29 Ağustos 2022 Pazartesi

GRİ ve SİYAH

 

  Bir dostum anlatmıştı:

  "Daha şehre girmeden, Aşkale'de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçare bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiçbirini, hatta evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamında şehri terk ettiğini söyledi.

  - 'Peki şimdi nereye gidiyorsun?' diye sordum.

  Bir müddet düşündü. Yüzü alt üst olmuştu. Nihayet:

  - 'Efendi', dedi; 'nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?' 

  Doğru söylüyordu. Geldiği yeri öğrenmiştim."

  Ölüm bu kadar yakından kokladığı insanların peşini kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor, "Buyurun!" diyordu. Başka bir şey yapamadığı için sadece hatırlatıyordu. 

  (AHMET HAMDİ TANPINAR / Beş Şehir - Dergâh Yayınları)


(Fotoğraf: MICHAEL NASH - Varşova / 1946)



Ne yakacak mumları, ne gaz lambaları ne de karanlık geceyi aydınlatacak renkli hayalleri vardı.
Savaşın topla, tüfekle, süngüyle sildiği renklerden gri ve siyah kalmıştı geriye.

(SEMA SOYKAN / Adsız Roman - Alfa Basım Yayım)






Merhaba!

21 Ağustos 2022 Pazar

AKILLI İNSAN

 

Akıl. Akıl önemlidir. Aklımızın bir tehlikesi vardır. Herkes kendinde olduğunu sanır onun.

(FARUK DUMAN / Sus Barbatus! 2)




(Resim: AKG/ALBÜM)

  (...) Konuklarıyla birlikte fıçının yakınındaki bir merdivene oturdular.

  "Ne soracaksanız sorun," dedi. "Zenginlerden birinin yemekli bir daveti olduğunu duydum, oraya gideceğim!"

  Öğrenciler, duydukları bu sözlere şaşırsalar da belli etmediler. Onun yemekli bir zengin toplantısına katılması olacak iş değildi. Ama yine de anlamadıkları bir şeyler olduğunu düşünerek bu konunun üzerinde durmadılar. Daha önceden hazırladıkları soruları sormaya başladılar:

  "Annelerimiz bizi evlendirmek için büyük baskı yapıyorlar. Sizce bir erkek ne zaman evlenmeli?"

  "Genç olduğunuza göre, hiçbirinizin evlenme zamanı gelmedi demektir. Daha sonra da yaşlanmış olacağınız için evlenme zamanınız geçmiş olacaktır. Artık siz karar verin!"

  Hep birlikte gülmeye başlamışlardı ki bir başkası ciddi bir soru sordu:

  "Akıllı insanı nasıl anlarsınız?"

  "Konuşmasından!" dedi Diogenes.

  "Peki ya hiç konuşmazsa?" diye üsteledi soruyu soran. Diogenes gülümsedi.

  "O kadar akıllı olanına rastlamadım," diye yanıt verdi. 

  "Gelip geçenlerden bazıları, kim olduğunuzu bilmedikleri için sizi incitici sözler söylüyorlar. Onlara hiç tepki göstermeden başınızı çeviriyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?" diye sordu bir başkası.

  Diogenes cevap verdi:

 "Söylenen sözü hak etmemişsem, kim ne söylerse söylesin alınmam. Unutmayın ki insanı kendinden başka kimse incitemez!"

  (SUAT ÇAĞLAYAN / Sinopeli Diogenes - Kırmızı Kedi Yayınevi)


***


"Mükemmelliğe artık eklenecek bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında erişilir."

(ANTOINE de SAINT-EXUPERY)




Merhaba!

14 Ağustos 2022 Pazar

KARA TREN YOL ALIYOR

 

Bir dönemeci geçiyor tren.

Arkadaki vagonlar görünüyor 

birer birer

bağlı birbirine

ve çok uzak.

Şaşırıyor birdenbire insan

bu çok uzak ve çok arkadaki şeylere bağlı oluştan.


NÂZIM HİKMET

(Memleketimden İnsan Manzaraları)




Resim: SÜLEYMAN KARAKUL




   Bir yanda başı bulutlara değen demir madeni, öte yanda Çaltı Çayı boyunca dolaşıp, uzaklardan türküler getiren demiryolu... Sabahat Akkiraz'dan yürek dağlayan "Kara Tren de Yol Alıyı Cürek'ten" türküsünü dinlediyseniz, ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.
   Böyle bir şehirde (Divriği) geçtiyse çocukluğunuz ve ilk gençlik yıllarınız, madenin de, demiryolunun da ne demek olduğunu iyi bilirsiniz.
   Hele Hüseyin Gazi'den, Uluzar'dan görünmeye başlayınca trenin dumanı, hele de Parmak Damgası filmindeki gibi, "heey, Hançer geldi, uyanın Karakaleliler Hançer geldi, haberler getirdi, ilaçlar getirdi, mektuplar getirdi, uyanın" narasını andıran düdüğü, Divriğili herkeste ayrı çağrışımlar yapar. Yürekler hoplar, derin nefes alınır, düdük bitinceye kadar pürdikkat dinlenir. Hançer gelmiştir çünkü. Demiryolu, uzaklara giden ağabeydir, kavuşulamayan yavukludur, Almanya'dır, Yeşilçam'dır, varmaktır, kavuşmaktır, sarılmak koklaşmaktır, okumak adam olmaktır. Demiryolu okuldur, hastanedir, hayattır.
   İstasyondan kalkarken her defasında vagonun arkasına asılır, 300-500 metre de olsa sallanmakla düşmek arası macera yaşarken, etimizde kemiğimizde hissediyorduk demiryolunu...

   (MEHMET AKKAYA / Aydınlık Gazetesi - Mayıs 2019)


***


Yeryüzündeki trenler demirden

Gökyüzündeki trenler düşlerimden


SÜREYYA BERFE


***


   (...) Bu Doğu köylerinin çoğu gibi, Cinis de neredeyse harabe halinde, 2004 depreminden kalmış ufalanmış harabeler. Eskiden burada iki bini aşkın insan yaşıyormuş. Şimdi sayıları bunun yarısından az. Köyün yeni yüzyıla girdiğini göstermek için, şimdi Cinis iki şerefeli minaresi olan yeni yapılmış bir camiyi sunuyor. Osmanlı günlerinde bu bir lése-majesté olayı sayılabilirdi, çünkü yalnızca Sultan'ın böyle israfa hakkı vardı.
  Uzaktan bir atlı araba görünüyor. Tahta tekerlekler yerine otomobil lastikleri takılmış, neredeyse yüzyıl önce Tanpınar'ın gördükleri gibi. Bir kavak tohumları fırtınasında, üç yaşlı adam çamurdan bir yolun köşesinde duruyor ve beni çaya davet ediyorlar. 
  Daha sonra, otuz kilometre kadar uzakta, İkinci Dünya Savaşı'nda cezalandırılan "azınlıklar"ın getirildiği Aşkale kasabasına ve tren istasyonuna geliyorum. Bilet gişesi penceresinde şu muhavereyi duyuyorum:
   Adam: "Bir sonraki tren kaçta?"
   Biletçi: "Bilet mi istiyorsun?"
   Adam: "Hayır, trenin geçişini seyretmek istiyorum."
   (...)

   (ALBERTO MANGUEL / Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir - Yapı Kredi Yayınları)






Merhaba! 

7 Ağustos 2022 Pazar

YALNIZ ADAM: SAİT FAİK

 



  (...) Duruşma görülmeye başladığında buz kesmişti salonun havası.
  "Yazdığın hikâyede emir erinin ayağına çelme taktırmışsın" dedi mahkeme reisi. "Emir erinin elindeki dolmalar yere dökülmüş. Öyle yazmışsın. Bunun manası nedir?"
 "Çelme" hikâyesindeki bütün manayı düşündü Sait. Altı üstü bir hikâyeydi sadece. Tıpkı diğer hikâyeleri gibi insandan bahseden, art niyetsiz, siyasi güdümsüz ve en önemlisi de siparişsiz yazılmıştı. Ne cevap vereceğini bilemiyordu açıkçası. Sorunun mantığı neydi ki cevabının bir anlamı olsun... Acaba yere düşen dolmalar üzerinden mi girmeliydi konuya, yoksa işin özünü olduğu gibi mi söylemeliydi? "Hikâyede bir bok anlatmaya çalıştığım yok. Er yere düştü, dolmalar da döküldü işte. Öküzün altında buzağı aramayın" dese üzerine başka söz söylemeye gerek kalmazdı, doğruya doğru bir savunma olurdu ama bu memlekette ne söylediğin kadar nasıl söylediğin de sonucu değiştiriyordu maalesef. 
  "Efendim..." dedi Sait. Mahkeme reisiyle göz göze geldiğinde tıkandığını fark etti. Fırlak bakışlarını yere çevirdi hemen. "Okununca da anlaşılacağı üzere hikâyedeki olay Birinci Meşrutiyet'te geçmektedir. Bahsettiğim erler de o dönemin erleridir."
  (...)
  Avukat Fuat Ömer Keskinoğlu'nun savunması da yerinde ve güçlüydü. İkisinin konuşmaları gururunu okşuyordu Sait'in.
  Özellikle de Sabri Esat'ın Sait'in hikâyecilik yeteneğini onore ederek yaptığı savunma, kutsal bir hisle doldurup taşırıyordu kalbini.
  "Sait Faik, küçük insan hikâyeleri yazmaktan öte bir gayret içinde olmayan, kendini siyasetsiz insana odaklamış, kendi halinde yalnız bir hikâyecidir. Bahsi geçen teşkilatlardan ne bir tanıdığı olabilir ne arkadaşı. İçine kapanık, yalnız bir hikâyeci için büyük bir beklenti içine girilmiştir yazık ki..."
  Anlaşılmak güzel şey...
 Günün sonunda bu işten de ucuz kurtulmuşlardı ama yine de sevinçli değildi Sait. Buruk bir memnuniyetle çıktı salondan. Hapis yatmaktan kurtulmuştu ama bundan böyle hayatı boyunca büyük bir iş saydığı yazım işine veda edeceğinin sözünü vermişti annesine. Vatanını terk etmek gibi bir şeydi bu. Topraksız, isimsiz, kimliksiz kalmaktı. Hiç yaşamamış sayılmaktı belki de.
  "Artık ağlama..." dedi annesinin yanağından süzülen sıralı yaşları elinin tersiyle silerken. "Verdiğim sözü tutacağım, merak etme. Bir daha yazmayacağım. Hem haklısın. Beş para etmiyor yazdıklarım. Boş yere acı çektiriyor o kadar." 

(ÖZLEM ESMERGÜL / Yalnız hatta Yapayalnız - Destek Yayınları)





Düşlerinizi kovmayın, çünkü onlar gidince belki siz kalırsınız ama artık yaşamıyorsunuz demektir.  

(MARK TWAIN)





  Akşam üstleri Tünel'den Taksim'e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli, -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır- pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapyalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez... Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık... Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybetli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız.
  Bu adam hikâyeci Sait Faik'tir.
 Bir gün, aklımda kaldığına göre, bir pırıl pırıl, cam gibi parlayan sonbahar sabahıydı, ona Kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım.
  - Ne var, ne yok Sait? dedim. Hikâye yazıyor musun?
  - Yok, dedi yaşıyorum.
  Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikâyelerini Sait yazmaz, yaşar. Sait bir dertli, kötülüklerden, aşağılıklardan, cümle bayağılıklardan, kirden iğrenen bir âdem oğludur. O daima iyiliği söylemiştir.
  Dünyaca ün almış Mark Twain derneğinin fahri üyeliğini aldığını duyunca, bu işe Sait'in ne diyeceğini öğrenmek için aradım. O gün öğleden sonra İstiklâl caddesindeki kaldırımdan gittim geldim. Sonra Kadıköy iskelesine uğradım, orada da yoktu. Sait anacığı ile birlikte Burgaz adasında oturur, bindim vapura ikinci gün oraya gittim. Anası Sait'in aynı gün İstanbul'a indiğini söyledi. İstanbul'da tarif ettiğim kaldırımda, ona rastladım. Gene dalgın, sinirliydi. Yüzünden düşen bin parça olur derler ya, öyleydi.
  "Bu iş için ne dersin?" diyecektim, korktum.
  - Merhaba, dedim.
  - Merhaba, eyvallah, dedi.
  - Ne var, ne yok? dedim.
  - İyilik, dedi.
  - Mark Twain... dedim.
  - Aldırma, dedi.
  - Bak, dedim, Sait, biliyorsun ki ben röportaj yaparım.
  - Sonra? dedi.
  - Söyle, dedim.
  Sait beni kırmadı. Teşekkür ederim.
  Ben sual sormadan o başladı:
  - Bana, Mark Twain cemiyeti fahrî üyeliği verildi, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırdım. Dünya edebiyatına hizmet filân etmediğimi söylemeye ne hacet. Bu, üyelik verilebilmesi için uydurulmuş nazik bir sebeptir sanırım.
  Ben aldım, dedim ki: 
  - Senden önce, bu cemiyetin ilk üyesi Atatürk'müş...
 - Biliyorum. Beni sevindiren de işte bu. Atatürk'ten sonra, benim üye olmam, benim için ne büyük bir şereftir. Bir milletin yetiştirdiği en büyük çocuğu ile, o milletin kendi halinde bir küçük hikâyecisinin Amerika'da bir cemiyette buluşmaları küçük hikâyeci için ne bulunmaz şerefli bir fırsattır. Demokrasi de zaten böyle olur. Eğer bu üyelikten memnunsam, bu yüzdendir.
  - Politika... dedim.
  Sözümü ağzımda kodu:
  - Karışmam.
  - Peki, seni bu cemiyete ne sebepten, hangi eserin için üye seçtiler?
 - En büyük devlet adamlarının, başkanların ve başbakanların fahrî veya aslî üye oldukları bir cemiyete beni de seçmelerinin aslı nedir diye düşündüm, şunu buldum: Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek.
  Türk hikâyecilerini temsil ettiğim anlamına alınmasın sakın. Her hikâye yazan ve yayan Türk hikâyecisi kendi şahsında bir dilin hikâyeciliğini yaptığına göre, şahsıma Mark Twain cemiyetinin gösterdiği ilgi ve sevgi daha çok Türk hikâyeciliğinedir gibi geliyor bana. Ben de bu ilgi ve sevgiyi bütün değerli hikâyeci arkadaşlarımla paylaşırım. Kabul ederlerse.
  Kendini bütün dünyaya tanıtmış, sevdirmiş, bir halk çocuğu olan hikâyeci Mark Twain'i ananların içine Türk dilinin bir hikâye yazarını almayı düşünenlere de teşekkür ederim.
   - Mark Twain için ne dersin?
  - Sen de amma sual sorarsın ha. Ne derim? Mark Twain alay edermiş, güldürürmüş, kepaze edermiş, cemiyetteki sahte vakarları, petrol krallarını, pamuk prenslerini, demir beylerini, çelik efendilerini sağlığında. Ölümünden sonra da bir Türk hikâyecisi ile şakalaşmasın mı? Eyvallah Mark Twain!
  Sonra güldü Sait:
  - Daha soracağın? dedi.
  - Eyvallah, dedim.
  Ayrıldık. O, bir sinemanın önünde kaldı. 

17.5.1953

(YAŞAR KEMAL - Bu Diyar Baştan Başa)







Merhaba!