17 Mart 2024 Pazar

İSTASYON BOŞ

 

İstasyon boş.

Sabah.

Hava soğuk.

Üşüyor Tante Rosa.

Elinde bir mektup.

Yanında sandığı.



SEVGİ SOYSAL


***


Ana, küçük istasyonun kuytu bir köşesine, rüzgârı kesen duvara sırtını verip çömelmişti. Başını da saran kalınca atkısına bürünmüş; ellerini, kollarını da atkının içine almıştı. Saat sabahın beşine yaklaşıyordu; yine de gökteki yıldızlar silinmemişti.

Ananın içi içine sığmıyor, dolu dolu gözlerini, bir yıldızlara kaldırıyor, bir istasyonun arkasından gecekondulara uzanan yola çeviriyor, bir trenin geleceği yöne dikiyordu. 

İstasyon memuru, elinde fener, hatboyuna çıktı, makasa doğru yürümeye başladı. Her sabah ilk gelen bu banliyö katarını kör hatta alır, bir buçuk saat beklettikten sonra gerisin geriye yol verirdi. Katar, bu saatte fabrikalardaki gece vardiyası işçilerini getirir; istasyonlarda indire indire buraya ulaşır; sonra da gündüz vardiyasına girecekleri, toparlaya toparlaya döner giderdi

Bu istasyon son duraktı.

(SAMİM KOCAGÖZ - Gecenin Soluğu, 1980)







Merhaba!

14 Mart 2024 Perşembe

METİN ALTIOK ve KIZI

 

Desen: METİN ALTIOK


"Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın

Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım"


"Nar çiçeğim, burada yaşamımı ayakta tutan iki temel direk var. Önce sen, sonra şiir. Seni çok seviyorum bunu bil. Aramız derya-deniz de olsa, sıra dağlar da, en ufak bir sıkıntıda aşar gelirim. Hep babanın var olduğunu bilerek yaşa. Bingöl dağlarının tepesinde oraya nereden geldiği bilinmeyen bir pars iskeleti de olsa... Canım!"  

(4. 9. 1980, Bingöl - Metin Altıok'tan Zeynep'e Mektuplar)



Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü'nü aldığı 1980'de Nebahat Çetin ile evlenir. Ne var ki, Çetin'in eş durumundan olan tayini epey gecikir. Gene zordur Altıok'un hayatı. Çünkü, sevdiklerinden, kızından, dostlarından ayrı düşer. Bir de 80'li yılların Bingöl'ü var. Öyle ha deyince gidilecek bir yer değil. Hele kışın kar yolları kapadığında. Sınıfının penceresinden Çapakçur Deresi'nin etrafındaki kavak ağaçlarını seyredalar sık sık Altıok:

"Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukta tamamlar.

Omzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime, ardımdan ıslık çalar."


Ankara ve orada bıraktıkları, koca bir özlem olarak yanıbaşındadır. Bingöl'de geçirdiği yıllarda onu en çok etkileyen şey, kızına olan dinmeyen özlemidir. Sürekli ona mektup yazan ve onu herkese anlatan Metin Altıok için bu katlanılması en zor durumdur:


Kızım/lar

her şeyin üstünde sulusepken bir kar;

bir aşkı delik deşik ediyordu/lar.

bense inatla susuyordum

ve kızımı seviyordum ekmek kadar.


 (MELTEM KOFOĞLU - aksisanat)




Özlemle!


8 Mart 2024 Cuma

DEVRİMCİ PRENSES

 


(ZEYNEP ORAL / Anadolu'da Bir Devrimci Prenses - İnkılâp Kitabevi)


Bu, gerçek bir öykü. Yaşanmış bir öykü. Yaşadığımız hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Her şey, içinde yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel gerçekliğin, olguların, birikimlerin bir sonucu. Prenses Cristina'nın yaşadığı dönemde (1808-1871), 19. yüzyılda Avrupa'nın özellikle İtalya'nın tarihi; İtalya'nın krallıklara bölündüğü, kâh Avusturya kâh Fransa'nın çıkar ilişkileri, egemenliği altında olduğunu; en ufak bir direnişe izin verilmediği ve bağımsızlık mücadelesi bilinmezse, prensesimizin hiçbir düşüncesine, hiçbir eylemine akıl erdiremeyiz. 
(...)
Prenses Cristina yaptıklarının hiçbirini, kimseye herhangi bir mesaj vermek için yapmıyor. Başka türlü davranamadığı için yapıyor. 
Hayatı bir mesaj: Kendinizi yetiştirin, okuyun, öğrenin, yardım edin, özgür, bağımsız bir hayat düşleyin, kadınların gücüne inanın diyor. İnandığınız doğrular yoluna mücadele etmekten korkmayın diyor. Yazılı bir mesaja 2021 yılında (Ölümünün 150. yılı - k.n.) Milano'da dikilen heykelinde rastlıyoruz: Heykeltıraş Giuseppe Bergomi onu, kaidenin üzerinde yükselen bir divana oturtmuş. Bir elinde kitaplar bir elinde günlükleri...


 Kaidenin arka yüzünde onun kaleminden çıkmış şu sözler yazılı:

"Geleceğin onurlu kadınları,
geçmişte kadınların yaşadıkları acıları, aşağılanmaları, mücadeleyi düşünsünler
ve onların asla tatmadıkları,
olsa olsa ancak düşleyebildikleri güzel günlerin yollarını onlar için açanları, 
minnetle, şükranla ansınlar."

Cristina Trivulzio di Belgiojoso, 1866


İlk sürgün hayatı Paris'te, ondan sonra İstanbul ve Anadolu... Bu tercihleri, neden nasıl yapıyor?
Sürgüne yollanmıyor, tutuklanacağını öğrendiği an ülkesinden kaçıyor. İlk kaçışı Paris'e... Avusturya İmparatorluğu tüm mal varlığına el koyuyor. Hayatında ilk kez çalışmak zorunda kalıyor. İlk yıllar çok zor, sabahlara kadar çeviri yapıp, dikiş dikip, ders verip geçinmeye çalışıyor; son yıllarında ise yüksek sosyeteye ve sanat çevrelerine giriyor. 
Fransız şair Alfred de Musset, Alman şair Heinrich Heine ona aşıklar... Franz Liszt, Chopin, George Sand, Rossini ve Vincenzo Bellini dostları... Balzac, Chateaubriand ve Madame Récamier gibi ünlüler çevresinde...
Bir gazeteciye göre o sıralar Paris'in yüksek sosyetesi ikiye ayrılıyor: Prenses Cristina'ya hayran olanlar ve ondan nefret edenler...
Af çıkınca ülkesine dönüyor. Ancak uslu durmuyor. Direniş hareketine, sokak isyanlarına katılıyor. Ve üstelik artık annedir... Tam yeniden tutuklanacağını öğrenince kızını ve kızının mürebbiyesini katığı gibi önüne çıkan ilk gemiye binip kaçıyor. Gemi Malta'ya kadar gidiyormuş.. Elbet Paris salonları ve Roma sokak savaşlarında sonra küçük Malta Adası, Cristina'ya çok sıkıcı geliyor.
Bu arada Osmanlı İmparatorluğu tüm göçmenlere kucak açmış durumda... Malta'dan bindiği ikinci bir gemi onu İstanbul'a getiriyor. Ancak Saray çevresini hiç ama hiç benimsemiyor.
Toprağa yakın, ona Lombardia'yı anımsatacak kırsal alanda bir çiftlik kurmak üzere arayışa giriyor...
Ve... Karabük, Safranbolu... Çakmakoğlu Çiftliği'ni alıyor... Amacı kızına ve kendine hem üretken hem huzurlu bir hayat sağlamak...
Yöre halkı ilk andan onu bağrına basıyor. Çünkü kapısı herkese açık. Çünkü Roma'da hastaneler kurmuş, hemşirelik yapmış, hemşireleri Florence Nightingale'den önce örgütlemiş, tıp bilgisi olan bir kadın. 
İlk zamanlar "Osmanlı'ya sığınan Frenk kadın" diye görüyorlar köylüler onu ama kısa zamanda tüm yörenin "iyileştiricisi" oluyor.
Bütün hastalara bakıyor, her gün evinin önünde hasta kuyrukları oluşuyor. Kimseyi geri çevirmiyor. Ona gelemeyen hastaların evine o gidiyor. Çocuklara okuma yazma öğretiyor, hijyen dersi veriyor. Bütün kadınların dert ortağı, neredeyse suç ortağı oluyor... Ve köylüler onu "bizden biri" ya da "hepimizin annesi" diye benimsiyor...

(ZEYNEP ORAL - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)






Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
 

3 Mart 2024 Pazar

YUMRUK

 

Mehmet Özer'in o dönem çektiği fotoğraflardan bazıları uluslararası alanda işçi sendikaları ve mücadelesinde de yankısını bulmuş ve olumlu tepkiler gelmiş. Belki de kendi alanında uluslararası ilk örneklerdi bunlar. Eline alıyor bir tanesini ve gösteriyor:


"Bak mesela bu. İngiltere'de madenciler tarafından yılın fotoğrafı seçildi. Adına da 'Sınıfın Öfkesi' dediler. Bu fotoğraf yasaklandı sonra. Katıldığım etkinliklere izin çıkmadı bu fotoğraf yüzünden. İşçi sol yumruğunu kaldırmış diye. Sağ kolu yoktu o işçinin. İş kazasında kopmuştu. Yasağı koyanlar işçinin kolu neden koptu diye sormadı da geriye kalan kolun sıkılı olmasından korktu" diye anlatıyor. (sol Haber)



"Bayrakları severim tutsaklığa yumruk gibi savrulan bayrakları
İnsanları severim haksızlığa yumruk gibi sıkılan insanları"

dizeleriyle kavganın,

"düşer barış cemreleri sabah çaylarımıza"

dizeleriyle barışın şiirini yazıyor Hasan Hüseyin.


"Denize varmaktır amacı nehrin, denize varmak ey yolcu" diyen Hasan Hüseyin rahatsızlanmıştı, aylardır ölümle savaşıyordu.
Cezaevi günlerim sürüyordu. Çanakkale'deydim. O günlerde yazdığım "Hasan Hüseyin" adlı şiirimden birkaç dizeyle 26 Şubat 1984'te aramızdan ayrılan (4 Mart 1927 doğumlu-k.n.) şiirimizin yürek işçisi, onurlu damarı Hasan Hüseyin'i saygıyla anıyorum:

Hastaydın yatağında nehir
açtık şiirini hüzünlendik
okuduk 'nehirler aka aka'yı
konuştuk nehir olmak nedir...

Yolları acılarla dolu olsa da
yolcusu tükenmez denizin
ve nehirler denize varacaktır
bilirsin hasan hüseyin.

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

25 Şubat 2024 Pazar

BİNBİR ÇİÇEKLİ BAHÇE

 



Çukurova'nın sarı sıcak güneşinde yanan, esmer tenli, iri yarı bir adamdır o. Çukurova toprakları kadar esmer, Toros Dağları kadar büyük bir Anadolu bilgesidir Yaşar Kemal. 
Gençliğinde adı komüniste çıkmıştı. Sık sık gözaltına alınıyor, herhangi bir işte bir aydan fazla çalıştırılmıyordu. Bu yüzden gençliğinde neredeyse yapmadığı iş yoktu; ırgatlık, ırgat kâtipliği, bostan bekçiliği, öğretmen vekilliği, traktör sürücülüğü, arzuhalcilik...
Adana'da barındırmadılar onu.
(...)
1951 yılında İstanbul'a geldiğinde ilk evi, Gülhane Parkı'nda bir çınarın altı oldu. Uzun süre burada yatıp kalktı, oltayla balık avladı, yediklerini yedi, diğerlerini sattı.
Sonra Abidin Dino ve Behçet Kemal Çağlar aracılığıyla "Bebek" öyküsü geçti Nadir Nadi'nin eline. Nadir Bey, bu saçı sakalı birbirine karışmış, teni güneşte kalmaktan kapkara olmuş gencin öyküsüne hayran kalmıştı. Bu öyküyü gazetede tefrika edecekti.
Ancak Yaşar Kemal için düşündüğü asıl iş röportaj yazarlığıydı. Böylesine güçlü bir dili olan bu genç adamın müthiş röportajlar çıkaracağını düşünüyordu. O dönemler röportaj; edebiyatın bir uzantısı olarak görülüyordu ve yazarların insanlar, yerler ve olaylarla ilgili inceleme ve araştırmalarına kendi görüş ve gözlemlerini de ekleyerek oluşturduğu bir yazı türüydü. Şimdiki soru-cevap şeklindeki söyleşiler röportajdan sayılmıyordu.
Nadir Bey'in talimatıyla muhasebeden 1500 lira alan Yaşar Kemal, ilk olarak Diyarbakır'ın yolunu tuttu. Gazeteye yazılarını yolluyordu ama yayımlanıp yayımlanmayacağını bilmiyordu. Röportajları beğenmeyip yayımlamazlarsa, baba yurdu Van'a gidip orada bir süre arzuhalcilik yapıp gazeteye borcunu ödeyecekti.
Anadolu'yu karış karış gezip röportajlar yazıyordu. Tatvan'dan Van'a giderken feribotta bir yüzbaşının okuduğu Cumhuriyet gazetesinde ilk defa yazılarının çıktığını gördü. O zamana kadar gerçek adı olan Kemal Sadık Göğceli'yi kullanıyordu. Fakat görmüştü ki Cumhuriyet'te adını değiştirmişlerdi, artık yeni adı "Yaşar Kemal"di. Çünkü gerçek adı fişlenmişti bir kere, mimliydi. Gazete yönetimi ona taze bir başlangıç yapma fırsatı vermişti bu yeni adıyla. 
Bir yeri sel mi bastı, deprem mi oldu? Otobüslere, trenlere, gemilere binip yolculuklara çıkan Yaşar Kemal hemen oraya varıp muhteşem röportajlar yazıyordu. Gazetedeki adı "ağır işçi"ye çıkan Yaşar Kemal, 1950'li yıllar boyunca Anadolu'yu gezip durdu. Çoğu kez yanında fotoğrafçı olarak Ara Güler ile birlikte hem de.
(...)
Fırsat buldukça aklında dönüp duran romanı yazıyordu. Hayli yaman geçen 1953 kışında İstanbul Boğazı'nı donduran o feci soğuklarda, eldiveniyle tuttuğu kurşun kalemiyle İnce Memed'i tamamlamıştı nihayet.
Götürüp Cumhuriyet'in Yazı İşleri Müdürü Cevat Fehmi Başkut'a teslim etti romanı. Beklemeye başladı, ses seda çıkmayınca 15 gün sonra Cevat Fehmi'ye romanı okuyup okumadığını sordu. "Yarısına kadar okudum" dedi Cevat Fehmi. "Hayır, okumamışsın" dedi Yaşar Kemal, "Eğer o romana başlasaydın yarısında duramazdın".
Cevat Fehmi bir ay sonra Yaşar Kemal'i odasına çağırdı, "Önceki gün başladım romanına, bu sabaha kadar durmadan okudum. Sen haklıymışsın. Hemen yayımlayalım" dedi.
İnce Memed, 1954 yılında ocak-nisan arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Kısa bir süre sonra gazeteye Ankara'dan "yayını durdurma" uyarısı geldi. "Ağalara başkaldıran bir eşkiyayı yücelterek komünizm propagandası yapıyordu" Yaşar Kemal! Fakat gazete bu ikazı dinlemedi. Yaşar Kemal, dünyada en az kendisi kadar ünlü İnce Memed'i ertesi yıl kitap olarak çıkardı.
Işığın türkücüsü Yaşar Kemal, 28 Şubat 2015'de "o güzel atlara binip gittiğinde" 92 yaşındaydı. Bu topraklardan dünyaya açılan en güzel pencerelerden biriydi.

(OLCAY BAĞIR - Cumhuriyet Kitap)



Sözü Yaşar Kemal alsın:

"Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir. İyi ki dünyaya geldik, yaşadık, ışığı gördük. Ya gelmeseydik, ya bu güzellikleri görmeseydik..."  




Yaşar Kemal'in anlatı dünyasının keşfi "binbir çiçekli bahçe"yi andırır. Onun söz dünyasına adım attığınızda karşınıza çıkan her imge, konu, olay, insan gerçekliğinde öylesine çok şey bulursunuz ki bunu bir "keşif yolculuğu" olarak nitelendirmek yabansı gelmemeli.

(FERİDUN ANDAÇ - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

18 Şubat 2024 Pazar

TARİH BAĞIŞLAR MI SANIRSIN ?

 



   Cumhuriyet'in onuncu yıl şenlikleri İstanbullular için olağanüstü bir anlam taşır. Beyazıt Alanı'nda saatlerce süren görkemli bir geçit resmi yapılmış, gece bütün minareler ve resmî yapılar elektrikle donatılmıştı. Ana caddelerde insan selleri akıyordu. Sevinçli, heyecanlı ve umutlu. Yabancı askerlerin dolaştığı karanlık "Mütareke yıllarının" mezarlıkların ve yatır türbelerinde titrek mumlar yanan sokakların ürperti veren havası, arkada kalıvermişti. Cumhuriyet sözü her şeyi düzeltiverecek bir büyü gibiydi. Genç gırtlaklar, "Çıktık açık alınla on yılda her savaştan! On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan!" diye çın çın öttürüyordu şehri. Ne var ki, büyü hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1938'de Kasım ayının onuncu günü İstanbul bir daha dalgalandı, sarsıldı ve durgunlaştı. Bayraklar yarıya inikti. Hüzünlü yüzler şehri doldurdu. Son umut da elden gitti, demek ister gibi.
   'Atam, sen kalk ben yatam!' diye manzumeler döktüren "yeni aydın"ların mangalda kül bırakmadığı bir dönem başlıyordu.

    (BURHAN ARPAD / Hesaplaşma - May Yayınları, 1976) 




   Aklın, doğrunun sınanması biter mi? Yarı sömürge edilmişliğimizi bilgi ile, akılla denkleştirip sonuçları yeniden tartacağız. Çıkarları gereği yalan söyleyerek bu yalanları egemen güçlerin payandalamasıyla doğrulaştırmaya çalışanları daha iyi tanımalıyız. Tarih bağışlar mı sanırsın? Gönüllü kanışların aydınlar arasındaki geçerliliği, sanımca en tehlikeli olanıdır. Nasıl kullanıldıklarını bilmezlerse başa çıkılmaz olurlar. O aydın kibirliliği yok mu, odur onlara halkı unutturan.

   (FÜRUZAN / Kırk Yedi'liler - Yapıkredi Yayınları)




    Aziz Nesin, Türkiye halkının yüzde şu kadarı aptaldır derken bu değerlendirmesinin içine aydınları da katmış mıydı bilmiyorum. Fakat Aziz Nesin'in ünlü özdeyişini yinelediklerinde aydınlarımızın kendilerini bu yüzdenin dışında tuttuklarını gözlemliyorum. Aydınımız, halkımızın genellikle aptal olduğunu düşünürken kendi zekâsının ve bilgi birikiminin de tartışılabileceğini aklına getirmek istemiyor. Burada bence, ülkemizde halk ve aydın ilişkisi bakımından irdelenmesi gereken ciddi bir sorun var.
   Aziz Nesin'in korkarım ki zaman içinde yapıtlarından daha çok popülerleşecek sözü, bana kalırsa halkımızı aşağılamak için değil, bir ölçüde onu sarsmak, bir ölçüde de üzüntüyle söylenmiş olmalıdır. Öyle de olsa, ben bu değerlendirmeyi de, söyleniş biçimini de doğru bulmuyorum. Halkımız aptal değil, eğitimsiz. Zaten dünyanın herhangi bir halkının aptal olabileceğini de düşünmüyorum. Bizim halkımıza gelince, Türkiye coğrafyasının herhangi bir yerindeki sıradan halk insanının zeki ve duyarlı olduğunu gözlemlemek pek de güç değil. Bütün sorun bu halk insanının eğitimsizliğinde ve aydınımızın toplumsal sorunların çözümüne öncülük yapmadaki yetersizlik, yeteneksizlik ve isteksizliğinde... Bunun başlıca bir nedeni, eğitimli olduklarını düşünen kişilerimizin (aydınlarımızın) genellikle yanlış ve eksik bir eğitim almış olmaları olsa gerek...
    (...)  
    Halk, bazı aydınlarımızın düşündüğünün tersine, büyük bir çoğunlukla, dincilik ya da sağcılık gibi nedenlerle değil, ekonomik sıkıntılarına çözüm bulunabileceği umudu ve kendisine başkaca da güven verici bir seçenek sunulmadığı için bu insanlara oy verdi.
    Bugün halk insanları arasında yapılacak bir araştırma, halk sağduyusunun, bugünkü iktidarın içyüzünü anlamada da kimi aydınlarımızdan daha ileride olduğunu gösterecektir. Fakat sorun bir kez daha doğru bir siyasal iktidar seçeneğinin, doğru bir biçimde bu halka bugün de sunulamıyor olması ve böylece de kabahatli olanın bir kez daha halk değil aydınlar, aydın geçinenler olduğudur...
     (...)
    Ekonomik değerlerimiz yağmalanırken, ülkenin kültürel yapısı geriye doğru zorla bozulup değiştirilmek istenirken (ve bu yönde ne yazık ki epeyce de yol alınmışken), emperyalist güçler en açık ve kaba biçimde ülke ekonomisini ve siyasetini yönlendirmekteyken; kişisel ve grupsal çıkar hesaplarından, bencilliklerden arınarak ortak bir sağduyu platformunda buluşmak bu kadar mı olanaksız?
    Bu soruların yanıtı bence, aydınımızın kendi kimliğini, kişiliğini irdelemeyi başarabilmesinden geçiyor.
   Ne yazık ki hepimiz ya da birçoğumuz, yüzeysel bilgilerle ve bunun sonucunda da karmaşık kişilik sorunlarıyla bugünlere geldik.
     Kendimize karşı dürüst olma yeteneğini tümüyle yitirmemişsek, bunun böyle olduğunu görmek çok güç değil...
     Halk, her şeye karşın, bulunduğu yerde sapasağlam duruyor...
    Sorunlarıyla, o sorunlara çözüm bulmaya çalışan ve çoğu kez de bunu başarabilen pratik aklıyla, binlerce yıldan süzülüp gelmiş yaşama kültürüyle, gelenekleriyle, doğal ve gösterişsiz yurtseverliğiyle...
     Halktan şikayetçi olmak için bir neden yok.
  Tam tersine, bakmasını biliyorsanız eğer, en güç zamanlarda (ve özellikle de öyle zamanlarda) mucize yaratabilecek sağlam bir halk olduğunu görüp gözlemlemek pek de güç değil...
  Sorun bence aydınımızın, nedenleri ayrıca ve önemle irdelenmesi gereken kafa karışıklığında, omurga zayıflığında...

    (ATAOL BEHRAMOĞLU / Aziz Nesin'li Anılar - Tekin Yayınevi)
   
 






Merhaba!

11 Şubat 2024 Pazar

DİKENLİ YOLUN YOLCULARI

 


Karikatür: TAN ORAL



Tan Oral'ın karikatürü ne kadar güzeldi: Tuşları dikenli bir yazı makinesinde elleri yara bere içinde kalmış bir kişi yazı yazmaya çalışmakta...
Tuşlara her basışımda bu acıyı çekiyorum ben de. Her sözcük içimizden bir şey koparıyor. Yazmak, büyük bir sorumluluk yüklenmektir. Seçilen her sözcük, seçilmeyen nice sözcüğün hesabına konuşmak zorundadır. Dönem dönem bu tür güçlükleri yaşıyoruz. Yazar olmak, hele her gün konuşmakla görevli bir yazar olmak, dikenli bir yolda yürümekten de beter...

 (OKTAY AKBAL - Yaşayıp Görmek)


***
 

Otursam bir deniz kıyısında bir şiir söylesem. Hem de şiir olduğu için değil, çocuklar söylediği için şiir olan bir şiiri. Belki de dünyadaki tek arı şiiri:

Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım.

Top oynamış ufacık bir çocuğun acıkması gibi bir açlıkla yaşadı bütün yazarlar. Hele geri ülke yazarları... Daima mutluluğa, insanlığa, anlayışa acıkarak ve daima da aç kalarak...
Geri ülkelerde yazar olmak, mezbahada ressam olmak gibi bir şeydir. Koyunlarla kasaplar dünyasında sanat göstereceksin. Sürüler kesilmeye gelirken tuvalini devirecek, kasaplar kanlı ellerinin bıçaklarını paletinde temizlemeye kalkacaklar...
Ve sen fırçanla mutlu dünyalar çizmeye uğraşacaksın.
Kalkınmış sermaye ülkelerinde yazarın bir yeri vardır, sosyalist ülkelerde de yazarın bir yeri vardır. Geri ülkelerde yazarın yeri kalabalık bir otobüse zar zor binmiş bir yolcunun yeri kadardır. Bir arkadan, biri önden, bir, yandan iter... 

 (ÇETİN ALTAN / Kopuk Kopuk - Bilgi Yayınevi)





Merhaba!