25 Aralık 2022 Pazar

SEÇİM SANATÇININ

 


HACER FOGGO

   Siz hiç yoksul oldunuz mu?

   Ailecek aç yattığınız geceler, evi ısıtamadığınız için mobilya yaktığınız günler, bebeğinize mama alamadığınız için şekerli su içirdiğiniz öğünler oldu mu?

   Dipsiz bir yoksulluk sarmalında yaşayan insanlar var Türkiye'de.

   Derin Yoksulluk Ağı kurucusu Hacer Foggo'nun yeni kitabı Askıda Hayatlar (Doğan Kitap) siyasetin, yöneticilerin, toplumun görmeyi reddettiği bir kesime yani yoksullara ışık tutuyor.  

 "İnşaat şirketleri bütün ülkeyi rezidanslarla, alışveriş merkezleriyle, HES'lerle kuşatmış durumdalar. Ülkenin tarihi, kültürel ve doğal zenginlikleri yok edildi, okullar ve hastaneler, kamusal alanlar, sinemalar, sahiller, yaylalar, parklar ve yeşil alanlar ranta açılarak kamunun elinden alınarak özelleştirildi."
   Büyük rantlar büyük yoksulluklar getirir. 
   Yoksulları yok sayan, içinde yaşadıkları imkansızlıkları hor gören, onları aşağılayan vahşi bir sistemin içindeyiz hepimiz.
   (...)
   Foggo özellikle kadın ve çocuk yoksulluğunun derinleştiğine işaret ediyor:
   "Elektrikten tasarruf etmek için çamaşırı elde yıkayanlar, eti, tavuğu, peyniri lüks gıda tüketimi olarak almayanlar, kadın pedi yerine atlet, kumaş parçaları kullananlar, çocuk bezi yerine poşet kullanıp çocuğu erken aylarda tuvalet eğitimine zorlayanlar, çocuğa beslenme koyamadığında okula göndermeyenler, bebeği mama yerine hazır çorbaya alıştırmaya çalışanlar, evin bir odasında lamba açıp aynı odadaki sobanın etrafında akşamları toplanıp orada uyuyanlar, doğalgazı yakmadan battaniye, mont ile günü geçirenler, pazar artıklarını, market önlerinde atılanları toplayanlar, her gün askıda ekmek için fırın önlerinde belli saatleri bekleyenler, temiz su yerine musluk suyunu içme suyu olarak kullananlar, çocuklarına, eşlerine "tokum" diyerek yemek yemeyenler, uzak yerlere, alışverişe, kaymakamlık kapılarına, hastanelere yürüyerek gidenler, sosyal yardımları kesildiğinde azarlanıp terslenseler de o kapıda beklemeyi sürdürenler var."
   
   Türkiye'nin, soğukta, açlıkta, derin bir umutsuzlukta, özetle hayatları askıda yaşayan insanların giderek arttığı akut bir yoksulluk sorunu var. Hacer Foggo, kitabında sorunu ve çözümü en iyi şekilde özetlemiş:

   "Derin yoksulluk, "Kimse bizi fark etmez, kimse bizi görmez" diye yakınanların yoksulluğudur. Hak temelli yaklaşım, yoksulluk deneyimleyen insanların "ihtiyaç sahibi" değil, "hak sahibi" insanlar olduğunu savunur.

   Türkiye'de yoksulluk sorunu bir insan hakları sorunudur ve ancak bu temel üstünden yürütülen siyasetle çözülebilir.

   (ELÇİN POYRAZLAR - Cumhuriyet Gazetesi) 
    

***



ÖNER YAĞCI


 İnsanlık tarihi, düşünen, düşündükleri doğrultusunda yaratan, toplumun ve dünyasının dertlerini dert edinen sanatçılarla toplumlara ve dünyaya dert salanlar arasındaki savaşımın da tarihidir.
 Sanatçı içinde yaşadığı toplumun ürünüdür. Sanatı, sanatçıyı yaratan koşullar, içinde bulunduğu toplumun koşullarıdır. Toplumdaki değişim istekleri ve değişimler, sanatçıyı da değişime zorlar. Öte yandan toplumları değişime zorlayan da sanatçılardır. 
   (...)
  Düşüncenin çeşitli yollarla aktarımında, içinde bulunulan dünyanın ve bu dünyada yaşayan insanların sorunlarından yola çıkan sanatçılar, bu sorunları yaratanların çeşitli engelleriyle karşılaşır.
  Her sanat, kendi çağının, çağındaki yaşama biçiminin izlerini taşır. Her çağ, kendi sanatının niteliğini belirler. Her çağın içindeki yeni arayışlar, her sanat için de geçerlidir.
  Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni'nin devlet güçlerinden paraya, silaha, medyaya, markaya kadar tüm araçlarıyla insanlığın her şeyini tükettiği koşulları yaşıyoruz bugün. Varlığını insanların sömürülmesine dayamış olan bu vahşi düzen, insanlığın bilimsel, teknolojik kazanımlarını, kültürünü özgür, demokratik, adaletli bir yaşama dönüştürmesini engelliyor. 
   Bu "yalan, korku ve baskı düzeni"nin geliştirdiği "tüketim kültürü" insanlığı tutsak alıyor. 
  Bir insanlık sevdası olan, özgürlük ve ölümsüzlük arayışının çağlar boyunca getirdiklerinin geleceğe taşınmasının en önemli aracı olan sanat, tarihinin en büyük engeliyle karşı karşıya bugün.
   Bu koşullara teslim olmak sanata ve sanatçıya yakışmaz.
 Yaşadığı dünyanın haksızlıklarına, adaletsizliklerine, yoksunluklarına, eşitsizliklerine karşı olmak sanatın, sanatçıların görevidir. Bu has görev, sanatın onurunu koruma, toplumun öfkesinin vicdanının çığlığı olma sorumluluğunu yükler sanatçılara. 
  Günümüzde yalanın, tüketimin, magazinleşmenin, korkunun, metalaşmanın, tekelleşmenin, bellek yitiminin yoğun saldırısıyla karşı karşıya bulunan sanatın, sanatçının görevi, kendisini ve yaşamı savunmaktır.
  Sanat, sanatçı, varlığını sürdürmek için, bu yalan ve korku düzeninin politikalarına karşı gerçek bir "siper" olmak, gerçek bir "duvar" oluşturmak zorundadır ki bu da sanatın, sanatçının "politikadan etkilenen" olmaktan çıkıp "politikayı belirleyen" bir düzeye yükselmesiyle olanaklıdır.
  Yaşadığı dünyanın ve toplumun ürünü olan, aynı zamanda dünyayı ve toplumu değiştirme kaygısı taşıyıp insanlığın sorunlarını dert edinen sanatçı, insanlığın başına bela olan düzenlere karşı olmak zorundadır.
  Yaşamı savunan sanatçıların sanatı politikayla iç içe olmak zorundadır.
 Sanatçı kimliğiyle politikaya müdahale etmek, sanatsal ürünüyle politik gerçeklerin savunulmasını üstlenmek sanatçının görevidir.
  İster istemez "politikanın içinde" olan sanatçı bir seçme yapmak zorundadır.
  Ya bu düzene boyun eğen, dolayısıyla dayatılan politik gerçekliği kabullenen bir sanat ve sanatçı: Ki örneği çok.
  Ya da başkaldıran bir sanat ve sanatçı: Ki gereksinmemiz bu.
  Bu ikisinin arasında bir yol yoktur ve seçim sanatçınındır. 

  (ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Gazetesi)


***



ÖZDEMİR İNCE


   Tehdit edilen yaşam karşısında gerçek şair insan, vatandaş ve şair olarak ne yapabilir, ne yapmalı?

   Şu anda şöyle düşünüyorum: ilkin bu kapanı fark edecek kadar zeki ve duyarlı olmalı. Sonra asla teslim olmamalı. Pısmamalı. Gerekiyorsa şiiri bırakıp mekkârelik yapmalı. Ama asla Ortaçağ karanlığına teslim olmamalı. Karanlığı görecek ama karanlıkta da görmeli. 
   Her zaman olduğu gibi. Şairlerin artık sultan, vezir, paşa, prens, derebey gibi mesenleri (le mécénat, le mécéne, koruyucu, sponsor) yok, aileden zenginlerin dışında tamamı emekçi. Akılları varsa yoksuldan, ezilenden yana olurlar.

   (ÖZDEMİR İNCE - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)


***


   Mağrur, azın kıymetini bilen, çokta gözü olmayan, saygıyı ve nezaketi yüreğine mıh gibi çakan ve bu yüzden bu neoliberal ve bireyci toplumda var olamayan insanları yaşama savaşımı...
   Dünün de bugünün de yarının da kavgası adalet. Er ya da geç kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağını umut eden insanların yazgısının anlatımı...
    Ve öykülerim bu kavgada, kısa çöpü çekeni anlatan, omuz veren tarafta.

    (MEHMET S. AMAN - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)







Merhaba!

18 Aralık 2022 Pazar

BÜYÜK İNSANLIK !



"Gecenin ardından nasıl gün doğuyorsa, adaletsizlik de bir gün son bulacaktır.
Zorbalığın ölümünü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da..."


NECİB MAHFUZ


***


İnsansız adalet olmaz

Adaletsiz insan olur mu?

Olur, olmaz olur mu!

Ama olmaz olsun.



ÖZDEMİR ASAF


***


   Bir insan önünde bir haksızlık çığırı açtı mı, 
eş zamanda bir mahvolma çığırı da açmış olur, 
bir süre sonra ilk yol ikincisiyle birleşir.

FRANÇOIS-RENÉ DE CHATEAUBRIAND
(Mezar Ötesinden Hatıralar)


***




   (...) Nazilerin savaşı kaybetmesiyle gerçekte ırkçı egemen ideolojiler ortadan kalkmış mı oldu? Yanıt doğal olarak "Hayır" dır!
   Düşünebiliyor musunuz birkaç gün önce Ukraynalı mülteciler Avrupa'ya yönelince 'tıpkı bize benziyorlar, sarı saçlı, beyaz tenli, renkli gözlü; Suriyeli ve Afganlı mültecileri kastederek öbürleri gibi değiller' dediler.
   Evet, Naziler savaşı kaybetti fakat gerçekten Nazi ideolojisi/zihniyeti savaşı kaybetti mi? Bitmeyen işte budur!..

   (CAHİT ASLAN - Cumhuriyet Kitap)


***


"Barbar olmak, diğer kültürleri barbarlık olarak düşünmek ve tanımlamakla başlar."


CLAUDE LÉVI-STRAUSS


   
   


Merhaba!

11 Aralık 2022 Pazar

SANATÇIYA VERİLEN DEĞER

 



   soL'un Notu: Orhan Kemal eşiyle birlikte 1969 yılının Ağustos'unda Sovyetler Birliği'nin davetlisi olarak Moskova'ya gider. Fikret Otyam'ın Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı haberde şunlar dile getirilir: "Tanınmış Türk yazarı Orhan Kemal eşi refakatinde Moskova'ya gelmiş ve tedavi edilmek üzere önceki gün hastaneye yatırılmıştır. Uzun zamandan beri kist dermoid, tüberküloz ve kalbinden rahatsız olan ünlü roman ve hikaye yazarı Orhan Kemal buraya geldiği ilk günün gecesi önemli bir kanama geçirmiş, davetlisi olduğu Sovyet Yazarlar Birliği, yazarı ertesi gün yazarlar hastanesine kaldırılmıştır."

   Sovyet doktorların tavsiyesine uymayıp tedavisinden birkaç gün sonra Türkiye'ye dönen Orhan Kemal ile Doğan Hızlan, Sovyetler Birliği'ndeki gündelik yaşama dair aşağıdaki röportajı gerçekleştirir. 

  Orhan Kemal'in ölümünden bir ay sonra yayımlanan söyleşi, Yeni Edebiyat dergisinin Temmuz 1970 tarihli 9. sayısından aktarılmıştır. 

    Halkın sanatçıyla olan bağları orada nasıl bir durumda?

  Dillerini bilmediğim için genel yargılardan kaçınmak zorundayım. Yalnız, başımdan geçen olaylardan birkaçını anlatmakla bilmem sorunuzu gereğince yanıtlayabilecek miyim?
  
   Mihmandar ve tercümanımız Bayan Vera İvanova ve eşimle birlikte Çekhof müzesini gezmeye gitmiştik. Daha önce, ziyaretçilerin kimliklerinin bir deftere kaydedilmesi usuldenmiş. Bayan Vera benim adımı da yazdı. Yazılana bakmakta olan yaşlı bayanın birden dikkat kesildiğini gördüm. Tercümanımıza bir şeyler sordu. O da herhalde gerekli karşılığı vermiş olacak ki, yaşlı bayanın yerinden heyecanla kalktığını gördüm. Elimi sıktı. Tercümanımızın anlattığına göre, SUÇLU ve başka romanlarımı Rusça çevirilerinden okumuş. Bir anda müzeye yayıldı bu. İlgi hemen arttı ve deftere Orhan Kemal olarak Çekhof üzerine bir şeyler yazmam istendi. Müzeyi gezip dolaştıktan sonra istenen birkaç satırı yazdım. Bir de, kaldığım hastahanenin temizlik işlerine bakan, hatta yerleri paspas eden bir kadının, tercümanımıza benden söz etmesi. "- Ben onun romanlarını okudum..." demesi. Bu iki örnek, yabancı bir yazara karşı gösterilen ilginin derecesini anlatmaya yeter sanırım. 

   Haydi buna bir de aydın kişinin, hem de bir yazarın dediklerini ekleyeyim: Kaldığımız Pekin oteline gelip benimle konuşan yaşlı bir Ukrayna yazarı aynen şunları söyledi: "- Sizi tanımıyordum. Dergim için sizinle konuşma yapmadan önce, dilimize çevrilmiş eserlerinizi görmek istedim. Kitabevlerine başvurdum. Yapılan çeviriler tamamen satılmış. Birer nüsha olsun bulmak kabil olmadı. Okuma odalarına gittim. Orada da bulamadım. Çünkü kitaplarınız okuyucular tarafından alınmış. Hem de her kitabın daha sonraki talipleri kuyruk olmuşlardı. Yani adlarını yazdıranların kuyruğu..."

   Nasıl şaşırdığımı, kuşkusuz, nasıl sevindiğimi kestirebilirsiniz.  

   Orada Yazarlar Birliği'nin görevi, ödevi ve taşıdığı fonksiyonu kısaca anlatır mısınız?

  Sovyet Yazarlar Birliği devletin teminatı altında bir kurum. Maddî bakımdan çok zengin, birçok imkânlara sahip. Yazarları sadece korumak değil, öyle sanıyorum ki sağlık durumları, maddî ihtiyaçlarıyla da ilgileniyor. Bu kurum, dünyanın çeşitli ülkelerinden çeşitli yazarı, sanatçıyı davet edip, yediriyor, içiriyor, barındırıyor ve yazarların ülkeleriyle yakınlıklar kurulmasına çalışıyor. Yalnız bu kadarıyla bile işin önemi meydanda. Bana, benden önce giden arkadaşlarıma karşı da aynı ilgiyi göstermiş. Bununla, halklar arasındaki yakınlaşmayı sağlamaya çalışıyor ki, faydası meydanda. Şunu ekliyeyim, yabancı bir yazar olduğum halde, benim bile hastalığımla yakından ilgilendiler. En aşağı üç, hatta beş, altı ay orada kalmamı, tedavi, sonra da nekahet devrimi orada geçirmemi ısrarla istediler. Bir yandan fazla kalamadım. Çünkü ancak bu kadarcık bir zaman için İstanbul'dan ayrılmıştım. Okullar açılacaktı, çocukların çeşitli okul ihtiyaçları, yaklaşan kış için odun, kömür temini...

   (soL Haber)       







   Ne yazık ki bu ülkenin Neşet Ertaş türküleriyle, Yaşar Kemal romanlarıyla, Aziz Nesin mizahıyla büyümemiş, Nâzım Hikmet'in şiirleriyle âşık olmamış, Attilâ İlhan şiirleriyle yürümemiş, Zülfü Livaneli besteleriyle coşmamış milyonlarca insanı var.

   (NEBİL ÖZGENTÜRK - Türkiye'nin Linç Tarihi)






Merhaba!

4 Aralık 2022 Pazar

DİL ÜZERİNE

 

"Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır."


LUDWIG WITTGENSTEIN
(Fotoğraf: Leemage-imago)


***


   "İşin gerçeği, anadilimiz yurdumuzdur. Yurdumuzun üzerinde yaşamamız gereken mutluluğun belirleyicisi anadilimizdir. O nedenle anadilimizi öğrenmek, onu yabancı etkilerden korumak en önemli görevimizdir. Daha doğrusu yurtseverliğimizin belirleyici ölçütüdür..." Sizin sözleriniz. Devamında ne söylersiniz?

  Dili salt bir iletişim, bir anlaşma aracı olarak görmemek gerek. Dil, düşüncenin belirleyicisidir, kimliktir, aidiyettir, soluklanmadır, yaşama tutunmanın temel öğesidir, duygu ve duyarlığın penceresidir.
   Dilini bilmeyen düşünemez, soru soramaz, sürünün parçası olur, birilerince yönetilmeye hazır bir kimlik taşır. 

   (AHMET ÖZER - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)


***


   En sevdiğim gücümüz... Dil harika bir şey. İnsanın gönlünü çelen destan bence. Gürül gürül doğa kokan bir dilimiz var. Türkçeyi çok ampirik buluyorum. "Dış dünyanın ayırdında olanların dili," diyorum ben. Salonlarda, araştırma laboratuvarlarında, yüksek ve penceresiz binalarda olmayacak bir özgürlüğü, bir doğaya uyumu var.
   Dilimi aşkla seviyorum... Müzik gibi, resim gibi, ılık rüzgâr gibi bir dildir Türkçe...

   (AYLA KUTLU - Söyleşi: GÜLSEREN ENGİN / Cumhuriyet Kitap) 


***


   Şiir, öykü, roman, deneme vb. edebiyat yapıtı kendisini önce dilde koyar ortaya. Konu-izlek, kurgu, biçim, şu bu hep dilden sonra. Çünkü edebiyatın yapı taşı olan dilde gerekli olgunluğa varmamış yazar, ne yaparsa yapsın eksikliğini örtemez; dil, şair-yazarın Aşil topuğudur, yapıtında turnusol kâğıdı.
   Anadili, okuma fişi, seri milli piyango bileti, gazoz kapağı falan değildir. Başta dil reddeder bunu. Demem o ki, ustalık akla gelen ilk sözcüğü metne eklemenin ötesinde arayıp bulma tutkusu, yerleştirme azmidir. O halde ustalık "çırak kalmak" tadır hep.
    (...)
   Zaten kulağımızdaki küpe ne diyor; bir yazar yaşam boyu hep "dil çırağı" kalabilmeli, eğer usta yazar olmaya niyetliyse!

    (M. SADIK ASLANKARA - Cumhuriyet Kitap)





Merhaba! 

27 Kasım 2022 Pazar

SANATLARIN EN ZORU

 


EMİN ÖZDEMİR


   Emin Özdemir Eleştirel Okuma adlı kitabında, "Çağdaş insan okuyan, okudukları üzerinde düşünen, kendini sürekli yenileyendir" deyip okuryazarlıktan okurluğa giden yolu gösteriyor ve okumanın yaşamımızdaki yerine, önemine dikkat çekiyor:

   "Okuma, yaşamımızın belirli bir aşamasında ya da çağında başlayıp biten bir etkinlik değildir. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ya da yaşlılık döneminde de yaşamımızda yer alır. Daha doğrusu yeme, içme, soluma gibi yaşamsal bir edim niteliğini kazanır."

   Okuyarak özgürleşir insan. Bilgisizliği, önyargıyı, bağnazlığı, hoşgörüsüzlüğü ve kör inançları yenecek olan tek güç okumaktır. Kolay iş sanılmasın. Goethe boşuna dememiş: "Sanatların en zoru okuma sanatıdır."

   (ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Gazetesi)


***


"Bazıları yazdıklarıyla övünebilir, bense okuduklarımla gurur duyuyorum."

(J. LUIS BORGES)






Merhaba!

20 Kasım 2022 Pazar

İNSANLIĞIN KURTULUŞU

 


Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.

(NÂZIM HİKMET)


***


"Düşüncemizin arkeolojisinin de rahatlıkla gösterdiği gibi, insan, yakın tarihli bir buluştur.
Ve belki de sonuna yaklaşıyor."

(MICHAEL FOUCAULT)


***



   "George A. Romero'nun aptallaşmış, beceriksiz ve dışarıdan yönetilen yaşayan ölüleri gibi dolanıyoruz dünyada ve malların satılmasına katkıda bulunuyoruz. İnsani ihtiyaçlar ise sadece bu görevle bağdaştıkları oranda göz önüne alınıyor. Ve böylece gitgide kendimizi ruhsuz Avatarlar olarak hissediyoruz; bize sürekli eşsiz başrol oyuncuları olduğumuz anlatılan, ancak senaryosu yine de bizim tarafımızdan yazılmayacak olan bir filmin aktörleri gibi."  Kitaptan..

   Sermayenin Yaşayan Ölüleri'nde (Çeviren: Dilek Çınar / İletişim Yayınları) Raul Zelik, siyaset teorisine ve ekonomi-politik analize tamamen hakim olarak, aynı zamanda bütün dünyaya gözü açık bir ilgiyle ve politik öfkeyle, kapitalizmin insanlığı sürüklediği felaketi mesele ediyor. Yoksulluğun, eşitsizliklerin, aşağılamaların nasıl derinleştiğinin ve ekolojik krizin canlı bir resmini çiziyor. Zelik, gözünü bu "siyasi canavarlara" dikip kalmıyor, şunlar gibi sorularla da ilgileniyor: Felakete gidişten nasıl dönülür? Walter Benjamin'den esinle "insanlığın imdat freni" olarak gördüğü bir devrim, nasıl mümkün olur? Dönüştürücü bir iktidarın kaynağı ne olabilir? Geçmiş sosyalizm deneyimlerinden de ders çıkartan "yeşil bir sosyalizmi" nasıl tasarlayabiliriz? 
   Taze, heyecanlı, hem de soğukkanlı, gerçekçi bir sistem eleştirisi ve alternatif arayışı.

   (Cumhuriyet Kitap)     


***


  "Eğer insan nesli olarak, dünya dediğimiz şu seyyarede hâlâ delirmeden yaşayabiliyorsak bunu gerçeğin tüm hallerini olduğu gibi görüp, kabul etme gücümüze borçluyuz. Yaşam nehri, türlü hallerde akar. Kuru bir pınarın başında durup beklemenin varlığa ihanet olduğunu, kafamızı çevirip bakıversek hemen öteki tarafımızda gürül gürül akan tertemiz, nice kaynaklar bulabileceğimizi bazen unutuyoruz ama unutmamalıyız. Çünkü bu gerçek."

   (AYŞE ÖVÜR / Botter Apartmanı - Remzi Kitabevi)





Merhaba!

13 Kasım 2022 Pazar

ZAMANA DAİR - 3

 

 

"Bütün dünler, yarınları aydınlatan fenerlerdir."

(WILLIAM SHAKESPEARE)


***



"Yüzü geleceğe dönük olarak geçmişi anımsayan kişi, nereye gittiğini çok iyi bilir."

ALAIN
(Émile Auguste Chartier)


***


   (...) Âdet olduğu üzere ayakkabılarını çıkarıp, içeri girdi. Duvar kenarındaki minderlerden birine bağdaş kurdu. Postişte oturan Mevlevi, elini kalbine götürerek Kaan'ı selamladı. Neyzen kamışa üflerken, içeridekiler sakince aşka gelecekleri anı bekliyorlardı. Yola girenler sırayla hu çekerek Arapça, Farsça kökenli eski kelimeleri, seslerini fazla yükseltmeden tekrar ettiler. Yavaş yavaş müziğe rebap, kudüm, bendir katıldı. Yumuşak, baygın sesler titreşerek, zamanın ötesinde, gözle görülemeyen bir mekânsızlık hali yarattılar.
   Kaan, bir sohbetlerinde Mevlevi'ye, "Şimdi ben, İstanbul'un ortasında yüzyıllar öncesine ait çalgılar eşliğinde beynimin dalgalarını değiştirip, kendimi başka bir mekânın boşluğunda hissedebiliyorsam, zaman bir yerden sonra anlamını yitiriyor, eğilip bükülüp kendi boyutunu değiştiriyor," demişti.
   Mevlevi ise, "Zamanın ileriye doğru akmadığını, çember çizerek evreni sardığını, işte bu yüzden gelecek ve geçmişin olmadığını, tek varlık anının sadece şimdi olduğunu, bunun da zamanın mükemmel bilgeliğinin en önemli kanıtı olduğunu," söylemişti.   

  (AYŞE ÖVÜR / Botter Apartmanı - Remzi Kitabevi)


***


"Sen geçmişe tabancayla ateş edersen, gelecek sana topla hücum eder."

(RESUL HAMZATOV)






Merhaba!

6 Kasım 2022 Pazar

ÖNÜNDE SONUNDA

 

   "Sosyalizm, insanlığın baştan beri kazanmış olduğu bilgilerin bütününden doğmuştur. Sosyalist olmak için insanlığın yarattığı bütün düşünce zenginliklerini içine sindirmiş, belleğine işlemiş olmak gerekir."

(VLADIMIR I. LENIN)


***


   Zamanın çok daha ağır aktığı bir çağda, ürettiğimizi bugüne oranla daha adil paylaşarak yaşayıp giderken neredeyse dünyanın büyük bölümünde, her gereksindiğimizi kotarılmış, paketlenmiş, hazır edinir olduk. Gıda da öyle. Giyim de öyle. Barınma, ulaşım, eğlence de öyle. "Üst akıl" neyi, nasıl ve ne zaman istiyorsa... Sanki olağanüstü bir düşünce birliği var.
   "Sizin için her şeyi düşündük; yormayın kendinizi, seçtiklerimiz arasından seçin dilediğinizi... Saatler boyu ara(ştır)makla zaman yitirmeyin. Okuyup yorulmayın, düşünüp heder olmayın, sorular sorup hedef olmayın!"
   İnsanlığın yerkürede var oluşu dikkate alındığında birkaç saniye bile tutmayacak bir zaman aralığında gelindi buralara. Dönemlere, çağlara ad verme merakımızla bu son kısacık dilime de yakıştırmalarımızın ardı arkası kesilmedi. Bugün söylenen yarın eskiyince gelsin yenisi: Teknoloji çağı, otomasyon çağı, iletişim çağı, bilişim çağı, hız çağı... 
   Bir yanda insanın daha iyi, daha mutlu bir ömür sürmesi, dünyanın yaşanabilir koşullarının bozulmaması çabaları; bilim sanat insanlarının uğraşı bu erek doğrultusunda sürüp gidiyor. Bir yanda daha çok kazanma, daha çok kâr, dolayısıyla pazarı "canlı" tutma, ihtiyaç olmayan için ihtiyaçmış algısını yaratma doymazlığı... Yine insanın "bulduğu" sistem ve yönetim anlayışı da her geçen gün daha çok körüklüyor bu doğala ters anlayışı...
   Bir yanda her adım adil bir hayat için olsun çabası, bir yanda gölgesi satılmayan ağaçtan bana ne doymazlığı. Ve neredeyse hangi düşünceye, inanca yaslanırsa yaslansın, sanki değişmeyen kural; bu büyük çatışmanın, kimi parıltılı / ışıltılı anlar dışında, hep kurulu düzenin, haksızlığın değirmenine su taşıması.
   Hayatın seyriyle hiç mi hiç ilgilenmeden / farkında bile olmadan düşüyoruz yola. Sonra gelsin "böyle gelmiş böyle gider" köleliği; "kral öldü yaşasın kralın sunduğu / sağladığı konfor!" Karşı çıkma, ayak direme hallerini bertaraf etmeninse her yolu "mübah" !
   Şimdi sözün burasında, şu son dönem için yeni bir adlandırmayı anımsatalım: Sanırım epey bir zamandır -oysa hepi topu otuz yıl- "algı çağı" ndayız. Önceden de benzer çabalar, bütün toplumu "kandırma" işleri yok muydu? Vardı elbette. Ne ki "sosyal medya" diye adlandırdığımız "yeni" iletişim olanağıyla gereken "algı" yı istenen düzeyde ve en kısa zamanda yaratmak artık çok daha kolay ve etkili. 
   Pek çok eski haberi yeni, önemliyi önemsiz, işe yaramayacak olanı ihtiyaç, sakinliği tehlike, sevgiyi nefret gibi sunup bunları gönüllüce yaygınlaştıracak "köleler" e ulaştırmak yetiyor. Artık önemli olan gerçeğin ne olduğu değil, olup bitenin nasıl algılandığıdır. Kısacası, "Bir şeyin doğru olduğuna inanılıyorsa o şey doğrudur."
   Aslında ortaya konan "Bir mantık zinciri: Rejim(ler) cahil olmamızı istiyor çünkü ne kadar cahil olursak o denli az eleştiririz. Ne denli az eleştirel olursak o denli kolay yönlendiriliriz. Dolayısıyla rejim(ler)in gücünü koruması o denli masrafsız olur."
   
   [Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap (LUIGI BALLERINI'nin Mira Her Şeyi Bilir / ON8 Kitap - Türkçesi: TÜLİN SADIKOĞLU) adlı kitabının tanıtım yazısından.] 


***


"İnsana aykırı dediklerimizi yapanlar da insanlar.
Toplumlar nasıl bir rejimle yönetiliyorsa insanlar da öyle yaşar." 


BEHÇET NECATİGİL






Merhaba!

28 Ekim 2022 Cuma

EVİN ASIL SAHİPLERİ

 


Resim: HALİL DİKMEN




   30 Mayıs Pazar günü (1920 - k. n.) Fransız esirler Gülek'ten Bucak köyüne doğru yürüyüşe geçirildi. Gülek köylüleri orada kaldıkları süre boyunca Fransızların karınlarını doyurmuş, kötü muamelede bulunmamış ama onlardan hoşlanmadıklarını tavırlarıyla hissettirmişti.
  Bu durum Binbaşı Mesnil'in dikkatini çekmişti. Yanında yürüyen Yüzbaşı Journois'ya gözlemlerini aktardı ve ekledi:
   "Türkler misafirperver bir millet değil miydi?"
   Yüzbaşı tereddüt etmeden yanıtladı:
   "Evet, öyleler."
   "Peki, sence bizden neden hoşlanmadılar?"
   "Sanırım Türkler misafirliğe gittikleri eve silahla girmedikleri için olabilir."
  "İyi de bizi buraya davet eden zaten Osmanlı Devleti'nin İstanbul'daki yöneticileri değil miydi?"
   "Onlar evin asıl sahibine haber vermeyi unutmuş olabilirler."

   (MEHMET ULUĞTÜRKAN / Kayıp Sancak - İnkılâp Kitabevi) 


***


   "Ben Cumhuriyetle yaşıtım. Cumhuriyetimiz, 7 büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım Harbi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, 1911-1912 Trablusgarp Harbi, 1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1923 Kurtuluş Savaşı. Kurtuluş Savaşı vatandaştan sadece canını, kanını istememiştir. Atını, arabasını, kağnısını, sabanını, hayvanını, çorabını alarak kazanılmıştır. Türk köylüsünün yanında Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en iyi eğitimlileri geri gelmemiştir. Büyüklüğü, harabeye dönmüş bir memleketten, bitmiş bir ekonomiden, yepyeni ve özgür bir vatan çıkaran Gazi Mustafa Kemal'in başarısında gizlidir."

   (Prof. Dr. İLHAN BAŞGÖZ)







YAŞASIN CUMHURİYET !

23 Ekim 2022 Pazar

DOĞAYA SIRTINI DÖNME, DOĞAYA DÖN!

 

"Doğaya daha yakından bak, o zaman her şeyi daha iyi anlayacaksın."


ALBERT EINSTEIN


***


   "Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarında dağlara yürürken, doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da... İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslardan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok çayın hiçbirinin birbirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de Savrun Çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim." 

   (YAŞAR KEMAL - Fethi Naci'nin 1993 tarihli röportajından)


*** 

   "İnsanın doğaya sırtını dönüşünün öyküsü eskidir ama kapitalizmin yükselişiyle doğaya sırtını dönmenin ötesine geçti, yıkıma girişti doğayı. Daha az dışarı çıkıyor artık. Güneşin şenliğine, gecenin, yıldızların gizemine daha uzak. Bu yüzden kendisiyle ve öteki her şeyle kavga ediyor. Oysa doğa insanın hasmı değil akrabasıdır. Başı sıkışınca başvurabileceği, kendini sorgulayabileceği bir yakınıdır."

   (KÂMİL ERDEM / Yok Yolcu - Sel Yayıncılık)


***



   "Yaradılışın yarattığı ota, ağaca, insana, yani yavrularına verdiği bir sevinç ve mutluluk vardır, onu özlüyorum. İnsanlar doğayı yeniyoruz diye daha büyük bir sevinç ve mutluluk peşine düşmüşlerdi. Kimdir yaradılışı yenen? İnsan beyni mi? O da yaradılışın bir yaratığıdır."

   (HALİKARNAS BALIKÇISI - Mavi Sürgün)



   

Merhaba!

16 Ekim 2022 Pazar

İSTANBUL'UN ŞAİRİ

 

Fotoğraf: ARA GÜLER


   Ara Güler de en çok gözüyle şair. Tabii nasıl ve ne türden şair olunursa olunsun, her şeyden önce ve hep sabır gerekir. Sabır da zamanın şiiridir, şiir halidir. Ya sabır ya sabır! Ara Güler de doğrusu sabır ehlidir, ki bunca görmeye ne göz dayanır ne vakit! Bakmış, görmüş, beklemiş, çekmiş ve onları da 'al gözüm seyreyle' diyerek dünyayla paylaşmış.

   Şair deyişimin bir nedeni de bu. Büyüklenmiyor, kendisini yaratıcı görmüyor, var olanın içinden seçiyor ve sunuyor. Üstelik bunu da abartmadan yapıyor.

  Şiir anlatmaz, her şeyi anlatmaz. Ara'nın fotoğrafları da iyi şiirler gibi çok etkileyicidir ve yine iyi şiirlerin hep okunduğu gibi hep bakılan, hep okunan, boşlukları doldurulan, hatta yeniden yazılan resimlerdir. Fotoğrafla şiir buluşunca ortaya çıkan ve adına ancak siyahbeyaz resimler diyebileceğim yapıtlardır. Böyle olduğu için de Ara, klasik şair tavrı gösterip kıskançlık yapmaz, tam tersine mirası da, başlangıcı da kendisinin olduğu bir sanat yolunda çırak gibi çalışır, işte onun 'foto muhabirliği' dediği budur, yani bir nev'i çıraklık hali. 




   Ara'nın İstanbul'u var, Anadolu'su var, başka coğrafyaları var, ama asıl mekanı insanlar. İnsan yüzleri, bakışları, duruşları. Ara'nın insanları var, Ara'nın mekanı, evi, yurdu, iki gözü insanlar. Edip Cansever, şiiri için 'insan araştırması' diyordu, Ara Güler de bir şair olarak zoru, yani insanı göze alanlardan. Şiir, insanın yalın haliyse, Ara'nın fotoğrafları da, kederiyle, neşesiyle insanın doğal hali.

   (HAYDAR ERGÜLEN / BirGün Gazetesi - 2018)


***



ŞAKİR ECZACIBAŞI


   Ara Güler, gazetecilik ve fotoğrafçılığı sanatçılık mertebesinde birleştirmiş, yaptığı işin kalitesinin de farkında, burnundan kıl aldırmayan biri. Kendisinden takvim yapmak için fotoğraf istemişler, bir tane yollamış. "Birkaç tane yolla da seçelim" demişler, "Siz kim oluyorsunuz da benim fotoğraflarımdan birini seçeceksiniz?" diye diklendiğini anlatırdı! Şakir Eczacıbaşı da sanata meraklı, ama Eczacıbaşı ailesinden, varlıklı, patron. Ara Güler'den bir iş için fotoğraf istemiş. Onun getirdiği fotoğrafları da eleştirmiş! Ara Güler çok sinirlenmiş. "Çok biliyorsan git sen çek!" deyince ne olmuş?

   Şakir Eczacıbaşı hemen gidip bir fotoğraf makinesi almış ve fotoğraf çekmeye başlamış, yıl 1960! Ara Güler'i de saygı ve sevgiyle anıyorum, iyi ki de kızdırmış onu. 

   (YAZGÜLÜ ALDOĞAN / Cumhuriyet Gazetesi - 2020)






Merhaba!


9 Ekim 2022 Pazar

1950'LERDEN BERİ; NEDEN BU YAŞANANLAR?

 

   "Kapitalizmin beşiği olan İngiltere'de köylülerin topraktan zorla çıkarılmaları feodal lordların kapitalist toprak sahibi olarak dönüşmesine izin vermişti. Kapitalist işletmecinin gerek duyduğu esas unsur ücretli işçidir.

   Topraktan koparılan, mülksüzleştirilen köylüler, başka bir şansları olmadığından, ücretli işçi olarak çalışma zorunluluğu ile tanışırlar, böylece sadece tarımda değil, aynı zamanda kentlerde de kapitalist üretim şeklinin gelişmesine yol açılmış olur."

   (Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük / ÇAĞLAR KEYDER, ZAFER YENAL - İletişim Yayınları)


***



   (...) Burjuvazinin bazı kesimlerinde karşılık bulan Avrupalılaşma yanılsaması bir yana, Türkiye gelişmiş bir kapitalist ülke değil. Çevrede yer alan ülkelerde yaşıyoruz ve Amerikan, Avrupa ve Japonya tekelci sermayelerinin egemen olduğu küresel kapitalist sistemle bütünleşmiş durumdayız. Üstelik her ülkede farklı oranda olmakla birlikte, ülkelerimizde köylü nüfus önemli ölçüde varlığını sürdürüyor. Şehirli nüfusun bir kısmının da, proleterleşmekten öte yoksullaştığını, kırsal alanlara da sarkan yarı-köylülerden meydana geldiğini ve şehrin varoşlarında yaşadığını, dolayısıyla modern üretim yollarına büsbütün uyum sağlayamadığını öne sürebiliriz. Bu yüzden hepimiz, çevrede yer alıyoruz. Fakat farklı bir çağın çevre ülkeleriyiz. Türkiye, bu noktada iyi bir örnek. Artık 1950'lerin Çin'inde değiliz; nüfusumuzun da %80'i - %90'ı kırsal bölgelerde yaşamıyor. Artık neredeyse bütün sanayilerden yoksun bir durumda olduğumuzu söyleyemeyiz. Küresel sistemle çok çok daha fazla bütünleşmiş durumdayız. Yalnız ekonomik anlamda gelişmiş kapitalist ülkelerden büyük oranlarda donanım vb. ithal etmekle kalmıyoruz, fakat aynı zamanda bu ülkelerin yaşam biçimlerini, kültürlerini de ithal ediyoruz. Bunun etkileri çok daha derindir.

   (SAMİR AMİN - Söyleşi: Bilim ve Ütopya)


 
***


   (...) Türkiye'de iş bulmak, işleyecek toprak bulmak, bulabilenler için bayram nedenidir, düğün nedenidir. İşte biz bu bayram sevincini, bu bozulmamış, işlenmemiş çalışma aşkını işleyeceğiz. Bu emek gücünü değerlendireceğiz. Çalışanın hakkını almasını sağlayarak, bu gücü daha da hızlandıracağız. Ancak bu yoldan bağımsız bir Türkiye'yi kalkındırabiliriz.

   Diyorum ama, nafile. Konuştuğum insana bakıyorum, zengin çocuklarının okuduğu okullarda okumuş, ömrünü Avrupalarda bolluk içinde geçirmiş, aldığı eğitimle Batılılaşmış, Batı'nın üstünlüğünü kabullenmiş bir kişi. Ona kalırsa bizim Batı çizgisine ulaşmamız yüzyıllar ister, o da olanaksız. Kendisi sanki, daha bundan 300 yıl önce Batı'dan ileri bir toplumdan inmiyor. Ama belli ki bütün ömrünü halktan uzakta yaşamış. Bir kez olsun küçük bir kahvede, o emek gücünün örnek halk çocukları, arıları, karıncalarıyla oturup kâğıt oynamamış, şakalaşmamış, onların düşünce, duygu dünyalarının zenginliklerine inememiş. Üstelik de, o gücü yansıtan Sait Faik'leri, Orhan Kemal'leri hep "edebiyat" diye okumuş. 

   (NECATİ CUMALI / Senin İçin Ey Demokrasi - Tekin Yayınevi)


***



(Resim: SÜLEYMAN KARAKUL)



Denizde balık kokusuyla

Döşemelerinde tahtakurularıyla gelir

Haydarpaşa garında bahar

Sepetler ve heybeler

merdivenlerden inip

merdivenlerden çıkıp

merdivenlerde duruyorlar.


(NÂZIM HİKMET)







Merhaba!

2 Ekim 2022 Pazar

KİTABA DAİR


 

 



"Kitap, sadece bir araç değildir. Kitap binlerce, yüzlerce yıl önce yaşamış bir zekâ ile birlikte yaşamaktır."

(ORHAN BURSALI)






   "Unutulmamalıdır ki tarih boyunca suç işlemiş bir kitaba rastlanmamıştır, 
ancak suçluları ortaya çıkaran sayısız kitap mevcuttur."

(BUKET UZUNER)






   "Okumak, insanı megalomanlıktan, narsisizmden, kendi fikirlerine hayranlıktan kurtarır. Alçakgönüllü olmaya, dengeli olmaya, ölçülü olmaya götürür. Megalomaniye yakalanmaya en yatkın kişiler içinde sanatçılarla politikacılar sanırım en başta gelir. Bu virüse karşı en dayanaklılar, en bağışık olanlar ise bilim adamlarıdırlar. Bilim adamları bütün edindikleri bilgiyi başka kitaplara, başkalarının bu alandaki çalışmalarına ve tüm insanlığın bu alandaki birikimine borçlu olduklarını bilirler."

(HALDUN TANER)





(Karikatür: GUADA)



"Kitap, bilginin ve düş gücünün tekerleğidir."


(UMBERTO ECO)






Merhaba!

26 Eylül 2022 Pazartesi

ÇAMURLU YOLLAR

 

   Milli hükümet, Lozan Barış Anlaşması gereğince birincisi 26 Aralık 1923, ikincisi ise 16 Nisan 1924'te olmak üzere iki genel af çıkarmıştır. Bu genel aflar, savaş sonrası dönemin uzlaşma sözleşmeleri olarak da değerlendirilebilir. Fakat milli hükümetin her iki affın dışında ısrarla tuttuğu 150 kişilik bir liste vardır ki listede yer alanlar, ülkeye ancak 1938 yılında, Atatürk'ün ölümünden dört ay önce çıkartılan yeni bir afla dönebilmiştir.
  150'likler listesi, Adliye ve Savunma Bakanlıklarının da yardımıyla İçişleri Bakanlığı'nca hazırlanmıştır. Listede adları bulunanların orada yer alma gerekçeleri Kurtuluş Savaşı'na karşı faaliyette bulunmaları ve vatan hainliğidir.
   (...)
  150'likler arasında yer alan fakat çok daha önceden ülkeyi terk eden iki tane de edebiyatçı vardır. Bunlardan biri Refik Halit Karay diğeri ise Rıza Tevfik Bölükbaşı'dır. 
   Refik Halit 100. sıradadır: Aydede gazetesi sahibi ve Posta Telgraf Müdür-i Umumi esbakı Refik Halit.
  Sahibi olduğu Aydede gazetesinde Milli Mücadele karşıtı yazılar yazan, Mütareke Dönemi posta-telgraf genel müdürü olarak da Milli Mücadelecilerin haberleşmesini engelleyen Refik Halit, Ali Kemal'in linç olayından hemen sonra, 9 Kasım 1922 günü gizlice bindiği bir vapurla İstanbul'dan ayrılmıştır.
   (...)
  Yakup Kadri, 1969 yılında yayımlanan Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'nda Atatürk ile Refik Halit'in ilişkisine yeni bilgiler eklemektedir.
  Mütareke yıllarında üç yıl verem tedavisi gördüğü İsviçre'nin Davos-Platz kasabasından dönen Yakup Kadri, arkadaşı Refik Halit'i Posta, Telgraf ve Telefon Umum Müdürlüğü koltuğunda bulmuştur. Fakat gidip görüşmek içinden gelmemiştir. Refik Halit'in görüşme isteğini ileten mektubuna ise

   "Ben de aynı arzuyu duymaktayım. Fakat seni gidip görmem için birtakım çamurlu yollardan geçmem lazım geliyor. Bunu da bir türlü göze alamıyorum."

   cevabını vermiştir.

   Aynı olay Yahya Kemal tarafından daha keskin ve kırıcı bir ifadeyle aktarılmıştır:

  İlk basımı 1968 yılında yapılan Siyasi ve Edebi Portreler adlı kitabındaki "Acı Bir Hatıra" başlıklı yazısında Yahya Kemal, Yakup Kadri'yle ilgili bir anısını anlatmaktadır. Bu anının esas konusu ise Refik Halit'tir.
  Yahya Kemal, o dönemde İkdam'da yazılar yazan Yakup Kadri'yi ziyaret etmiştir. Yakup Kadri o günkü makalesini yazarken Yahya Kemal de bir köşede oturmuş gazeteleri okumaktadır. Bir aralık Yakup Kadri, Yahya Kemal'e o gün Refik Halit'ten mektup aldığını söyler ve mektubu Yahya Kemal'e uzatır. Mektupta Refik Halit'in Yakup Kadri'ye yönelik barışma dileği yer almaktadır. Mektubun altında ise "Posta ve Telgraf Müdür-i Umumisi, hususi" damgası vardır. Bundan sonrasını Yahya Kemal'den dinleyelim:

   "Yakup Kadri ile Refik Halit eski dosttular. Birbirlerini anlamak için yaratılmıştılar, birbirlerine sonsuz bir hayranlıkları vardı; hareket-i milliye dostluklarına mani oluyordu. Yakup Kadri sırf hareket-i milliyeye olan sadakati sevkiyle bu güzel cevabı veriyordu. Güzel ve asil bir jestti, kendisini bütün gönlümle beğenmiştim."

   Yakup Kadri'nin Refik Halit'in barışma isteğine verdiği cevap ise şöyledir:

   "Beyefendi! Size kadar gelmek için çok pis yollardan geçmek iktiza ediyor, gelemeyeceğim."
   (...)
  Refik Halit'in en yakın arkadaşlarından olan Yakup Kadri, arkadaşından farklı bir siyasi duruşu benimsemiş, başlangıçtan itibaren Milli Mücadele'yi desteklemiştir.

   (CAFER YILDIRIM / Çankaya'nın Işıkları ve Edipler - Kaynak Yayınları)








Merhaba!