24 Nisan 2024 Çarşamba

HEP ÇOCUK KALSAK

 

"Eğer istersek yaşam, samanlardan yapılmış en alçakgönüllü kulübelerde bile daha iyi geçebilir... İnsanlar güçlerini birleştirmek zorundadırlar... Bugün artık uzaklık ortadan kalkmıştır. Tüm insanlar birbirlerinin komşusu olmuşlardır... Kalbin dünyası ile beynin dünyası birbirleriyle kaynaşmalıdır. Beyin kalbi aydınlatmalı, kalp de beyni ısıtmalıdır... Çocukların hepsi bu şarkıyı bellemişlerdir: Ah tüm dünya çocukları el ele verebilseler!



JOHANN HEINRICH PESTALOZZI
(Resim: KONRAD GROB / Pestalozzi ve Stan'ın Yetimleri)


***


Çocukluk başlamak demekti. Dünyaya, hayata, zamana, kendine ait olan her şeye titrek adımlarla yürümekti. Çocukluk bir imkândı. Çocukluk acıya, kayıplara, ölüme henüz uzak olmaktı. Yokluğun daha az acıtmasıydı, avuntunun ve şefkatin bolluğuydu.

(AHMET BÜKE - Deli İbram Divanı / Can Yayınları)


***


"O kokuyu bir daha hiç duymadım. Hiçbir yerde yoktu hayatımın ilerleyen yıllarında. Dünyanın en güzel kokularından biriydi diyebilirim. Çocukluğumla, bahçeyle, yeşilin ve mavinin tüm parlaklığıyla, o zaman hayatımda var olan kişilerle karışıyor ve eşsiz bir şey oluyordu. Onu her zaman duyabilmenin olanaksız olduğunu büyüyünce anlamıştım. Onun içinde bir babaanne, bir eski köşk, bir dut ağacı, bir gül perisi vardı. O kokuyu algılayabildiğim sürece bir çocuktum. Bunu anlamak müthişti.

Sonraki yıllarda karşılaştığım kavanozlanmış hazır gül reçellerinde bu yoktu. Çocukluğumu içine koymamışlardı..."

(NAZLI ERAY - Naz ve Köşkteki Vampir / Everest Yayınları)


***


"Biz büyüdük ve kirlendi dünya..."

(MURATHAN MUNGAN)







Merhaba!

17 Nisan 2024 Çarşamba

ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN ÖNEMİ

 

Bir şiir festivalinde bir Arap şair, Avrupalı şairlerin Arap şairleri küçümsediklerinden yakınıyordu (ya da ona öyle gelmişti), o şairin biraz moralini düzeltmek için Özdemir (İnce) de "Ama onlara söyleseydin, Araplar da sıfırı buldu deseydin" demişti. 

O Arap şairin yanıtını hiç unutamam. "Sıfırı bulduk ama sıfırın içinden dışarı çıkamadık, sıfırın içinde kaldık" dediydi.

(ÜLKER İNCE - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)


***


"Ancak bir tek adam, emperyalist kudretin öz varlığını, iç yüzünü gerçekten sezip kavramıştı. İnkılâpçı dinamizmin bütün mantıksal neticelerini hesabına katarak ona karşı koyabilmişti: Kemal Atatürk.

Onun idaresi altında on altı milyon Türk ötekilerden milyarların ulaşamadıklarını ele geçirebilmişti. Onun idaresi altında on altı milyon Türk milli devlet hududu içinde milletin organize edilmiş kudretini, yaşanan çağın icap ettirdiği teknik işle, sistemli bir şekilde yan yana ve baş baş yürütebildiği için emperyalizmi alt edebilmişti."

(Dr. STEPHAN RONART - Bugünkü Türkiye, 1936) 


***


Cumhuriyet'le kurulan yepyeni toplumsal yapımızın temel taşlarından en önemlisi, bağımsızlık ilkesinin bilincini yaşatıp, kuşaktan kuşağa, berkiştire geliştire aktaracak olan eğitim ve öğrenim sorunuydu kuşkusuz. Cumhuriyeti kuran düşüncenin temelinde, yeniye yeniliğe kapalı, çağdışı medrese kafası yerine, Türk ulusunu aklın, bilimin, olumlu düşüncenin onuruna kavuşturmak tutkusu yatıyordu. Bu tutkunun nişan noktası ilk ağızda eğitimde odaklanıyordu. Eğitim değil miydi ulus bilinci yeşertip kökleştirecek olan? 
İşte, bu ileriye yönelik sağlıklı düşünceyledir ki dinsel ve laik eğitim ikiliğine son vermek amacıyla "Öğrenim Birliği" yasası çıkarılmış, daha sonra da halka okuma yazma kolaylığı sağlamak için Latin harfleri kabul edilmişti. Yine aynı düşünceyledir ki milli eğitimimize yön vermek ve taze kan aşılamak amacıyla Batı kafasının ileri gelen, liberal düşünceli bir filozof ve eğitimcisi yurdumuza çağrılmıştır. Bu, Amerika'nın önde gelen filozof ve eğitimcisi John Dewey'di.


JOHN DEWEY ve H. VASIF ÇINAR, 1924


İşte, 1924'te Türkiye'ye gelen John Dewey, milli eğitim kurumlarımızı yakından inceledikten sonra iki rapor vermiştir:
"İlk ve çok önemli nokta, Türkiye okullarının amaçlarını saptamaktır. Amaç, Türkiye'nin uygar uluslar arasında yetkin bir üye olarak canlı, özgür, bağımsız ve laik bir cumhuriyet olarak gelişmesidir. Bu amaca varmak üzere okulların, ulusun bireylerine önce doğru politik alışkanlıklar ve düşünceler aşılaması, sonra türlü biçimde ekonomik ve ticari yetenekleri yüreklendirmesi, son olarak da erkek ve kadını ulusal egemenliğe, ekonomik olarak kendi kendisini yönetmeye ve sanatça ilerlemeye itmesi, yani onları girişim ve yaratma, özgürce ve bilimsel biçimde düşünmeye ve genel yarar için toplumsal tarzda işbirliğine alıştırma ve ahlaki seciyenin eğilimlerini kendilerinde geliştirmesi gerekir.
Bu amaçları geliştirmek için sadece bazı lider'ler yetiştirmek elvermez, yurttaşların tümünü memleketin politik ve kültürel gelişmesine katılacak biçimde eğitmelidir." 
Burada bir parantez açmak isterim. Batılılaşma yolunu benimsemiş olan Türkiye'nin kalkınması için tüm ulusu kapsayan geniş bir eğitim mi, yani halk çocuklarının toptan eğitilmesi mi, yoksa bir takım üstün zekalı gençleri Avrupalara yollayıp, toplumu yönetecek birer lider yetiştirmeyi mi benimsemeliyiz konusu yıllarca önce, bir açık oturumda Sabahattin Eyuboğlu ile Prof. Mümtaz Turhan'ı karşı karşıya getirmişti. Köy Enstitüleri'ne cephe alan bir geri tutumla, enstitülere gönül vermiş bir tutum çarpışmıştı. Sonunda ne oldu? Enstitü düşmanları arasında üstün yetenekli hiçbir lider yetişmedi ama Köy Enstitüleri'nden yetenekli insan ve sanatçı yetişti.
Dönelim yine John Dewey'e. Ona göre, okulun amacı ikidir:
"Bir yandan, milli yarar sağlayan bilgilerin toplanması ve yayınlanması görevini yapacak bir merkez ve araç olmak, öte yandan, öğrenciyi yurda yararlı olacak düşünce alışkanlıklarıyla donatmak, alacakları bilgileri kuramsal ve gereksiz olmaktan kurtarmaktır." 
Liberal bir kafanın, liberal kafalı olmasını istediği bir ülkeye sunduğu ama köy enstitüleri ve meslek okulları dışında pek az uygulama alanı bulduğu bu raporun tümünü okumanızı dilerim.

(VEDAT GÜNYOL - Giderayak Yaşarken,1986)






Merhaba! 
 

13 Nisan 2024 Cumartesi

HANGİSİ ?

 

"Sözle söyleneceklerin en âlâsı şiirle anlatılır."


HALİKARNAS BALIKÇISI
(Mavi Sürgün)


***


"Sözcüklerin elleri vardı
Bir çizgiydi belki
Belki de sessiz bir çığlık
Sözcüklerin elleri vardı
Sonsuzluğa bırakılan bir resim, bir şiir, bir müzik."

Sözcükler, zamanın damıtarak anlamlandırdığı iletişim araçlarımız. Ya olmasalar...
İlk sözcük; ilk çizgi, ilk renk insanın sığındığı mağara duvarlarına çizdikleri olsa gerek. Sanatın başladığı ilk an'lar... Ne denli yakın o denli uzak. Çizginin dilini öğrenmek, dilin çizgisini oluşturmak ne zorlu bir uğraş.
İlk "şiirlerimi" paylaştığım Aziz Nesin "Yanlış yerden başlamışsın, yazmak değil okumak zor" demiş ve eklemişti: 
"Felsefe okuyacak, diğer sanatların dilini öğrenecek en zor olana, şiire ulaşacaksın, yine de 'Seni seviyorum'dan güzelini yazamayacaksın..." Hiç unutmadığım ama sonrası kavrayabildiğim sözler...

(MEHMET ÖZ - Cumhuriyet Kitap)


***


"Şiir her şeyden önce halk için vardır ve onun dilinde ifadesini bulur."


GUILLAUME APOLLINAIRE


***




Orhan Veli'nin ünlü şiiridir:

"Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum.

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam."

Şairin sonradan eklediği o son dize var ya! Pişman olduğu söylenir. Çünkü şiirin önüne geçip fazla ünlenmiştir. Kaç kişi bilir o dizenin eklenme nedeni sadece Ahmet Haşim'in "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirine, lirizmine meydan okumak olduğunu... Hani var ya:

"Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam; 
Üstümde sema kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!"

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)





Hangisi ?

7 Nisan 2024 Pazar

SÜREYYA BERFE ve DOĞA

 

"Çağımız insanı 'insan yazgısı' ile 'doğa yasası' arasındaki ayrımın bilincine varan kişidir."

(İLHAN SELÇUK - Ağlamak ve Gülmek)





Sabaha doğru

bahar yağmuru

Şiir bazen görülebilir.

Geçmişte yaptığı bir söyleşide "Kent ve kentliyi çocukluğumdan beri sevmedim. Ama bu kır âşığıyım demek değil. Doğayı ve ona yakın insanları daha çok seviyorum" deyişini anımsatıyorum Yavaş Yavaş Bilemiyorum'u kendisinden dinlemek için bir araya geldiğimiz Berfe'ye.

Bugün kentten yola çıksak diyorum, dönsek aynı kırı ve doğayı bulur muyuz artık? "Ah nerede..." diye iç geçiriyor usta şair, "Bulmak imkânsız. O kır, o doğa yok artık ama sadece o da değil sorun. Nüfus da aldı başını gidiyor, her şey daha kötüye doğru ilerledi."

Doğanın tam içinden, artık onunla yoğurulmuş olarak görüyoruz dizeleri. Günümüzde çokça hırpalanan, sömürülen, yok edilmeye çalışılan bir varlık artık doğa. Gözlerimizin önünde yakılan, yıkılan, yerine betondan renksiz, kokusuz, nefessiz bir dünyanın yaratıldığı o güzelim doğaya getiriyoruz sözü. 

Onun yanında yer alıp, kitapta tam da içinden konuşan şaire, "Canı yanan doğanın bir seslenişi mi bize?" diyorum, "Öyle elbette, hatta çırpınışıdır..." diye yanıtlıyor beni.

Bahar rüzgârına, topraktaki kıpırdanmaya, denizin durgunluğuna bir bir rastladığımız dizeler, insanın yolculuğunu doğa aracılığıyla anlamlandırmasına da bir olanak tanıyor.

(...)

Doğayı, sevmeyi, gören gözlerle bakmayı, yalnızlığımızı, içtenliği, kısacası artık pek rastlayamadıklarımızı, unuttuklarımızı ve tabii çokça baharı hatırlatıyor Süreyya Berfe; durmadan sakin ve kararlı.

Yazıyı kitaba ismini veren şiirle bitirelim:

Bahar akşamlarının yalnızlığı

neye benziyor

Yavaş yavaş bilemiyorum.

 (BERRİN KARADENİZ - Cumhuriyet Kitap)




Merhaba!


4 Nisan 2024 Perşembe

İNSANLIĞIN LÜZUMU YOK !


(Fotoğraf: AKGÜN AKOVA)


Hayvan dünyası bizim insan dünyamızdan çok çok çok daha masumdur.
Öyleyse diyeceksiniz, iki dünya arasındaki en önemli fark bu mudur?
Yani hayvan dünyasının bizim insan dünyamızdan daha masum oluşu...
Bir bakıma evet. Ama ben başka bir şey söyleyeceğim. İnsanla hayvan arasındaki en önemli, en belirgin fark, bana kalırsa, hangi türü olursa olsun hayvan dünyasının belli bir "standart"ı olduğu, insanın ise yükselmesinin ya da alçalmasının bir sonu, sınırı olmadığıdır.
(...)
Hayvan dünyasını küçümsemeyelim. Alçak hayvan yoktur. Ama insan alçaklığının, alçak insanın ne yazık ki sürüsüne bereket!

(ATAOL BEHRAMOĞLU - Cumhuriyet Gazetesi)

 


TOMBİLİ


Hiç hayvan güler mi, gülmek ağlamak insanlara mahsustur. Vay ahmak insanoğlu vay, asıl gülmeyi unutan insanlardır. Şu dünyada dostu, arkadaşı olmayan, bir sıcak elin tadına, bir bakışın güzelliğine artık bundan sonra varamayan, varamayacak olan da insandır. Umutsuz olan, nankör olan insandır. Dünyanın güzelliğini yadsıyan artık salt yaşamanın tadına varamayan insandır, altında yaşadığı göğü, üstünde gezdiği toprağı, akan suları göremeyen insandır. Görkemli doğa ortasında görmeden dolaşan, bakarkör olan insandır. Yunuslar, balıklar, kuşlar, kurtlar, tilkiler, ne pahasına olursa olsun, hem de börtü böcekler bu dünyanın tadını çıkarırlar.
"Hayvan olmak bu çağda insan olmaktan daha mutluluktur," dedi Selim balıkçı.

(YAŞAR KEMAL / Deniz Küstü - Yapı Kredi Yayınları)




"Doğaya daha yakından bak, o zaman her şeyi daha iyi anlayacaksın."



ALBERT EINSTEIN







4 Nisan Dünya Sokak Hayvanları Günü

26 Mart 2024 Salı

FİGARO'NUN DÜĞÜNÜ

 



12 Ekim 1781. Versailles sarayında küçük bir salonda Kraliçe Marie-Antoinette'in baş hizmetkârı Madame Campan, Kral XVI. Louis ve Kraliçe'ye henüz yayınlanmamış ve sahneye konulmamış Çılgın Gün veya Figaro'nun Düğünü başlıklı bir tiyatro oyununun metnini okuyordu.
Beaumarchais (Pierre-Augustin Caron De Beaumarchais) dünya çapında bir üne erişmesini sağlayacak bu oyunu 1778'de yazmış ancak içeriğinin sakıncalı bulunması nedeniyle 5 yıl boyunca hiçbir tiyatroda oynatamamıştı. Sonunda sansür komitesinin onayını almayı başarsa da XVI. Louis bu karara karşı çıkmış, oyun hakkında son kararı bizzat vermek istemişti. Madame Campan oyunun tümünü okuyup bitirdikten sonra yerinden fırlayan kral hiddetle haykırır: "Nefret edilesi bir oyun bu! Asla sahnelenmeyecek!"
Ve birkaç yıl sonra kendisine karşı yapılacak Devrim'i bilinçsizce öngörmüş gibi ekler: "Oynanmasının tehlikeli bir tutarsızlık olmaması için, Bastille Hapishanesi'nin yıkılması lazım!"
Beaumarchais oyunun sahnelenmesi için uzun bir süre beklemek zorunda kalacaktı. Ancak 3 yıl önce büyük ilgiyle karşılanan Sevil Berberi'nden sonra Beaumarchais bu oyunun devamını yazmak istediğini açıklamış olduğundan, herkes birbirine bu yeni oyunu soruyor, ne zaman sahneleneceğini merak ediyordu.
(...)
Sonunda oyun ilk kez Vaudreuil Kontu'nun, Gennevilliers'deki şatosunda oynanır ve büyük bir ilgiyle karşılanır. İlk izleyicilerin tümünün oyunun cazibesine kapıldığını öğrenen ve gerçek bir tiyatrosever olan Marie-Antoinette dahi Figaro'nun Düğünü'nü çok merak ettiği için XVI. Louis geri adım atmak zorunda kalır ve oyun ilk kez 27 Nisan 1784 günü, yazıldıktan tam altı yıl sonra Paris halkının karşısına çıkmayı başarır. 
Tıklım tıklım dolu salonlar önünde 64 kez (ki bu o dönem için çok büyük bir rakamdı) temsil edilen oyunun ünü kısa sürede tüm Avrupa'ya yayılacaktır.
(...)
Figaro'nun Düğünü, klasik efendi/hizmetkâr karşıtlığının ötesinde, soylular ve halk arasında geçen çatışmayı ön plana çıkarır. 18. yüzyıl Fransa'sının sosyal düzenine meydan okuyarak aristokrasiye sert eleştiriler yöneltir.
İlk gösterimden birkaç ay sonra, oyunun yol açtığı polemiklerin ortasında yazdığı önsözde Beaumarchais, suçlamalara şöyle yanıt verir: "İşlediğiniz konuda sosyal bir tutarsızlıktan kaynaklanan etkileyici durumlar olmaksızın tiyatro sahnesinde ne büyük bir duygusallık, ne derin bir ahlak dersi, ne de iyi ve gerçek bir komedi ortaya konamayacağını düşündüm her zaman ve hâlâ da öyle düşünüyorum."
Ve bu metni yazdığı anda, bütün engelleri aşmış ve büyük bir başarıya imza atmış olmanın verdiği özgüvenle, oyunu yazarken güttüğü esas amacını da artık gizleme ihtiyacı hissetmez: "Bu oyunu yazarken, planımı topluma zarar veren bir dizi istismarı eleştirecek şekilde oluşturdum."
Yapıtın sahnelenmesine 5 yıl boyunca engel oluşturan bu eleştiriler, yapıtın çeşitli sahnelerinde, özellikle Figaro'nun beşinci perdedeki uzun monoloğu aracılığıyla izleyiciye iletilir. Figaro en önce kaderin belirsiz ve rastlantısal doğasını vurgular. 
Ve "Eğer Tanrı isteseydi, bir prensin oğlu olurdum" diyerek aslında dönemin toplumsal koşullarının tüm yapısını sorgular.
Aynı doğrultuda, "Güçlüler için ılımlı ve zayıflar için sert" olan adalet kavramıyla da alay ederek efendisinin aşağılayıcı tutumundan sızlanırken, soyluların sınırsız kibrinin, doğuştan gelen ayrıcalıklarının ne kadar saçma olduğunu ortaya koyar: "Asalet, servet, rütbe, mevkiler, hepsi sizi çok böbürlendiriyor! Bütün bunlara sahip olmak için ne yaptınız ki? Doğma zahmetine katlandınız, hepsi bu. Sonuçta epey sıradan bir insansınız."
(...)
İkiyüzlü ve art niyetli saray mensubu dalkavuklar da bu eleştirilerden nasibini alır, zira onların yaşamı da üç eylemden ibarettir: "Kabul etmek, almak ve istemek, işte üç kelimelik sır budur." Bir anlamda, birkaç yıl sonra gerçekleşecek Fransız Devrimi sonrasında ilan edilecek olan İnsan Hakları Bildirgesi'nde yer alacak ve Aydınlanma dönemi filozoflarının da yapıtlarında savunduğu fikirlerin özeti gibidir bu replikler.
(...)
Genellikle felsefi anlamda bireyin doğuşunu temsil ettiği söylenen Figaro, aslında aynı zamanda politik anlamda da bir birey olarak ortaya çıkmıştır ve bir takım abes ayrıcalıklara değil, salt liyakate dayalı, gelişmekte olan burjuva sınıfının ideolojisini savunur. Nitekim Fransız Devrimi'nin güçlü liderlerinden Danton, birkaç yıl sonra yapıt üzerine bu görüşü doğrular gibi yaptığı keskin yorumda "Soyluları Figaro öldürdü!" diyecektir.

(FERDA FİDAN - Cumhuriyet Kitap)






YAŞASIN TİYATRO !

17 Mart 2024 Pazar

İSTASYON BOŞ

 

İstasyon boş.

Sabah.

Hava soğuk.

Üşüyor Tante Rosa.

Elinde bir mektup.

Yanında sandığı.



SEVGİ SOYSAL


***


Ana, küçük istasyonun kuytu bir köşesine, rüzgârı kesen duvara sırtını verip çömelmişti. Başını da saran kalınca atkısına bürünmüş; ellerini, kollarını da atkının içine almıştı. Saat sabahın beşine yaklaşıyordu; yine de gökteki yıldızlar silinmemişti.

Ananın içi içine sığmıyor, dolu dolu gözlerini, bir yıldızlara kaldırıyor, bir istasyonun arkasından gecekondulara uzanan yola çeviriyor, bir trenin geleceği yöne dikiyordu. 

İstasyon memuru, elinde fener, hatboyuna çıktı, makasa doğru yürümeye başladı. Her sabah ilk gelen bu banliyö katarını kör hatta alır, bir buçuk saat beklettikten sonra gerisin geriye yol verirdi. Katar, bu saatte fabrikalardaki gece vardiyası işçilerini getirir; istasyonlarda indire indire buraya ulaşır; sonra da gündüz vardiyasına girecekleri, toparlaya toparlaya döner giderdi

Bu istasyon son duraktı.

(SAMİM KOCAGÖZ - Gecenin Soluğu, 1980)







Merhaba!

14 Mart 2024 Perşembe

METİN ALTIOK ve KIZI

 

Desen: METİN ALTIOK


"Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın

Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım"


"Nar çiçeğim, burada yaşamımı ayakta tutan iki temel direk var. Önce sen, sonra şiir. Seni çok seviyorum bunu bil. Aramız derya-deniz de olsa, sıra dağlar da, en ufak bir sıkıntıda aşar gelirim. Hep babanın var olduğunu bilerek yaşa. Bingöl dağlarının tepesinde oraya nereden geldiği bilinmeyen bir pars iskeleti de olsa... Canım!"  

(4. 9. 1980, Bingöl - Metin Altıok'tan Zeynep'e Mektuplar)



Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü'nü aldığı 1980'de Nebahat Çetin ile evlenir. Ne var ki, Çetin'in eş durumundan olan tayini epey gecikir. Gene zordur Altıok'un hayatı. Çünkü, sevdiklerinden, kızından, dostlarından ayrı düşer. Bir de 80'li yılların Bingöl'ü var. Öyle ha deyince gidilecek bir yer değil. Hele kışın kar yolları kapadığında. Sınıfının penceresinden Çapakçur Deresi'nin etrafındaki kavak ağaçlarını seyredalar sık sık Altıok:

"Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukta tamamlar.

Omzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime, ardımdan ıslık çalar."


Ankara ve orada bıraktıkları, koca bir özlem olarak yanıbaşındadır. Bingöl'de geçirdiği yıllarda onu en çok etkileyen şey, kızına olan dinmeyen özlemidir. Sürekli ona mektup yazan ve onu herkese anlatan Metin Altıok için bu katlanılması en zor durumdur:


Kızım/lar

her şeyin üstünde sulusepken bir kar;

bir aşkı delik deşik ediyordu/lar.

bense inatla susuyordum

ve kızımı seviyordum ekmek kadar.


 (MELTEM KOFOĞLU - aksisanat)




Özlemle!


8 Mart 2024 Cuma

DEVRİMCİ PRENSES

 


(ZEYNEP ORAL / Anadolu'da Bir Devrimci Prenses - İnkılâp Kitabevi)


Bu, gerçek bir öykü. Yaşanmış bir öykü. Yaşadığımız hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Her şey, içinde yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel gerçekliğin, olguların, birikimlerin bir sonucu. Prenses Cristina'nın yaşadığı dönemde (1808-1871), 19. yüzyılda Avrupa'nın özellikle İtalya'nın tarihi; İtalya'nın krallıklara bölündüğü, kâh Avusturya kâh Fransa'nın çıkar ilişkileri, egemenliği altında olduğunu; en ufak bir direnişe izin verilmediği ve bağımsızlık mücadelesi bilinmezse, prensesimizin hiçbir düşüncesine, hiçbir eylemine akıl erdiremeyiz. 
(...)
Prenses Cristina yaptıklarının hiçbirini, kimseye herhangi bir mesaj vermek için yapmıyor. Başka türlü davranamadığı için yapıyor. 
Hayatı bir mesaj: Kendinizi yetiştirin, okuyun, öğrenin, yardım edin, özgür, bağımsız bir hayat düşleyin, kadınların gücüne inanın diyor. İnandığınız doğrular yoluna mücadele etmekten korkmayın diyor. Yazılı bir mesaja 2021 yılında (Ölümünün 150. yılı - k.n.) Milano'da dikilen heykelinde rastlıyoruz: Heykeltıraş Giuseppe Bergomi onu, kaidenin üzerinde yükselen bir divana oturtmuş. Bir elinde kitaplar bir elinde günlükleri...


 Kaidenin arka yüzünde onun kaleminden çıkmış şu sözler yazılı:

"Geleceğin onurlu kadınları,
geçmişte kadınların yaşadıkları acıları, aşağılanmaları, mücadeleyi düşünsünler
ve onların asla tatmadıkları,
olsa olsa ancak düşleyebildikleri güzel günlerin yollarını onlar için açanları, 
minnetle, şükranla ansınlar."

Cristina Trivulzio di Belgiojoso, 1866


İlk sürgün hayatı Paris'te, ondan sonra İstanbul ve Anadolu... Bu tercihleri, neden nasıl yapıyor?
Sürgüne yollanmıyor, tutuklanacağını öğrendiği an ülkesinden kaçıyor. İlk kaçışı Paris'e... Avusturya İmparatorluğu tüm mal varlığına el koyuyor. Hayatında ilk kez çalışmak zorunda kalıyor. İlk yıllar çok zor, sabahlara kadar çeviri yapıp, dikiş dikip, ders verip geçinmeye çalışıyor; son yıllarında ise yüksek sosyeteye ve sanat çevrelerine giriyor. 
Fransız şair Alfred de Musset, Alman şair Heinrich Heine ona aşıklar... Franz Liszt, Chopin, George Sand, Rossini ve Vincenzo Bellini dostları... Balzac, Chateaubriand ve Madame Récamier gibi ünlüler çevresinde...
Bir gazeteciye göre o sıralar Paris'in yüksek sosyetesi ikiye ayrılıyor: Prenses Cristina'ya hayran olanlar ve ondan nefret edenler...
Af çıkınca ülkesine dönüyor. Ancak uslu durmuyor. Direniş hareketine, sokak isyanlarına katılıyor. Ve üstelik artık annedir... Tam yeniden tutuklanacağını öğrenince kızını ve kızının mürebbiyesini katığı gibi önüne çıkan ilk gemiye binip kaçıyor. Gemi Malta'ya kadar gidiyormuş.. Elbet Paris salonları ve Roma sokak savaşlarında sonra küçük Malta Adası, Cristina'ya çok sıkıcı geliyor.
Bu arada Osmanlı İmparatorluğu tüm göçmenlere kucak açmış durumda... Malta'dan bindiği ikinci bir gemi onu İstanbul'a getiriyor. Ancak Saray çevresini hiç ama hiç benimsemiyor.
Toprağa yakın, ona Lombardia'yı anımsatacak kırsal alanda bir çiftlik kurmak üzere arayışa giriyor...
Ve... Karabük, Safranbolu... Çakmakoğlu Çiftliği'ni alıyor... Amacı kızına ve kendine hem üretken hem huzurlu bir hayat sağlamak...
Yöre halkı ilk andan onu bağrına basıyor. Çünkü kapısı herkese açık. Çünkü Roma'da hastaneler kurmuş, hemşirelik yapmış, hemşireleri Florence Nightingale'den önce örgütlemiş, tıp bilgisi olan bir kadın. 
İlk zamanlar "Osmanlı'ya sığınan Frenk kadın" diye görüyorlar köylüler onu ama kısa zamanda tüm yörenin "iyileştiricisi" oluyor.
Bütün hastalara bakıyor, her gün evinin önünde hasta kuyrukları oluşuyor. Kimseyi geri çevirmiyor. Ona gelemeyen hastaların evine o gidiyor. Çocuklara okuma yazma öğretiyor, hijyen dersi veriyor. Bütün kadınların dert ortağı, neredeyse suç ortağı oluyor... Ve köylüler onu "bizden biri" ya da "hepimizin annesi" diye benimsiyor...

(ZEYNEP ORAL - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)






Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
 

3 Mart 2024 Pazar

YUMRUK

 

Mehmet Özer'in o dönem çektiği fotoğraflardan bazıları uluslararası alanda işçi sendikaları ve mücadelesinde de yankısını bulmuş ve olumlu tepkiler gelmiş. Belki de kendi alanında uluslararası ilk örneklerdi bunlar. Eline alıyor bir tanesini ve gösteriyor:


"Bak mesela bu. İngiltere'de madenciler tarafından yılın fotoğrafı seçildi. Adına da 'Sınıfın Öfkesi' dediler. Bu fotoğraf yasaklandı sonra. Katıldığım etkinliklere izin çıkmadı bu fotoğraf yüzünden. İşçi sol yumruğunu kaldırmış diye. Sağ kolu yoktu o işçinin. İş kazasında kopmuştu. Yasağı koyanlar işçinin kolu neden koptu diye sormadı da geriye kalan kolun sıkılı olmasından korktu" diye anlatıyor. (sol Haber)



"Bayrakları severim tutsaklığa yumruk gibi savrulan bayrakları
İnsanları severim haksızlığa yumruk gibi sıkılan insanları"

dizeleriyle kavganın,

"düşer barış cemreleri sabah çaylarımıza"

dizeleriyle barışın şiirini yazıyor Hasan Hüseyin.


"Denize varmaktır amacı nehrin, denize varmak ey yolcu" diyen Hasan Hüseyin rahatsızlanmıştı, aylardır ölümle savaşıyordu.
Cezaevi günlerim sürüyordu. Çanakkale'deydim. O günlerde yazdığım "Hasan Hüseyin" adlı şiirimden birkaç dizeyle 26 Şubat 1984'te aramızdan ayrılan (4 Mart 1927 doğumlu-k.n.) şiirimizin yürek işçisi, onurlu damarı Hasan Hüseyin'i saygıyla anıyorum:

Hastaydın yatağında nehir
açtık şiirini hüzünlendik
okuduk 'nehirler aka aka'yı
konuştuk nehir olmak nedir...

Yolları acılarla dolu olsa da
yolcusu tükenmez denizin
ve nehirler denize varacaktır
bilirsin hasan hüseyin.

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

25 Şubat 2024 Pazar

BİNBİR ÇİÇEKLİ BAHÇE

 



Çukurova'nın sarı sıcak güneşinde yanan, esmer tenli, iri yarı bir adamdır o. Çukurova toprakları kadar esmer, Toros Dağları kadar büyük bir Anadolu bilgesidir Yaşar Kemal. 
Gençliğinde adı komüniste çıkmıştı. Sık sık gözaltına alınıyor, herhangi bir işte bir aydan fazla çalıştırılmıyordu. Bu yüzden gençliğinde neredeyse yapmadığı iş yoktu; ırgatlık, ırgat kâtipliği, bostan bekçiliği, öğretmen vekilliği, traktör sürücülüğü, arzuhalcilik...
Adana'da barındırmadılar onu.
(...)
1951 yılında İstanbul'a geldiğinde ilk evi, Gülhane Parkı'nda bir çınarın altı oldu. Uzun süre burada yatıp kalktı, oltayla balık avladı, yediklerini yedi, diğerlerini sattı.
Sonra Abidin Dino ve Behçet Kemal Çağlar aracılığıyla "Bebek" öyküsü geçti Nadir Nadi'nin eline. Nadir Bey, bu saçı sakalı birbirine karışmış, teni güneşte kalmaktan kapkara olmuş gencin öyküsüne hayran kalmıştı. Bu öyküyü gazetede tefrika edecekti.
Ancak Yaşar Kemal için düşündüğü asıl iş röportaj yazarlığıydı. Böylesine güçlü bir dili olan bu genç adamın müthiş röportajlar çıkaracağını düşünüyordu. O dönemler röportaj; edebiyatın bir uzantısı olarak görülüyordu ve yazarların insanlar, yerler ve olaylarla ilgili inceleme ve araştırmalarına kendi görüş ve gözlemlerini de ekleyerek oluşturduğu bir yazı türüydü. Şimdiki soru-cevap şeklindeki söyleşiler röportajdan sayılmıyordu.
Nadir Bey'in talimatıyla muhasebeden 1500 lira alan Yaşar Kemal, ilk olarak Diyarbakır'ın yolunu tuttu. Gazeteye yazılarını yolluyordu ama yayımlanıp yayımlanmayacağını bilmiyordu. Röportajları beğenmeyip yayımlamazlarsa, baba yurdu Van'a gidip orada bir süre arzuhalcilik yapıp gazeteye borcunu ödeyecekti.
Anadolu'yu karış karış gezip röportajlar yazıyordu. Tatvan'dan Van'a giderken feribotta bir yüzbaşının okuduğu Cumhuriyet gazetesinde ilk defa yazılarının çıktığını gördü. O zamana kadar gerçek adı olan Kemal Sadık Göğceli'yi kullanıyordu. Fakat görmüştü ki Cumhuriyet'te adını değiştirmişlerdi, artık yeni adı "Yaşar Kemal"di. Çünkü gerçek adı fişlenmişti bir kere, mimliydi. Gazete yönetimi ona taze bir başlangıç yapma fırsatı vermişti bu yeni adıyla. 
Bir yeri sel mi bastı, deprem mi oldu? Otobüslere, trenlere, gemilere binip yolculuklara çıkan Yaşar Kemal hemen oraya varıp muhteşem röportajlar yazıyordu. Gazetedeki adı "ağır işçi"ye çıkan Yaşar Kemal, 1950'li yıllar boyunca Anadolu'yu gezip durdu. Çoğu kez yanında fotoğrafçı olarak Ara Güler ile birlikte hem de.
(...)
Fırsat buldukça aklında dönüp duran romanı yazıyordu. Hayli yaman geçen 1953 kışında İstanbul Boğazı'nı donduran o feci soğuklarda, eldiveniyle tuttuğu kurşun kalemiyle İnce Memed'i tamamlamıştı nihayet.
Götürüp Cumhuriyet'in Yazı İşleri Müdürü Cevat Fehmi Başkut'a teslim etti romanı. Beklemeye başladı, ses seda çıkmayınca 15 gün sonra Cevat Fehmi'ye romanı okuyup okumadığını sordu. "Yarısına kadar okudum" dedi Cevat Fehmi. "Hayır, okumamışsın" dedi Yaşar Kemal, "Eğer o romana başlasaydın yarısında duramazdın".
Cevat Fehmi bir ay sonra Yaşar Kemal'i odasına çağırdı, "Önceki gün başladım romanına, bu sabaha kadar durmadan okudum. Sen haklıymışsın. Hemen yayımlayalım" dedi.
İnce Memed, 1954 yılında ocak-nisan arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Kısa bir süre sonra gazeteye Ankara'dan "yayını durdurma" uyarısı geldi. "Ağalara başkaldıran bir eşkiyayı yücelterek komünizm propagandası yapıyordu" Yaşar Kemal! Fakat gazete bu ikazı dinlemedi. Yaşar Kemal, dünyada en az kendisi kadar ünlü İnce Memed'i ertesi yıl kitap olarak çıkardı.
Işığın türkücüsü Yaşar Kemal, 28 Şubat 2015'de "o güzel atlara binip gittiğinde" 92 yaşındaydı. Bu topraklardan dünyaya açılan en güzel pencerelerden biriydi.

(OLCAY BAĞIR - Cumhuriyet Kitap)



Sözü Yaşar Kemal alsın:

"Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir. İyi ki dünyaya geldik, yaşadık, ışığı gördük. Ya gelmeseydik, ya bu güzellikleri görmeseydik..."  




Yaşar Kemal'in anlatı dünyasının keşfi "binbir çiçekli bahçe"yi andırır. Onun söz dünyasına adım attığınızda karşınıza çıkan her imge, konu, olay, insan gerçekliğinde öylesine çok şey bulursunuz ki bunu bir "keşif yolculuğu" olarak nitelendirmek yabansı gelmemeli.

(FERİDUN ANDAÇ - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

18 Şubat 2024 Pazar

TARİH BAĞIŞLAR MI SANIRSIN ?

 



   Cumhuriyet'in onuncu yıl şenlikleri İstanbullular için olağanüstü bir anlam taşır. Beyazıt Alanı'nda saatlerce süren görkemli bir geçit resmi yapılmış, gece bütün minareler ve resmî yapılar elektrikle donatılmıştı. Ana caddelerde insan selleri akıyordu. Sevinçli, heyecanlı ve umutlu. Yabancı askerlerin dolaştığı karanlık "Mütareke yıllarının" mezarlıkların ve yatır türbelerinde titrek mumlar yanan sokakların ürperti veren havası, arkada kalıvermişti. Cumhuriyet sözü her şeyi düzeltiverecek bir büyü gibiydi. Genç gırtlaklar, "Çıktık açık alınla on yılda her savaştan! On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan!" diye çın çın öttürüyordu şehri. Ne var ki, büyü hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1938'de Kasım ayının onuncu günü İstanbul bir daha dalgalandı, sarsıldı ve durgunlaştı. Bayraklar yarıya inikti. Hüzünlü yüzler şehri doldurdu. Son umut da elden gitti, demek ister gibi.
   'Atam, sen kalk ben yatam!' diye manzumeler döktüren "yeni aydın"ların mangalda kül bırakmadığı bir dönem başlıyordu.

    (BURHAN ARPAD / Hesaplaşma - May Yayınları, 1976) 




   Aklın, doğrunun sınanması biter mi? Yarı sömürge edilmişliğimizi bilgi ile, akılla denkleştirip sonuçları yeniden tartacağız. Çıkarları gereği yalan söyleyerek bu yalanları egemen güçlerin payandalamasıyla doğrulaştırmaya çalışanları daha iyi tanımalıyız. Tarih bağışlar mı sanırsın? Gönüllü kanışların aydınlar arasındaki geçerliliği, sanımca en tehlikeli olanıdır. Nasıl kullanıldıklarını bilmezlerse başa çıkılmaz olurlar. O aydın kibirliliği yok mu, odur onlara halkı unutturan.

   (FÜRUZAN / Kırk Yedi'liler - Yapıkredi Yayınları)




    Aziz Nesin, Türkiye halkının yüzde şu kadarı aptaldır derken bu değerlendirmesinin içine aydınları da katmış mıydı bilmiyorum. Fakat Aziz Nesin'in ünlü özdeyişini yinelediklerinde aydınlarımızın kendilerini bu yüzdenin dışında tuttuklarını gözlemliyorum. Aydınımız, halkımızın genellikle aptal olduğunu düşünürken kendi zekâsının ve bilgi birikiminin de tartışılabileceğini aklına getirmek istemiyor. Burada bence, ülkemizde halk ve aydın ilişkisi bakımından irdelenmesi gereken ciddi bir sorun var.
   Aziz Nesin'in korkarım ki zaman içinde yapıtlarından daha çok popülerleşecek sözü, bana kalırsa halkımızı aşağılamak için değil, bir ölçüde onu sarsmak, bir ölçüde de üzüntüyle söylenmiş olmalıdır. Öyle de olsa, ben bu değerlendirmeyi de, söyleniş biçimini de doğru bulmuyorum. Halkımız aptal değil, eğitimsiz. Zaten dünyanın herhangi bir halkının aptal olabileceğini de düşünmüyorum. Bizim halkımıza gelince, Türkiye coğrafyasının herhangi bir yerindeki sıradan halk insanının zeki ve duyarlı olduğunu gözlemlemek pek de güç değil. Bütün sorun bu halk insanının eğitimsizliğinde ve aydınımızın toplumsal sorunların çözümüne öncülük yapmadaki yetersizlik, yeteneksizlik ve isteksizliğinde... Bunun başlıca bir nedeni, eğitimli olduklarını düşünen kişilerimizin (aydınlarımızın) genellikle yanlış ve eksik bir eğitim almış olmaları olsa gerek...
    (...)  
    Halk, bazı aydınlarımızın düşündüğünün tersine, büyük bir çoğunlukla, dincilik ya da sağcılık gibi nedenlerle değil, ekonomik sıkıntılarına çözüm bulunabileceği umudu ve kendisine başkaca da güven verici bir seçenek sunulmadığı için bu insanlara oy verdi.
    Bugün halk insanları arasında yapılacak bir araştırma, halk sağduyusunun, bugünkü iktidarın içyüzünü anlamada da kimi aydınlarımızdan daha ileride olduğunu gösterecektir. Fakat sorun bir kez daha doğru bir siyasal iktidar seçeneğinin, doğru bir biçimde bu halka bugün de sunulamıyor olması ve böylece de kabahatli olanın bir kez daha halk değil aydınlar, aydın geçinenler olduğudur...
     (...)
    Ekonomik değerlerimiz yağmalanırken, ülkenin kültürel yapısı geriye doğru zorla bozulup değiştirilmek istenirken (ve bu yönde ne yazık ki epeyce de yol alınmışken), emperyalist güçler en açık ve kaba biçimde ülke ekonomisini ve siyasetini yönlendirmekteyken; kişisel ve grupsal çıkar hesaplarından, bencilliklerden arınarak ortak bir sağduyu platformunda buluşmak bu kadar mı olanaksız?
    Bu soruların yanıtı bence, aydınımızın kendi kimliğini, kişiliğini irdelemeyi başarabilmesinden geçiyor.
   Ne yazık ki hepimiz ya da birçoğumuz, yüzeysel bilgilerle ve bunun sonucunda da karmaşık kişilik sorunlarıyla bugünlere geldik.
     Kendimize karşı dürüst olma yeteneğini tümüyle yitirmemişsek, bunun böyle olduğunu görmek çok güç değil...
     Halk, her şeye karşın, bulunduğu yerde sapasağlam duruyor...
    Sorunlarıyla, o sorunlara çözüm bulmaya çalışan ve çoğu kez de bunu başarabilen pratik aklıyla, binlerce yıldan süzülüp gelmiş yaşama kültürüyle, gelenekleriyle, doğal ve gösterişsiz yurtseverliğiyle...
     Halktan şikayetçi olmak için bir neden yok.
  Tam tersine, bakmasını biliyorsanız eğer, en güç zamanlarda (ve özellikle de öyle zamanlarda) mucize yaratabilecek sağlam bir halk olduğunu görüp gözlemlemek pek de güç değil...
  Sorun bence aydınımızın, nedenleri ayrıca ve önemle irdelenmesi gereken kafa karışıklığında, omurga zayıflığında...

    (ATAOL BEHRAMOĞLU / Aziz Nesin'li Anılar - Tekin Yayınevi)
   
 






Merhaba!

11 Şubat 2024 Pazar

DİKENLİ YOLUN YOLCULARI

 


Karikatür: TAN ORAL



Tan Oral'ın karikatürü ne kadar güzeldi: Tuşları dikenli bir yazı makinesinde elleri yara bere içinde kalmış bir kişi yazı yazmaya çalışmakta...
Tuşlara her basışımda bu acıyı çekiyorum ben de. Her sözcük içimizden bir şey koparıyor. Yazmak, büyük bir sorumluluk yüklenmektir. Seçilen her sözcük, seçilmeyen nice sözcüğün hesabına konuşmak zorundadır. Dönem dönem bu tür güçlükleri yaşıyoruz. Yazar olmak, hele her gün konuşmakla görevli bir yazar olmak, dikenli bir yolda yürümekten de beter...

 (OKTAY AKBAL - Yaşayıp Görmek)


***
 

Otursam bir deniz kıyısında bir şiir söylesem. Hem de şiir olduğu için değil, çocuklar söylediği için şiir olan bir şiiri. Belki de dünyadaki tek arı şiiri:

Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım.

Top oynamış ufacık bir çocuğun acıkması gibi bir açlıkla yaşadı bütün yazarlar. Hele geri ülke yazarları... Daima mutluluğa, insanlığa, anlayışa acıkarak ve daima da aç kalarak...
Geri ülkelerde yazar olmak, mezbahada ressam olmak gibi bir şeydir. Koyunlarla kasaplar dünyasında sanat göstereceksin. Sürüler kesilmeye gelirken tuvalini devirecek, kasaplar kanlı ellerinin bıçaklarını paletinde temizlemeye kalkacaklar...
Ve sen fırçanla mutlu dünyalar çizmeye uğraşacaksın.
Kalkınmış sermaye ülkelerinde yazarın bir yeri vardır, sosyalist ülkelerde de yazarın bir yeri vardır. Geri ülkelerde yazarın yeri kalabalık bir otobüse zar zor binmiş bir yolcunun yeri kadardır. Bir arkadan, biri önden, bir, yandan iter... 

 (ÇETİN ALTAN / Kopuk Kopuk - Bilgi Yayınevi)





Merhaba!
 

4 Şubat 2024 Pazar

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR ?

 

Ejderha Ateşi (Dragon Fire), İngiltere'nin yeni savunma silahının adı. Aşağıdaki fotoğraf dikkatle incelendiğinde görülecek ki savaş sevdalısı İngiliz yöneticiler, bu silaha isabetli bir isim bulmuşlar. Silah, 'Bayraktar' ailesi için kötü bir haber niteliği taşıyor. Zira, bu teknolojik mucizenin ana hedefi insansız hava araçlarının düşürülmesi ve İngiltere ya da müttefiklerinin hava sahasının etkin bir biçimde korunması. Silah, gökyüzüne gönderdiği etkili ışık huzmeleriyle 'Yıldız Savaşları' filmindeki ışın silahlarını andırıyor. 


Bir filmden örnek vermek her zaman konunun ağırlığını hafifletir. Biz konuyu çok fazla hafifletmeyelim ve hatırlatalım; İngiltere eski Genelkurmay Başkanı Nick Carter'ın dediği gibi, ülke hızla küresel bir savaşa (3. Dünya Savaşı'na) hazırlanıyor.
İngiltere Savunma Bakanlığı kaynaklarına göre, teknolojinin bu son harikası, oldukça ekonomik bir silah. Bu lazer silahını 10 saniye boyunca ateşlemenin maliyeti, evde kullanılan bir ısıtıcının bir saat çalışmasıyla harcadığı enerjiye denk. Bu da silahın atış başına maliyetinin oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Bu silah hem kara ordusunun hem de kraliyet donanmasının hava savunma yeteneklerinin bir parçası olacak ve İngiltere'yi kendi başına açtığı belalardan sözde kurtaracak.
İnsanların evsizlikle, ısınma sorunlarıyla ve gıda bankalarından yardım alarak yaşamak için mücadele ettiği İngiltere'de 'Tory' hükümeti, multi milyon sterlin boyutundaki bir bütçeyi savunmaya (silahlanmaya) ayıracak. Anlaşılan o ki yeni icatlar kapıda ve insanlık bu icatları yine savaş denilen melanetin teşvikiyle bulacak. Tıpkı radyo ve internette olduğu gibi...


Avrupa, geliştirilen tüm bu epik silahların gölgesinde hızla irtifa kaybediyor. Irkçı ve Nazivari yönetimler hızla iktidara yürüyor. Peki, Nazilerin yeniden iktidara gelmesi nasıl bir anlam taşıyor? Sermaye, tüm Avrupa'yı bir savaş pozisyonuna geçirebilmek için kendi savaş kabinelerini bir bir oluşturmaya çalışıyor. Yalnız bu seferki ırkçı deneyimi geçmişte Almanya'da yaşanan Nazi deneyimiyle karıştırmamak gerekiyor. Kesişim noktaları olmakla birlikte, bu sefer 'Avrupa Merkezci İdeoloji'nin hâkim olduğu bir ırkçılıkla yüzleşeceğiz. Martin Bernal'ın işaret ettiği gibi Avrupa-Atlantik sınırının ötesinde kalan ya da bu ideolojinin onayından geçemeyen halkların hızla dehümanizasyona tabi tutulacağı bir döneme giriyoruz. Bu yüzden Ukrayna savaşından sonra Avrupa'ya göç etmek zorunda kalan Ukraynalıların elde ettikleri ayrıcalıklara ve Ukraynalı olmayan mültecilerin karşı karşıya olduğu muamelelere ve ikiyüzlülüğe iyi bakmak gerekiyor. Bu tür bir ırkçılığın temel kodlarını orada bulabiliriz. Bu yüzden Avrupa merkezci ideolojiye sıkı sıkıya iman etmiş bir patron olan Rishi Sunak esmer teniyle pekâlâ bu inanç uğruna savaşabilir ve kendi teninden olan insanları gözünü kırpmadan insanlıktan çıkarabilir. Yeni bir dünya savaşı için etkili bir ideolojiye ihtiyaçları var ve bu etkili ideoloji cephaneliklerinde mevcut. Bir savaş pilotunun ses hızını geçerek ulaştığı düşman topraklarında bombalayacağı evleri, çocuk parklarını ve diğer her şeyi insana ait bir obje olarak görmemesini sağlayacak olan tek şey bu! Örneğin: İsrail'in Gazze'de yaptığı şey tam olarak buydu. 


Şimdi tek tek yaşanan gelişmelere bakalım...

- İngiltere Savunma Bakanı Grant Shapps, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada 5 yıl içerisinde küresel bir savaşın başlayabileceğini ve bunun için hazırlıkların hızlandırılması gerektiğini söyledi. Savunma Bakanı Shapps, ayrıca 2024 yılının İngiliz savunması için bir dönüm noktası olduğunun altını çizdi. Bakana göre, İngiltere'nin irrasyonel güçlerle karşılaşması kaçınılmaz (tıpkı 1. Dünya Savaşı öncesi İngiliz raporlarını andırıyor bu söz... İngiltere'nin Almanya ile karşılaşması şart ve kaçınılmaz). Peki kim bu ülkeler? Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore. Bakan Grant Shapps, hızını alamıyor ve ekliyor: "İngiltere savunma alanında yapacağı yatırımı GSYİH'nın % 2,5'ine çıkarmayı hedefliyor." NATO üyesi ülkelerin savunma yatırımında geri kalmaması ve hızla buna odaklanmaları gerektiğini de sözlerine ekliyor. Türkiye'de bir anda patlama yapan mucizevi silah üretimini bununla ilişkilendirmek mümkün mü? Peki, çanlar kimin için çalıyor?

- Türkiye'de televizyonda denk geldiğim bir habere göre, önde gelen bir NATO yetkilisi, Batı'daki sivillerin ve silahlı kuvvetlerin Rusya ile başlayacak bir savaşa hazırlıklı olmaları gerektiğini söyledi. Memlekette habercilik yerlerde süründüğünden gazeteciliğin en önemli sorusu olan 'kim?' sorusunu unutmuş görünüyorlar. Şimdi, kim sorusuna yanıt arayalım. Açıklamayı yapan kişi NATO Askeri Komitesi Başkanı Amiral Rob Bauer. Bauer, 'barışın devam etmesi kesin değil' diyor. Kabiliyetli Amiralimiz, Rusya ile bir savaşa hazırlanıyoruz diyor. Askeri tarihçi John Keegan'ın modern dünyada savaşta olma tezini takip edersek eğer, diplomatların susup komutanların konuştuğu bir evreye savaş evresi diyebiliriz. Demek ki ilerleyen günlerde askerler daha çok konuşacak ve yoksullar daha çok ölecek. Kısacası bu teze göre zaten savaştayız.

- Davos'ta gazetecilere açıklama yapan İrlanda Başbakanı Leo Varadkar, Ukrayna için verilen mücadelenin Avrupa değerleri için verilen bir mücadele olduğunu belirterek, Avrupa konseyinin Şubat ayında beklemede olan 50 milyar Avroluk Ukrayna yardım fonunu onaylamak için bir oylama yapacağına inandığını söyledi. Varadkar, Ukrayna'daki savaş ne kadar sürerse sürsün Ukrayna'nın yanında olacaklarının altını çizdi. AB ve ABD'ye Ukrayna'ya maddi destekte bulunma çağrısı yapan İrlanda Başbakanı, Avrupa'daki yoksulluğa ve krizlere rağmen 50 milyarlık dev bir hibenin Ukrayna'ya verilmesi gerektiğini söylüyor. İşte ücretsiz eğitime ve sağlığa harcanması gereken paraların gittiği yerler. Demek ki bu dev kamusal bütçeleri bir grup göçmen ya da mülteci yemiyor. Bu bütçeler açık açık zenginlerin savaşına harcanıyor. Not: İrlanda'da evsizlerin sayısı yeni bir rekor kırdı ve 13.500'e ulaştı.

Dünyayı yöneten tekellerin savaştan başka bir seçeneği yok gibi görünüyor.
Bir dünya savaşı yoksullar cephesindeki en kötü ihtimal.

İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğu için maalesef kendisine karşı hazırlanan bu yeni cehenneme duyarsız ve yabancı görünüyor. En azından İngiltere'den bakınca durum böyle görünüyor. Yakın gelecekte daha fazla insan savaşlarla öldürülecek ve pek çoğu evlerini, yurtlarını kaybedecek. Bu yüzden milyonlarca insan akın akın savaş bölgelerinden göç edecek. Nükleer bombaları ya da insansız hava araçlarını ışın silahıyla yok etmeyi planlayan İngiltere bu insanlarla ne yapacak? Avam kamarasından geçip, lordlar kamarasına doğru yol alan Ruanda gibi planları mı işletecek? Bu ölümcül cendereden kurtulmak istiyorsak bizi savaşlara, kıtlığa ve vahşi kapitalizmin kıyma makinesine sürükleyen hükümetlerimizi alaşağı etmek zorundayız. İşte o zaman gerçekten konuşma hakkını elde etmiş olacağız!

(ÇAĞDAŞ GÖKBEL - soL Haber)



"Savaş şayet iyi bir şey olsaydı, onu asla ama asla yoksullara bırakmazlardı."

(TEKİN DENİZ)







Merhaba!