24 Eylül 2017 Pazar

"ŞİİR" SEVEN ŞAİRLER




"Şairin hayatı şiire dâhil"


CEMAL SÜREYA







Bütün pencerelerde bekleyen benim,
Ve
O çalmayan bütün telefonlarda
Aylardır konuşan da.
Kabul.
Bir kez yolda karşılaşalım
Onunla da avunacağım.
Adımı sesince duymaktan vazgeçtim,
Sesini duysam, susacağım.
Yel esiyor ama
Değirmen dönmüyor.
Kuraklık bu,
Adın ekmeğe dönüşmüyor.


TURGUT UYAR







   Edip Cansever sürekli Turgut Uyar ile karşılaştırılır. Çünkü onun eşine, Tomris Uyar'a, aşıktır. Şiirlerinde bundandır hep bir kapalı anlam sezilir. Bir şeyleri açıkça dile getiremez, Edip Cansever onunla konuşuyor gibi hissedersiniz ama asla size tam olarak cevap vermez. (Cumhuriyet Gazetesi)


   Tomris Uyar'a olan duygularını hep içinde yaşayan şair, her 15 Mart'ta Tomris Uyar'ın doğum gününde bir büyük rakı içer ve uzaktan Tomris Uyar'ı izlerdi. Yine bir 15 Mart'ta belki de bir kadına verilebilecek en güzel hediye olan bir şiir yazdı. İlk defa burada Edip Cansever'in ağzından Tomris Uyar'a olan aşkını, ona hiç ulaşamayışının çaresizliğini dinledik:

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene   
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç...
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı 
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç?

  
EDİP CANSEVER








"Bazıları şiiri sevmez. Çünkü onların yaraları yoktur, yaraladıkları vardır."



ATTİLÂ İLHAN











Merhaba!

17 Eylül 2017 Pazar

TİYATRODA BİR FEDAİ - AFİFE JALE




"Sanatçı, yetinmeyen bir varlıktır!"







 ... Darülbedayi'nin açtığı sınavı kazanıp, tiyatro kurslarına başladığında 16 yaşındaydı. Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı ama bu özgürlük ortamında (2.Meşrutiyet) yasaklar esnetilebilirdi. Zaten sadece kadın seyirciye oynanacak oyunlarda rol alacak Müslüman kadın oyuncu aranıyordu. Sınavı beş Türk kızı kazandı. Bunlardan üç kadın aday başlarına gelecekleri tahmin edip kursu bıraktılar. Kalanlardan biri suflör olarak sahnedeki yerini alırken, öteki sahneye çıkma zamanı geldiğinde Jale takma adını alacak olan Afife'ydi.



   O, stajyer oyuncu olarak Darülbedayi'ye girdiğinde Ermeni oyuncuların bozuk Türkçeleri artık ciddi bir sorun olarak görülüyordu. Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda düzgün bir Türkçe'yle konuşan Ermeni oyuncunun ayrılması gerekince, onun yerini güzel Türkçesiyle ancak Afife Jale doldurabilirdi. Bütün oyunların provalarına katılmıştı. Takvimler 1919 yılını gösterdiğinde, bir Türk kadını sahneye adımını atmaya hazırdı. İşte şimdi bir hayal gerçek oluyordu. İçinde "sevinçli bir telaş" vardı. Afife Jale kırmızı elbisesi, beyaz kurdelesi, beyaz iskarpinleriyle sahnedeydi. Perde! Işıklar! Rutubet kokan kulis! Hele o ağlama sahnesi! Gerçek gibi ağlıyordu. Gerçekten sevinç gözyaşları döküyordu. Oyun bittiğinde alkışlar, hiç susmayacak hissi uyandıran o alkışlar! Seyircilerin "Kim bu aktris? Bugüne kadar neredeymiş?" soruları... Yine alkışlar ve açılıp kapanan perde. Bir düş gerçek olmuştu işte! Türk kadını sahneye çıkmıştı. Afife Jale'yi kuliste bekleyen oyunun yazarı, onu alnından öper ve "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin" der. Afife'nin canından başka feda edecek neyi vardı?



   O gece sahne tozunu yutmuş, oyunculuk artık onun kaderi olmuştur. Apollon Tiyatrosu'ndaki o ilk sahne deneyimi için "Hayatımda hiç bu kadar mesut olmamıştım" diyecektir. Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecek, polisler onun "dinini milletini unuttuğu, devletine karşı geldiği, isyan çıkardığı" gerekçesiyle tiyatroyu basarlar. Kaçmalar, kovalanmalar, saklanmalar, yakalanmalar, hakarete uğrayıp hırpalanmalar birbirini izleyecektir...
 ... Afife Jale, memleketi gibi inişli çıkışlıdır. Meşrutiyet aksaklıkların düzeleceği, sorunların çözüleceği - mesela Türk kadınının sahneye çıkabileceği gibi - düşüncesiyle coşkuyla başlamıştır fakat 31 Mart olayından sonra umutsuzluğa düşülmüştür. Hürriyetin ilanıyla hür olunmayacağı anlaşılmış, içerideki anarşiye varan düzen karışıklığı, iktidar partisinin hukuk dışı davranışları, dışarıda bitmek bilmeyen savaşlarla toplum bunalıma düşmüştür. Böyle bir ortamda Afife Jale Dahiliye Nezareti'nin, Müslüman kadınların sahneye çıkamayacağına dair bildirisiyle Darülbedayi tarafından 8 Mart 1921'de işten çıkarılır. Afife Jale için sonun başlangıcıdır.



 ... Selahattin Pınar'dan ayrıldıktan sonra iyice yalnız kalır. Parasız ve çaresizdir. Mazhar Osman, onu hastaneye yatırır. Morfinmanlar koğuşu artık onun evidir. Afife Jale burada ölür. Kazlıçeşme kabristanına defnedilir. Başını yasladığı bir taşı yoktur. Fakat sahneye çıkan ilk Türk kadın oyuncu olduğunu tarih bize söyler. Afife Jale kırmızı elbisesi, beyaz kurdelesi ve beyaz iskarpinleriyle sahneden geçmiş, ardından gökkuşağındaki her renkten giysileriyle ve farklı farklı rollerin kostümleriyle başka kadınlar onu izlemiştir. (SERAP IŞIK - Aydınlık Gazetesi)







"Tiyatro çok güçlüdür. Hep direnir ve savaşlara, sansüre, maddi yoksunluklar gibi her güçlüğe karşın var olur."


ISABELLE  HUPPERT
(2017 Yılı Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi)







"Tiyatro varsa ben varım!"








Merhaba!

10 Eylül 2017 Pazar

SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN


   Kapitalizm sömürür:

   Kapitalizmin, "düşük maliyet - yüksek kâr" hedefi sınır tanımıyor. Parlak vitrinleri süsleyen pahalı ürünlerin bir kısmı çocuk işçilerin ucuz emeğiyle üretiliyor. (ÇİĞDEM ERMAN - Cumhuriyet Strateji)






"Tarih, insanlığın önüne çözemeyeceği sorunları koymaz."




KARL MARKS





    Kapitalizm öldürür:

    Dünyada her gün 16 bin bebek, henüz birinci doğum gününü göremeden ölüyor. Bu ölümlerin önemli kısmı sıtma, zatürre, ishal gibi önlenebilir hastalıklara bağlı. Sahra Altı Afrika'da bebek ölüm hızı, dünyanın diğer bölgelerinin tam 14 katı. 
   Anne ölümlerinin yüzde 99'u "gelişmekte olan" ülkelerde yaşanıyor. Çadlı bir kadının yaşamı boyunca anne ölümüne maruz kalma riski 16'da 1. Aynı risk İsveçli bir kadın için 10 binde 1'den az.
    Veremden ölümlerin yüzde 95'i "gelişmekte olan" ülkelerde. Bu ölümler daha çok genç nüfusta görülüyor. 
   Bulaşıcı olmayan hastalıklara bağlı erken ölümlerin yüzde 87'si düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşiyor. Bu ülkelerdeki aileler gelirlerinin önemli kısmını bu hastalıklarla mücadele için harcamak zorunda kalıyor.
   Düşük gelirli ülkelerde doğuşta beklenen yaşam umudu 62 yıl iken, yüksek gelirli ülkelerde 81'e çıkıyor. Sierra Leone'de doğan bir bebeğin beklenen yaşam süresi 50 yıl iken Japonya'da doğan için 84 yıl. (İLHAN BELEK - soL Haber)






"Problemleri onları üreten kafalarla çözemeyiz."



ALBERT EINSTEIN








    Sosyalizm umuttur:

   Sağlığa sözümona muazzam yatırımlar yapmış, Batı merkezlerinden en son tıp teknolojilerini getirmiş, kurmuş, doktorlarının, sağlık ekiplerinin Batı'yla yarıştığı şeklinde böbürlenilen ülkemizdeki sağlık istatistiklerine, çocuk ölümlerine, salgın tehlikelerine şöyle bir göz attığınızda dehşete düşüyorsunuz. Küba'ysa, bırakın kendi halkının sağlığını tamamen garanti altına almış olmasının rahatlığını, sağlığı yoksul ülkelere de bedava dağıtıyor, sözümona zengin ülkelerin fakir halk kesimlerine yetişiyor. Yeni bir rakam: Bu yıl, Küba tıp fakültelerinden tam 147 ABD vatandaşı diploma aldı. Tabii bunlar ABD'nin en yoksul, en siyahi sınıflarının çocukları; ve Küba'daki 6-7 yıllık eğitimleri süresince ceplerinden tek kuruş harcamadılar!
   Evet, insan bu ve buna benzer onlarca diğer can alıcı konunun Küba'da ne şekilde hale yola konduğu karşısında şaşırmalı. Doğal bir insani tepki. Fakat aklı ön plana koymalıyız ve şaşırmak yerine sevinmeliyiz. Çünkü sosyalizmin bir ulaşılmaz ütopya olmadığını bizzat yaşayıp görüyoruz Küba'da...(CELİL DENKTAŞ - soL Haber)






"Bütün sorunların çözümü, asıl temel bir sorunun çözümüne bağlıdır ki, o da kalkınma ve bağımsızlık sorunudur."


     SERVER TANİLLİ










Merhaba!

3 Eylül 2017 Pazar

ÜÇLER - VATAN ve NAMUS





   1957 seçimleri sırasında İsmet Paşa seçim gezisine çıkar, Sivas'ta bir - iki gece kalacaktır. Yanında damadı Metin Toker de vardır. Kalacağı yer konusunda tartışılır. Dönem Demokrat Parti dönemidir. Güvenle kalacağı bir otel bulunamaz. Şevket Çubukçu'nun evinde kalmasına karar verilir:

  "O sırada okuldan çıkıp eve gelmekte olan kardeşim Aydın da polis kordonunu yarmak için büyük bir çaba göstermekte ama başarılı olamamaktadır. Sonunda babamı tanıyan polislerden biri, elinden tutup apartmanımızın kapısına kadar Aydın'ı getirir. Aydın merdivenleri soluk soluğa çıkıp, kapının önüne geldiğinde, sınıfından bir arkadaşı onu beklemektedir. Çocuk, İsmet Paşa'yı yakından görmek ve elini öpmek istemektedir. O kadar polisi nasıl atlatmıştır, eve nasıl girmiştir bilinmez.
   İçeri girerler, çocuk Paşa'nın elini öper ve Paşa çocuğun saçlarını okşar.
  Yıllar sonra İsmet Paşa, o çocuk için büyük çaba harcayacak, bir zamanlar yine büyük çabasına karşın ipten kurtaramadığı bir üçlüye karşılık, kelleleri istenen bir başka üçlünün içinde bulunan o çocuğun yaşamını ne yazık ki kurtaramayacaktı.
   O çocuk Deniz Gezmiş'ti." 



AKIN ÇUBUKÇU
(Babamın Eczanesi)







   "12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm;"

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karadı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara


ATTİLÂ İLHAN










   "İzmir'de gazetecilik yapıyorum o sırada. 1960'ların sonlarına doğru. Karşıyaka'da oturuyoruz. Araba ile gittiğim zaman Alsancak'tan dolaşıyorum. Alsancak'tan dolaşırken gözüme bir taş ilişti benim, dikili bir taş, etrafında bahçe. Gazetecilik o ya. Arabadan indim, gittim baktım bu ne diye. Üzerinde eski harflerle bir şeyler yazıyor. Ben eski yazı okuyamam. Onları tatbik ederek kağıda yazdım. Bu işten anlayan bir arkadaşa götürüp okuttum. "Vatan ve Namus" yazıyor dedi. Oraya bir taş dikmişler. Niye dikilmiş bilmiyorum. Kurcalamaya başladım. 1922'de Fahrettin Paşa'nın süvarileri Manisa üzerinden İzmir'e giriyorlar. En önde Şerafettin Bey'in bölüğü var. Bu bölük Alsancak üzerinden Konak'a doğru gidecek ki, hükümet binasına bayrağı diksin. O yola girerken harap bir binanın içinde pusu kurmuş Yunanlılar ateş ediyorlar. Bu ateşle İzmir'e girmek üzereyken üç askerimiz şehit oluyor. İzmirliler bunu unutamıyorlar. Unutamadıkları için de bu abideyi dikiyorlar ve yazılabilecek yazıların en güzelini yazıyorlar. Çünkü İstiklal Savaşı'nın özeti o: Vatan ve Namus."


ATTİLÂ İLHAN









Merhaba!