29 Temmuz 2018 Pazar

SANATÇININ GÖREVİ




   "Ben hayal etmeye cüret ediyorum ve edeceğim. Her şey bu kadar basit aslında. Ben tarih trenine biniyorum ve her gün işe giden ama hayal etmeye cüret etmeyen, hali olmayan adam yerine ben yapıyorum bu işi. Gerçek sinemacı anarşisttir."



JEAN LUC GODARD









   1921 yılının güzel bir yaz sabahı, denizden esen serin rüzgâr şehrin pis havasını temizlemiş Kalküta'da hayat yeniden başlamıştı. Bu sırada Bengal'in yetiştirdiği büyük şair Dr. Rabindranath Tagore, evinde salonun bir köşesine çekilmiş dikkatli şekilde bir şeyler yazıyordu. Aniden kapı açıldı, romantik bir şair ve asiye benzeyen bir genç adam içeri girerek yaşlı başlı şairi saygıyla selamladı. Tagore bu yakışıklı genci tanıyordu. Ancak sabahın erken saatinde gelmesini garipsemişti.
   "Merhaba... Hayrola?" diye sordu. Gizli bir başarının verdiği hafif tebessümle yüzü gölgelenmiş bulunan genç adam, Nobel ödüllü büyük insana, "Seni öldürmeye geldim" dedikten sonra yazmış olduğu son şiirini okumaya başladı. Tagore bu jeste cevap olarak gülümsedikten sonra genç adamın okumaya başladığı şiiri dinlemeye koyuldu.


Ben evsiz barksızların ızdırabıyım
Ben kırılmış bir kalbin şiddetli elemiyim
Ben terkedilmiş bir sevgilinin yanan ızdırabı ve delisiyim
Ben bu sefil dünyayı kolaylıkla ve güç sarf etmeden kökünden sökeceğim
Barış ve mutlulukla dolu yeni bir kâinat yaratacağım



   Şiir, duyuş ve stil olarak cesurane bir yenilikteydi. İhtişamının zirvesinde bulunmasına rağmen Tagore dahi bu şiiri dinlerken vecd içinde kendinden geçti. "Evet, Kazi" dedi. "Beni öldüreceksin. Yeni şiirini duyunca kalbimi kaybettim."
   Genç şaiir o sıralarda hayatının 22. baharında olan Kazi Nazrul İslam'dı. (Dr. CÜNEYT AKALIN - Aydınlık Kitap)




RABINDRANATH TAGORE ve KAZI NAZRUL ISLAM








   "Yazarın ağzını açması, ateş etmesi demektir. Gerçi susabilir de ama ateş etmeyi seçtiğine göre, bu işi aklı başında bir insan gibi yapması, hedeflere nişan alması beklenir ondan. Yoksa bir çocuk gibi, çatpatlarla oyalanması, gözlerini yumup kurşun sıkması değil."


JEAN PAUL SARTRE












Merhaba!












22 Temmuz 2018 Pazar

ANTHROPOCENE: İNSAN ÇAĞI







  Yeni bir bilimsel araştırmaya göre 7.6 milyar insan, yeryüzünde yaşayan bütün canlıların yüzde 0.01'ini  oluşturuyor. Ancak buna rağmen ortaya çıktığı ilk günden beri insanlık, gezegendeki vahşi hayvanların yüzde 83'ünün, bitkilerin ise yarısının yok olmasına yol açtı. 
   'Proceedings of the National Academy of Sciences' adlı dergide yayımlanan araştırmaya göre insanlar, yeryüzünün sanılandan çok daha küçük bir kısmını oluşturmasına karşın canlıların yok olmasına sebep oluyor...
  Bazı bilim insanları yeryüzünün içinde bulunduğu çağı Anthropocene yani İnsan Çağı olarak adlandırıyor... (Cumhuriyet Gazetesi)







ARAL GÖLÜ



   HER YIL 12 MİLYON HEKTAR TOPRAK KAYBOLUYOR

   Asya'da bir zamanlar dünyanın en büyük 4. gölü olan Aral'ı besleyen Emuderya ve Siriderya ırmaklarının Sovyetler Birliği döneminde pamuk tarlalarına akıtılması sonucu göl, 1960'lı yıllardan itibaren kurumaya başladı. 
   Dünyanın en büyük çevre felaketleri arasında gösterilen Aral Gölü'nün çekilmesiyle 54 bin kilometrekare alanda oluşan tuzlu kum, rüzgârla birlikte bölgeyi daha büyük bir çevre felaketiyle karşı karşıya bıraktı.
   Şimdiye dek havzadaki durumun iyileştirilmesi için 5,5 milyar dolar değerinde birçok proje hayata geçirildi ve gölün kuruyan dibinde 350 bin hektarlık alanda ağaçlandırma çalışmaları yürütülüyor... (Aydınlık Gazetesi)
















   1950'lerde plastik ürünler ilk kez gözüktü, insanlık için önemli bir icattı ama sorun ona sahip olanların karakterinde gizliydi. 
   Kısa bir süre içinde plastik her yeri kapladı, tek kullanımlık ürünler piyasanın tacı oldu. Pet şişeler, bardaklar, tabaklar, ambalajlar, naylon torbalar...
   Petrokimya sermayesinin daha 1970'li yıllarda doğada bozulmadan kalan plastiğin nasıl büyük bir soruna yol açacağını gördüğü ancak buna aldırmadığı bugün belgeleniyor. Çünkü plastik sanayi büyük bir kâr getiriyordu. Sadece plastik üreticileri için değil, onların müşterisi olan ve plastik kaplarda halka tüketim malları sunan sermaye için de çok kârlıydı.
   İnsanın uçsuz bucaksızlığı karşısında hayrete düştüğü ve tüketilemez olarak kabul edilen okyanusların ilk kez tükenebilir olduğu gerçeği ile karşılaşıyor insanlık. Sermaye sınıfı 1950'lerden itibaren 9 trilyon kilo civarında plastik üretimine yol açmış ve bunun geri dönüşümü sorunu umurunda olmamış.
   Halen yılda 300 milyon ton civarı plastik üretilmeye devam ediliyor ve her yıl 10 milyon tonu okyanuslara sürükleniyor. 2050'de böyle giderse okyanuslardaki plastiklerin ağırlığının tüm balıkların ağırlığına eşit olacağı söyleniyor... (ERHAN NALÇACI - soL Haber)










İki şey sonsuzdur;
İnsanoğlunun aptallığı ve evren.
Fakat ikincisinden emin değilim.


   
ALBERT EINSTEIN











Merhaba!
   

15 Temmuz 2018 Pazar

OKUMA KEYFİ





    Kâğıda basılan şey değildir kitap. Ondan önce bir fikirdir, bir şiirdir, bir anlatıdır, bir hayattır bir insandır. Bu bapta satıp satmamasının hiçbir önemi yoktur.
   Kitap konusu tekinsiz bir iştir o yüzden, Neyle uğraştığınızı, neye bulaştığınızı iyi bilmeniz, adımlarınızı ona göre atmanız gerekir. Elinize almadan önce içinde aydınlık var mı bakacaksınız. Karanlık olmayacak içinde, yoksa bozulur, okuyanı da bozar. (ORHAN GÖKDEMİR - soL Haber)


  "Eh, o kadar çok roman okursan, olacağı budur!" denilecek olursa, yanıtım ikidir: Hem öyle pek de fazla roman okuyamıyorum ne yazık ki, keşke çok daha fazla okuyabilseydim, hem de roman okumadan dünyayı öğrenirim diyene rastlarsanız, kulak asmayın, "elden ne gelir, bu da böyle bir adem işte" deyip geçin. (MESUT ODMAN - soL Haber)










"Kitap yakmaktan da büyük suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır!"


JOSEPH BRODSKY










"Etrafın seni sıkmaya başladığı zaman kitap oku."


SABAHATTİN ALİ










   Büyük Britanya'da tedavüle yeni çıkan 10 Poundluk banknotun üzerinde 'Emma'nın da yazarı olan Jane Austen'ın resminin altında Gurur ve Önyargı'dan bir alıntı var:

Hiçbir şeyde, okuma gibi bir keyfin olmadığını ilan ediyorum.













Merhaba!



8 Temmuz 2018 Pazar

TEKNOLOJİK ÇÖP, OTOMOBİL ve GERÇEK İHTİYAÇLAR




   Dijitalleşme, her zaman eksik bırakılan gerçek insan ihtiyaçlarından (barınma, eğitim, sağlık, güvenlik ve şehir hakkı başta olmak üzere) kalan alanı dolduran ve ilerleme yanılsaması yaratan binbir çeşit ürünün alıcısını bulmasını sağlayan temel mekanizma olarak tasarlanmaktadır. İşte bu yüzden sağlıksız evlerde oturup, sağlıksız beslenen, sağlık güvencesinden ve çocuklarına gerçek bir eğitim sağlamaktan yoksun hanelerde bu kadar çok teknolojik çöpü büyük bir borç yığını ile yan yana bulabiliriz...
   Sermaye düzeninde teknolojinin iki temel işlevi vardır: İlki üretimde emek oranını düşürerek işsizlik havuzunu beslemek ve böylece ücretlere baskı yapmak, ikincisi kazanılmış ücretin emekçinin kişisel yararı açısından akıl dışı, ancak uzun dönem kârlılıkta sermaye için en akılcı tüketimin sağlanması. (ZAFER ANAYURT - soL Haber)





şişli'de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar
duvarda yağlıboyalar

iki tane otomobil
biri açık biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler 
dolu mutfak, dolu kiler

hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya dineye, ya baloya

hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat








   Totem, ilkel toplumda kalmış değil. Emperyalist-kapitalist sistemin de bir totemi var: Ne kartaldır ne geyik, ne koyun, ne dağ keçisi! Bu sistemin totemi, "araba"dır. Hindistan'da yolların üzerinde salınıp gezen inekler garibimize gidiyor ama, yolları tıkayan otomobil sürülerinden aynı rahatsızlığı duymuyoruz. Bu sistemde kimse ona dokunamaz; "tabu"dur, çünkü imal edilen tüketim modelinin, kutsal piyasanın kralıdır.
   Otomobil, yalnız, tüketim aşkının adı değildir; bu bir üretim hummasıdır. Şimdi kapitalizm, piyasa için üretim yapmıyor, ürettiği malın piyasasını imal ediyor. İşte Büyük Tanrı, tekelci sermaye, Olimpos Dağı'nın tepesinden ellerini uzatarak, otomobilin başına hâleler konduruyor. O anda Küçük Tanrı media; televizyonları, radyoları, gazeteleri, filmleri, duvar afişleri, romanları, hikâyeleri ve diğer araçlarıyla otomobil aşkını kutsuyor.


DOĞU PERİNÇEK







   Şimdi anlaşılıyor mu, Turgut Özal'ın neden "otoyollar demokrasidir, demiryolu komünizmdir" dediği! 
Çünkü demiryolları ve denizyolları aslında cumhuriyettir, otoyollar ise 'pazarın sömürgeleşmesi'!


ATTİLÂ İLHAN









Karikatür: BEHİÇ AK













Merhaba!
   

1 Temmuz 2018 Pazar

İNSAN VE ŞİİR




 ...Okullarda çocuklarımız kafalarına ve kalplerine insanlığı nakşedecek İlyada ve Odysseia'dan, şair Homeros'tan sorumlu tutulursa yozluğun değil insanlığın yaprağı yeşerecektir. Goethe ne demişti, her öğreti az çok puslu ama ağacın yaprağı nasıl da yeşil...
   Tarihin iki büyük evrensel şiiriyle aynı toprakta ayaklarımız! Memleket, bizi biz eden ortak hikâyeler demektir! Üstelik Homeros'u bilen çocuğun ufku açılır, ferahlar yüreği, gözündeki perde dalgalanır, farklı bakar toprağına, hayata. Alabildiğine insandır bu iki büyük şiir...


ONUR CAYMAZ











   Şiirin doğuşu, insanın doğuşudur ya da insanın doğuşu şiirin doğuşudur. Aynı bahçede doğmuşlardır, orada büyüyüp orada kardeşliklerini, yoldaşlıklarını sürdürmüşlerdir. Şiirin insansız, insanın şiirsiz olamayacağı fikri değil, gerçeği ta o zamandandır, ilkten, doğuştan, yaratılıştandır. Bu nedenle de şiir yazmak değil yalnızca, şiir düşüncesi, şiir eylemi, şiirin içinde olmak, şiirle konuşmak, ağlamak, gülmek, sevmek, küsmek, kalkışmak, yatışmak, barışmak doğal ötesidir diyelim, yani o kadar doğal ki, bunu söylemek bile fazla gelir, doğallığına halel getirir. Ama öte yandan, balık tutar gibi şiir avlanmayacağı da bir gerçek. Ne gibi? Tıpkı aşk gibi. Aramak, bulmak, peşinden koşmak ve onu sürekli taze tutmak için çalışmak gerek. Aşk yan gelip yatma yeri değildir! Şiir de öyle. Fidan diker gibi, ağaç yetiştirir, meyve umar, buğday başaklarının altın gibi sararmasını bekler, sonra onları 'büyük insanlığın' en yakını, yoldaşı olan ekmeğe dönüştürür gibi, 'şükür kavuşturana' der, ağzını yaşamın kaynağına dayar ve doya doya içer gibi, işte insanı yaratıcı, üretici, dönüştürücü, eşitlikçi ve paylaşımcı kılan ne varsa hepsi gibi...


HAYDAR ERGÜLEN










  'Dağlarca benim için; şiirin Pisagor'udur!' Pythagoras'ın okuluna kabul edilen öğrenci ilk 5 yıl sadece 'susmayı' öğrenirmiş, ben 15 yıl sustum. Dinledim. Ama ne kadar susarsam susayım, Doğan Hızlan'ın 'tek başına okul' dediği Dağlarca'nın okuluna öğrenci olarak kabul edilmeyeceğimi biliyordum. Bu yüzden o okula 'müstahdem' olarak girdim. Adanmış bir hayat da diyebiliriz bir bakıma. Abartmadan söylüyorum bunu kimse yanlış anlamasın. Merak duygusu belki de daha derinlerdeki duygum. Dağlarca gibi bir 'Şiir Devi'nin laboratuvarlarının gizlendiği şatonun, blok taşlarla ve yüksek duvarlarla örülü bahçesine atlamak ancak bir şairi ve şiirini merak etmekle mümkün olabilir. Sevgi, saygı ve korkudan örülü bir 'merak' sözünü ettiğim. (AHMET ERTAN MISIRLI)

     
AHMET ERTAN MISIRLI - FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA 










Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır uyanan çocuk önünde.
Başaklar birbirlerine eğilip "İşte, ışık, ışık, ışık!" dedikleri 
ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır
 barış.



YANNİS RİTSOS
(Çevirenler: İoanna Kuçuradi - Özdemir İnce)





   1965 ya da 1966 yıllarından birindeydi, Kemal Özer'den bir mektup aldım. Paris'teydim. Attila Tokatlı ona bir Yunan ozanından söz etmiş, adı Yannis Ritsos'muş. Bu ozanın, Aragon'un yönettiği Lettres Françaises dergisinde birkaç yıl önce uzun bir şiiri yayımlanmış. Şiirin yayımlandığı sayıyı bulup kendisine göndermemi, şiiri çevirtip Şiir Sanatı dergisinde yayımlayacağını yazıyordu.
   Bir Fransız arkadaşımla birlikte derginin yönetim yerine gittik. Eski sayı ciltlerini taradık, sözü edilen şiiri bulduk. Ama görevliler o sayıdan ellerinde iki nüsha kaldığını, bu nedenle dergiyi veremeyeceklerini söylüyorlardı. O sıralarda fotokopi işleri bu denli yaygın mıydı? Anımsamıyorum. Dergiyi almak için direttik. Sonunda "Verilmesine ancak Monsieur Aragon karar verebilir," dediler. Şanslı bir günümmüş anlaşılan, Aragon'un yanında kimse yokmuş, beni kabul etti. Aragon'un odasına girerken heyecandan dizlerim titriyordu. Aragon, bana:
   "Bu sayıyı neden bu kadar ısrarla istiyorsunuz delikanlı?" diye sordu.
   "İçinde bir şiir var," dedim, "bizim dile çevirip bir dergide yayımlayacağız."
   "Hangi şiiri, hangi dilde?"
   "Yannis Ritsos'un şiirini, Türkiye'de."
   Aragon'un yüzündeki şaşkın mutluluğu anlatamam. Aragon, beni içeri getiren kişiye: "O dergiyi bu delikanlıya verin," dedi, en iyi böyle bir işe yarayabilir." (ÖZDEMİR İNCE)



YANNİS RİTSOS - ÖZDEMİR İNCE













Merhaba!