
  Düşündük taşındık, yalnızca, "Mutluyuz," demeyi kararlaştırdık.
  Gazeteciler akın akın gelmeye başladılar. Sorular, sorular. Biz yalnız, "Mutluyuz, çok mutluyuz," diyorduk. 
  "Bu film ne zaman yurtdışına kaçtı?"
   
  "Sıkıyönetim zamanı çekimleri nasıl yaptınız?"
  "Filmi sansürden nasıl geçirebildiniz?"
  "Mutluyuz."
  Ertesi gün hiçbir gazete, bizim ağzımızdan, "Mutluyuz," "Sevinçliyiz," dışında bir söz yazamadı.
 O akşam Cannes Film Festivali'nde muhteşem ödül töreni yapılıyordu. Burada bulunamamak, o heyecanı yaşayamamak sanatçının unutamayacağı en büyük acısı.
 Şeref Gür Ağabeyim, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Ali Özgentürk, Yaman Okay, Şerif Gören, Onat Kutlar ve ben, Yeşilçam Sokağı'nın arkasındaki kebapçıda kendi ödül törenimizi düzenledik. 
  "Yılmaz Güney şu anda ödülü almıştır, eli havadadır," diyor, biz de rakıları havaya kaldırıyorduk. 
  O gece hepimiz rakıdan değil, ama mutluluktan sarhoş olduk. (TARIK AKAN, Anne Kafamda Bit Var - Can Yayınları)



  




Merhaba!