24 Nisan 2024 Çarşamba

HEP ÇOCUK KALSAK

 

"Eğer istersek yaşam, samanlardan yapılmış en alçakgönüllü kulübelerde bile daha iyi geçebilir... İnsanlar güçlerini birleştirmek zorundadırlar... Bugün artık uzaklık ortadan kalkmıştır. Tüm insanlar birbirlerinin komşusu olmuşlardır... Kalbin dünyası ile beynin dünyası birbirleriyle kaynaşmalıdır. Beyin kalbi aydınlatmalı, kalp de beyni ısıtmalıdır... Çocukların hepsi bu şarkıyı bellemişlerdir: Ah tüm dünya çocukları el ele verebilseler!



JOHANN HEINRICH PESTALOZZI
(Resim: KONRAD GROB / Pestalozzi ve Stan'ın Yetimleri)


***


Çocukluk başlamak demekti. Dünyaya, hayata, zamana, kendine ait olan her şeye titrek adımlarla yürümekti. Çocukluk bir imkândı. Çocukluk acıya, kayıplara, ölüme henüz uzak olmaktı. Yokluğun daha az acıtmasıydı, avuntunun ve şefkatin bolluğuydu.

(AHMET BÜKE - Deli İbram Divanı / Can Yayınları)


***


"O kokuyu bir daha hiç duymadım. Hiçbir yerde yoktu hayatımın ilerleyen yıllarında. Dünyanın en güzel kokularından biriydi diyebilirim. Çocukluğumla, bahçeyle, yeşilin ve mavinin tüm parlaklığıyla, o zaman hayatımda var olan kişilerle karışıyor ve eşsiz bir şey oluyordu. Onu her zaman duyabilmenin olanaksız olduğunu büyüyünce anlamıştım. Onun içinde bir babaanne, bir eski köşk, bir dut ağacı, bir gül perisi vardı. O kokuyu algılayabildiğim sürece bir çocuktum. Bunu anlamak müthişti.

Sonraki yıllarda karşılaştığım kavanozlanmış hazır gül reçellerinde bu yoktu. Çocukluğumu içine koymamışlardı..."

(NAZLI ERAY - Naz ve Köşkteki Vampir / Everest Yayınları)


***


"Biz büyüdük ve kirlendi dünya..."

(MURATHAN MUNGAN)







Merhaba!

17 Nisan 2024 Çarşamba

ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN ÖNEMİ

 

Bir şiir festivalinde bir Arap şair, Avrupalı şairlerin Arap şairleri küçümsediklerinden yakınıyordu (ya da ona öyle gelmişti), o şairin biraz moralini düzeltmek için Özdemir (İnce) de "Ama onlara söyleseydin, Araplar da sıfırı buldu deseydin" demişti. 

O Arap şairin yanıtını hiç unutamam. "Sıfırı bulduk ama sıfırın içinden dışarı çıkamadık, sıfırın içinde kaldık" dediydi.

(ÜLKER İNCE - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)


***


"Ancak bir tek adam, emperyalist kudretin öz varlığını, iç yüzünü gerçekten sezip kavramıştı. İnkılâpçı dinamizmin bütün mantıksal neticelerini hesabına katarak ona karşı koyabilmişti: Kemal Atatürk.

Onun idaresi altında on altı milyon Türk ötekilerden milyarların ulaşamadıklarını ele geçirebilmişti. Onun idaresi altında on altı milyon Türk milli devlet hududu içinde milletin organize edilmiş kudretini, yaşanan çağın icap ettirdiği teknik işle, sistemli bir şekilde yan yana ve baş baş yürütebildiği için emperyalizmi alt edebilmişti."

(Dr. STEPHAN RONART - Bugünkü Türkiye, 1936) 


***


Cumhuriyet'le kurulan yepyeni toplumsal yapımızın temel taşlarından en önemlisi, bağımsızlık ilkesinin bilincini yaşatıp, kuşaktan kuşağa, berkiştire geliştire aktaracak olan eğitim ve öğrenim sorunuydu kuşkusuz. Cumhuriyeti kuran düşüncenin temelinde, yeniye yeniliğe kapalı, çağdışı medrese kafası yerine, Türk ulusunu aklın, bilimin, olumlu düşüncenin onuruna kavuşturmak tutkusu yatıyordu. Bu tutkunun nişan noktası ilk ağızda eğitimde odaklanıyordu. Eğitim değil miydi ulus bilinci yeşertip kökleştirecek olan? 
İşte, bu ileriye yönelik sağlıklı düşünceyledir ki dinsel ve laik eğitim ikiliğine son vermek amacıyla "Öğrenim Birliği" yasası çıkarılmış, daha sonra da halka okuma yazma kolaylığı sağlamak için Latin harfleri kabul edilmişti. Yine aynı düşünceyledir ki milli eğitimimize yön vermek ve taze kan aşılamak amacıyla Batı kafasının ileri gelen, liberal düşünceli bir filozof ve eğitimcisi yurdumuza çağrılmıştır. Bu, Amerika'nın önde gelen filozof ve eğitimcisi John Dewey'di.


JOHN DEWEY ve H. VASIF ÇINAR, 1924


İşte, 1924'te Türkiye'ye gelen John Dewey, milli eğitim kurumlarımızı yakından inceledikten sonra iki rapor vermiştir:
"İlk ve çok önemli nokta, Türkiye okullarının amaçlarını saptamaktır. Amaç, Türkiye'nin uygar uluslar arasında yetkin bir üye olarak canlı, özgür, bağımsız ve laik bir cumhuriyet olarak gelişmesidir. Bu amaca varmak üzere okulların, ulusun bireylerine önce doğru politik alışkanlıklar ve düşünceler aşılaması, sonra türlü biçimde ekonomik ve ticari yetenekleri yüreklendirmesi, son olarak da erkek ve kadını ulusal egemenliğe, ekonomik olarak kendi kendisini yönetmeye ve sanatça ilerlemeye itmesi, yani onları girişim ve yaratma, özgürce ve bilimsel biçimde düşünmeye ve genel yarar için toplumsal tarzda işbirliğine alıştırma ve ahlaki seciyenin eğilimlerini kendilerinde geliştirmesi gerekir.
Bu amaçları geliştirmek için sadece bazı lider'ler yetiştirmek elvermez, yurttaşların tümünü memleketin politik ve kültürel gelişmesine katılacak biçimde eğitmelidir." 
Burada bir parantez açmak isterim. Batılılaşma yolunu benimsemiş olan Türkiye'nin kalkınması için tüm ulusu kapsayan geniş bir eğitim mi, yani halk çocuklarının toptan eğitilmesi mi, yoksa bir takım üstün zekalı gençleri Avrupalara yollayıp, toplumu yönetecek birer lider yetiştirmeyi mi benimsemeliyiz konusu yıllarca önce, bir açık oturumda Sabahattin Eyuboğlu ile Prof. Mümtaz Turhan'ı karşı karşıya getirmişti. Köy Enstitüleri'ne cephe alan bir geri tutumla, enstitülere gönül vermiş bir tutum çarpışmıştı. Sonunda ne oldu? Enstitü düşmanları arasında üstün yetenekli hiçbir lider yetişmedi ama Köy Enstitüleri'nden yetenekli insan ve sanatçı yetişti.
Dönelim yine John Dewey'e. Ona göre, okulun amacı ikidir:
"Bir yandan, milli yarar sağlayan bilgilerin toplanması ve yayınlanması görevini yapacak bir merkez ve araç olmak, öte yandan, öğrenciyi yurda yararlı olacak düşünce alışkanlıklarıyla donatmak, alacakları bilgileri kuramsal ve gereksiz olmaktan kurtarmaktır." 
Liberal bir kafanın, liberal kafalı olmasını istediği bir ülkeye sunduğu ama köy enstitüleri ve meslek okulları dışında pek az uygulama alanı bulduğu bu raporun tümünü okumanızı dilerim.

(VEDAT GÜNYOL - Giderayak Yaşarken,1986)






Merhaba! 
 

13 Nisan 2024 Cumartesi

HANGİSİ ?

 

"Sözle söyleneceklerin en âlâsı şiirle anlatılır."


HALİKARNAS BALIKÇISI
(Mavi Sürgün)


***


"Sözcüklerin elleri vardı
Bir çizgiydi belki
Belki de sessiz bir çığlık
Sözcüklerin elleri vardı
Sonsuzluğa bırakılan bir resim, bir şiir, bir müzik."

Sözcükler, zamanın damıtarak anlamlandırdığı iletişim araçlarımız. Ya olmasalar...
İlk sözcük; ilk çizgi, ilk renk insanın sığındığı mağara duvarlarına çizdikleri olsa gerek. Sanatın başladığı ilk an'lar... Ne denli yakın o denli uzak. Çizginin dilini öğrenmek, dilin çizgisini oluşturmak ne zorlu bir uğraş.
İlk "şiirlerimi" paylaştığım Aziz Nesin "Yanlış yerden başlamışsın, yazmak değil okumak zor" demiş ve eklemişti: 
"Felsefe okuyacak, diğer sanatların dilini öğrenecek en zor olana, şiire ulaşacaksın, yine de 'Seni seviyorum'dan güzelini yazamayacaksın..." Hiç unutmadığım ama sonrası kavrayabildiğim sözler...

(MEHMET ÖZ - Cumhuriyet Kitap)


***


"Şiir her şeyden önce halk için vardır ve onun dilinde ifadesini bulur."


GUILLAUME APOLLINAIRE


***




Orhan Veli'nin ünlü şiiridir:

"Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum.

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam."

Şairin sonradan eklediği o son dize var ya! Pişman olduğu söylenir. Çünkü şiirin önüne geçip fazla ünlenmiştir. Kaç kişi bilir o dizenin eklenme nedeni sadece Ahmet Haşim'in "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirine, lirizmine meydan okumak olduğunu... Hani var ya:

"Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam; 
Üstümde sema kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!"

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)





Hangisi ?

7 Nisan 2024 Pazar

SÜREYYA BERFE ve DOĞA

 

"Çağımız insanı 'insan yazgısı' ile 'doğa yasası' arasındaki ayrımın bilincine varan kişidir."

(İLHAN SELÇUK - Ağlamak ve Gülmek)





Sabaha doğru

bahar yağmuru

Şiir bazen görülebilir.

Geçmişte yaptığı bir söyleşide "Kent ve kentliyi çocukluğumdan beri sevmedim. Ama bu kır âşığıyım demek değil. Doğayı ve ona yakın insanları daha çok seviyorum" deyişini anımsatıyorum Yavaş Yavaş Bilemiyorum'u kendisinden dinlemek için bir araya geldiğimiz Berfe'ye.

Bugün kentten yola çıksak diyorum, dönsek aynı kırı ve doğayı bulur muyuz artık? "Ah nerede..." diye iç geçiriyor usta şair, "Bulmak imkânsız. O kır, o doğa yok artık ama sadece o da değil sorun. Nüfus da aldı başını gidiyor, her şey daha kötüye doğru ilerledi."

Doğanın tam içinden, artık onunla yoğurulmuş olarak görüyoruz dizeleri. Günümüzde çokça hırpalanan, sömürülen, yok edilmeye çalışılan bir varlık artık doğa. Gözlerimizin önünde yakılan, yıkılan, yerine betondan renksiz, kokusuz, nefessiz bir dünyanın yaratıldığı o güzelim doğaya getiriyoruz sözü. 

Onun yanında yer alıp, kitapta tam da içinden konuşan şaire, "Canı yanan doğanın bir seslenişi mi bize?" diyorum, "Öyle elbette, hatta çırpınışıdır..." diye yanıtlıyor beni.

Bahar rüzgârına, topraktaki kıpırdanmaya, denizin durgunluğuna bir bir rastladığımız dizeler, insanın yolculuğunu doğa aracılığıyla anlamlandırmasına da bir olanak tanıyor.

(...)

Doğayı, sevmeyi, gören gözlerle bakmayı, yalnızlığımızı, içtenliği, kısacası artık pek rastlayamadıklarımızı, unuttuklarımızı ve tabii çokça baharı hatırlatıyor Süreyya Berfe; durmadan sakin ve kararlı.

Yazıyı kitaba ismini veren şiirle bitirelim:

Bahar akşamlarının yalnızlığı

neye benziyor

Yavaş yavaş bilemiyorum.

 (BERRİN KARADENİZ - Cumhuriyet Kitap)




Merhaba!


4 Nisan 2024 Perşembe

İNSANLIĞIN LÜZUMU YOK !


(Fotoğraf: AKGÜN AKOVA)


Hayvan dünyası bizim insan dünyamızdan çok çok çok daha masumdur.
Öyleyse diyeceksiniz, iki dünya arasındaki en önemli fark bu mudur?
Yani hayvan dünyasının bizim insan dünyamızdan daha masum oluşu...
Bir bakıma evet. Ama ben başka bir şey söyleyeceğim. İnsanla hayvan arasındaki en önemli, en belirgin fark, bana kalırsa, hangi türü olursa olsun hayvan dünyasının belli bir "standart"ı olduğu, insanın ise yükselmesinin ya da alçalmasının bir sonu, sınırı olmadığıdır.
(...)
Hayvan dünyasını küçümsemeyelim. Alçak hayvan yoktur. Ama insan alçaklığının, alçak insanın ne yazık ki sürüsüne bereket!

(ATAOL BEHRAMOĞLU - Cumhuriyet Gazetesi)

 


TOMBİLİ


Hiç hayvan güler mi, gülmek ağlamak insanlara mahsustur. Vay ahmak insanoğlu vay, asıl gülmeyi unutan insanlardır. Şu dünyada dostu, arkadaşı olmayan, bir sıcak elin tadına, bir bakışın güzelliğine artık bundan sonra varamayan, varamayacak olan da insandır. Umutsuz olan, nankör olan insandır. Dünyanın güzelliğini yadsıyan artık salt yaşamanın tadına varamayan insandır, altında yaşadığı göğü, üstünde gezdiği toprağı, akan suları göremeyen insandır. Görkemli doğa ortasında görmeden dolaşan, bakarkör olan insandır. Yunuslar, balıklar, kuşlar, kurtlar, tilkiler, ne pahasına olursa olsun, hem de börtü böcekler bu dünyanın tadını çıkarırlar.
"Hayvan olmak bu çağda insan olmaktan daha mutluluktur," dedi Selim balıkçı.

(YAŞAR KEMAL / Deniz Küstü - Yapı Kredi Yayınları)




"Doğaya daha yakından bak, o zaman her şeyi daha iyi anlayacaksın."



ALBERT EINSTEIN







4 Nisan Dünya Sokak Hayvanları Günü

26 Mart 2024 Salı

FİGARO'NUN DÜĞÜNÜ

 



12 Ekim 1781. Versailles sarayında küçük bir salonda Kraliçe Marie-Antoinette'in baş hizmetkârı Madame Campan, Kral XVI. Louis ve Kraliçe'ye henüz yayınlanmamış ve sahneye konulmamış Çılgın Gün veya Figaro'nun Düğünü başlıklı bir tiyatro oyununun metnini okuyordu.
Beaumarchais (Pierre-Augustin Caron De Beaumarchais) dünya çapında bir üne erişmesini sağlayacak bu oyunu 1778'de yazmış ancak içeriğinin sakıncalı bulunması nedeniyle 5 yıl boyunca hiçbir tiyatroda oynatamamıştı. Sonunda sansür komitesinin onayını almayı başarsa da XVI. Louis bu karara karşı çıkmış, oyun hakkında son kararı bizzat vermek istemişti. Madame Campan oyunun tümünü okuyup bitirdikten sonra yerinden fırlayan kral hiddetle haykırır: "Nefret edilesi bir oyun bu! Asla sahnelenmeyecek!"
Ve birkaç yıl sonra kendisine karşı yapılacak Devrim'i bilinçsizce öngörmüş gibi ekler: "Oynanmasının tehlikeli bir tutarsızlık olmaması için, Bastille Hapishanesi'nin yıkılması lazım!"
Beaumarchais oyunun sahnelenmesi için uzun bir süre beklemek zorunda kalacaktı. Ancak 3 yıl önce büyük ilgiyle karşılanan Sevil Berberi'nden sonra Beaumarchais bu oyunun devamını yazmak istediğini açıklamış olduğundan, herkes birbirine bu yeni oyunu soruyor, ne zaman sahneleneceğini merak ediyordu.
(...)
Sonunda oyun ilk kez Vaudreuil Kontu'nun, Gennevilliers'deki şatosunda oynanır ve büyük bir ilgiyle karşılanır. İlk izleyicilerin tümünün oyunun cazibesine kapıldığını öğrenen ve gerçek bir tiyatrosever olan Marie-Antoinette dahi Figaro'nun Düğünü'nü çok merak ettiği için XVI. Louis geri adım atmak zorunda kalır ve oyun ilk kez 27 Nisan 1784 günü, yazıldıktan tam altı yıl sonra Paris halkının karşısına çıkmayı başarır. 
Tıklım tıklım dolu salonlar önünde 64 kez (ki bu o dönem için çok büyük bir rakamdı) temsil edilen oyunun ünü kısa sürede tüm Avrupa'ya yayılacaktır.
(...)
Figaro'nun Düğünü, klasik efendi/hizmetkâr karşıtlığının ötesinde, soylular ve halk arasında geçen çatışmayı ön plana çıkarır. 18. yüzyıl Fransa'sının sosyal düzenine meydan okuyarak aristokrasiye sert eleştiriler yöneltir.
İlk gösterimden birkaç ay sonra, oyunun yol açtığı polemiklerin ortasında yazdığı önsözde Beaumarchais, suçlamalara şöyle yanıt verir: "İşlediğiniz konuda sosyal bir tutarsızlıktan kaynaklanan etkileyici durumlar olmaksızın tiyatro sahnesinde ne büyük bir duygusallık, ne derin bir ahlak dersi, ne de iyi ve gerçek bir komedi ortaya konamayacağını düşündüm her zaman ve hâlâ da öyle düşünüyorum."
Ve bu metni yazdığı anda, bütün engelleri aşmış ve büyük bir başarıya imza atmış olmanın verdiği özgüvenle, oyunu yazarken güttüğü esas amacını da artık gizleme ihtiyacı hissetmez: "Bu oyunu yazarken, planımı topluma zarar veren bir dizi istismarı eleştirecek şekilde oluşturdum."
Yapıtın sahnelenmesine 5 yıl boyunca engel oluşturan bu eleştiriler, yapıtın çeşitli sahnelerinde, özellikle Figaro'nun beşinci perdedeki uzun monoloğu aracılığıyla izleyiciye iletilir. Figaro en önce kaderin belirsiz ve rastlantısal doğasını vurgular. 
Ve "Eğer Tanrı isteseydi, bir prensin oğlu olurdum" diyerek aslında dönemin toplumsal koşullarının tüm yapısını sorgular.
Aynı doğrultuda, "Güçlüler için ılımlı ve zayıflar için sert" olan adalet kavramıyla da alay ederek efendisinin aşağılayıcı tutumundan sızlanırken, soyluların sınırsız kibrinin, doğuştan gelen ayrıcalıklarının ne kadar saçma olduğunu ortaya koyar: "Asalet, servet, rütbe, mevkiler, hepsi sizi çok böbürlendiriyor! Bütün bunlara sahip olmak için ne yaptınız ki? Doğma zahmetine katlandınız, hepsi bu. Sonuçta epey sıradan bir insansınız."
(...)
İkiyüzlü ve art niyetli saray mensubu dalkavuklar da bu eleştirilerden nasibini alır, zira onların yaşamı da üç eylemden ibarettir: "Kabul etmek, almak ve istemek, işte üç kelimelik sır budur." Bir anlamda, birkaç yıl sonra gerçekleşecek Fransız Devrimi sonrasında ilan edilecek olan İnsan Hakları Bildirgesi'nde yer alacak ve Aydınlanma dönemi filozoflarının da yapıtlarında savunduğu fikirlerin özeti gibidir bu replikler.
(...)
Genellikle felsefi anlamda bireyin doğuşunu temsil ettiği söylenen Figaro, aslında aynı zamanda politik anlamda da bir birey olarak ortaya çıkmıştır ve bir takım abes ayrıcalıklara değil, salt liyakate dayalı, gelişmekte olan burjuva sınıfının ideolojisini savunur. Nitekim Fransız Devrimi'nin güçlü liderlerinden Danton, birkaç yıl sonra yapıt üzerine bu görüşü doğrular gibi yaptığı keskin yorumda "Soyluları Figaro öldürdü!" diyecektir.

(FERDA FİDAN - Cumhuriyet Kitap)






YAŞASIN TİYATRO !

17 Mart 2024 Pazar

İSTASYON BOŞ

 

İstasyon boş.

Sabah.

Hava soğuk.

Üşüyor Tante Rosa.

Elinde bir mektup.

Yanında sandığı.



SEVGİ SOYSAL


***


Ana, küçük istasyonun kuytu bir köşesine, rüzgârı kesen duvara sırtını verip çömelmişti. Başını da saran kalınca atkısına bürünmüş; ellerini, kollarını da atkının içine almıştı. Saat sabahın beşine yaklaşıyordu; yine de gökteki yıldızlar silinmemişti.

Ananın içi içine sığmıyor, dolu dolu gözlerini, bir yıldızlara kaldırıyor, bir istasyonun arkasından gecekondulara uzanan yola çeviriyor, bir trenin geleceği yöne dikiyordu. 

İstasyon memuru, elinde fener, hatboyuna çıktı, makasa doğru yürümeye başladı. Her sabah ilk gelen bu banliyö katarını kör hatta alır, bir buçuk saat beklettikten sonra gerisin geriye yol verirdi. Katar, bu saatte fabrikalardaki gece vardiyası işçilerini getirir; istasyonlarda indire indire buraya ulaşır; sonra da gündüz vardiyasına girecekleri, toparlaya toparlaya döner giderdi

Bu istasyon son duraktı.

(SAMİM KOCAGÖZ - Gecenin Soluğu, 1980)







Merhaba!