25 Şubat 2023 Cumartesi

NE KADAR ÇOK ÖLDÜK YAŞAMAK İÇİN

 

Kuşağım, acılı kuşağım
Acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak
Kimselere nasip olmadı.
Bize düştü tarih ırmağının önünü açmak
Gülsün diye geleceğin çocukları.
Kuşağım, acılı kuşağım
Biz sınadık üstümüzde, yiğitliğin ve tedirginliğin
Bütün urbalarını.

Ağlıyorum şimdi bir tabutun önünde
Biraz sonra eve gidip şiir yazacağım
Yaşamın güzelliği üstüne.
Can çekişirkenki çığlıkları bir insanın
Karışıyor, yeni doğmuş bir bebeğin
İlk çıkardığı o sese.
Kuşağım, acılı kuşağım
Yolumuz aynı anda düşüyor
Mezarlıklara ve doğumevlerine.

-Masanın üstünde kuruyor ekmek
Duvara asılı saz öylece kaldı
Bir şiir çıktı ceketinin cebinden
Oysa hiç bilmezdik şiir yazdığını.
Bu resim mi? Memleketinde bıraktığı o kızın resmi
Ara sıra söz ederdi bana ondan
Azıcık şarap filan içince;
Sonra uzun uzun susardı.
Ölüsünü polisler sakladı.
Bu çiçeği onun için aldım, koymak için mezarına
Bulabilirsem gömüldüğü yeri.
Üç beş kitabı var burada, bir takım da elbisesi.
Sonra bir de bu sazı var.
Ve üstünde dişlerinin izi duran ekmek.
Bugünkü gazetelerde bir de resmi var
(Gülümsemiş o resimde, niye gülümsediyse
Başka bir resmi de yoktu verecek).
Ve resim altında bir yazı:
"Anısı biz var oldukça sürecek!"
                                Arkadaşları.

Kuşağım, acılı kuşağım...
Kuşağım, deyince bir çiçek
Yoluyor, yoluyor yapraklarını.


AHMET ERHAN


***


   ... Acıyı uzaktan görerek duymak, anlamak çok mümkün değil. Kalbimin derinliklerinde hissetsem de yıkıntıların ağırlığını, acıyı haykırmanın hakkım olmadığına inandım. Yazamam, anlatamam olanları şimdi, öyle uzaktan, dedim. 'Çığlık atsam?' diye düşündüm. 'İçimde isimler olsa çığlığımın. Bir işe yarasam.' Böyle geçti aklımdan. Sözcükler dağılmıştı, Bir araya gelmeyi bekliyordu zihnimde. 'İnsanlar gibi sözcükler' dedim. Birleşince anlatacaklar her şeyi.
  Sonra bir sabah, çığlığımı bıraktım şimdinin karanlık boşluğuna, kuyularına: "Dünyanın bütün vinç operatörleri birleşin!" diye bağırdım.
  Hiç tanımadığım Eylem'in babası haykırıyordu günlerdir Hatay'da. Kızını o enkazdan kurtaracak bir vinç için. "Umudum kahır" diyordu beklerken.
   'Kuşağım, acılı kuşağım' demişti Ahmet Erhan bir şiirinde. Acılı olmayan bir kuşak yok ki benim doğduğum ülkede. Eylem benim kuşağım; babası annemin, babamın. "Ne kadar çok öldük yaşamak için." Bunun başka bir yolu yok mu?
   Kulağımda "hesap soracağız" haykırışlarıyla büyüdüm ben, yaşıtlarım gibi.
  Gür sesleriyle birleşen o kararlı duruşlarına öyle inandık ki bizi büyütenlerin, öfkeli yumrukları bizi sonsuza kadar koruyacak sandık. Bir de belki uzaklaştık büyürken parçası olduğumuz o ağırlıktan. Kaçtık.. Bir çocuğun kaldırabileceğinden çok daha büyük bir öfkenin, acının, gözyaşının içine doğan çocuklardık. Biz de soramadık o hesapları.
   
   Yıllar sonra, sanki bir şeyler anlatmak ister gibi, ısrarla kendine çağırıyor beni Sevgi Soysal'ın romanı; Yenişehir'de Bir Öğle Vakti. İlk baskısı 1973'te yapılmış romanın kapağını açtım Hatay'da geçirdiğim güzel günlerimi düşünürken. "Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu.." Böyle başlıyordu Yenişehir'de Bir Öğle Vakti.
   Sevgi Soysal'ın Yenişehir'inde, bir öyle vaktinde devrilen o kavak ağacı, kökleri çürüdüğü için yıkılan bir sistemin metaforuydu. Yıllar öncesinin Türkiye'sinden bugüne, katmerlenerek büyüyen çürümüşlük içinde bütün kavak ağaçları devrildi devriliyor..

   (SEMİHA DURAK - BirGün Gazetesi)





Merhaba!

19 Şubat 2023 Pazar

TSUNAMİ SÜRÜYOR

 

  Halka sevgilim diye seslenen bir şair var. Adı Behçet Aysan. Sivas'ta Madımak'ta ateşler içinde can verdi. Sesler ve Küller şiirinde hep aynı kitabı okuduğumuzdan bahseder. Kitabın adı Acılarbilgisi'dir. (SERKAN ÖNGEL - BirGün Gazetesi)



iner şafağın alacasında
karıncalar ordusu
şehre
kenar
mahallelerden
yürüyerek
ve trenlerle.

su satan çocuklarıyla
kapılarında vagonların

çamaşırcı 
kadınlarıyla
iner
şehre
sincandan
iner mamaktan

(...)

yok başka bir cehennem
yaşıyorsun işte

(...)

bilirim
döne döne
yıllar yılı
aynı
kitabı okur

adı acılarbilgisi

adı acılarbilgisi

acılarbilgisi.





   "Çok şükür yaşıyoruz diyemiyorum ne yazık ki. Yine de 'iyi ki yaşıyoruz' yaşamanın bir suç olduğu zamanda diyorum. Çok ağır bir yükü de taşıdığımı düşünemiyorum; yalnızca duyumsuyorum bunu. Yaşıyorsak bir anlamı olmalı yaşamanın, bir işlevi. Tsunami sürüyor..."

  Tsunami adlı öykü kitabınızın ikinci baskısı yayımlandı. Öykü kitaplarınız arasında şiirselliğe en çok yer verdiğiniz bu kitabın en önemli bir özelliği de ilk ve uzun öykü olan "Tsunami"nin Sivas Katliamı'nı anlatması...
   Orada bulunup da sağ kalan az kişiden birisiniz. Ağır yanıklarla yoğun bakımda, yanık ünitesinde uzun süre yatarak, hafızanızı o kıyım otelinde bırakarak taburcu olduğunuzda hâlâ ne olup bittiğini bilmiyordunuz.
   İyileştiniz diye eve gönderildiniz; ama ruhsal ve bedensel yaralarla doluydunuz henüz. Sizi onur konuğu olarak etkinliklere çağırıyor, konuşmaya zorluyorlardı.
   "Tsunami" öyküsünde bunu da anlatmışsınız. Bu öyküde aslında saklı bir kahraman da var. Öykü boyunca beklediğiniz, "Neden gelmedi?" diye sorup yanıtını alamadığınız biri var. Bilmeyenler için söyler misiniz?

   Evet bu öykü değerli şair ve sevgili dostum Behçet Aysan'a yazılmış bir güzellemedir. Bu kitap benim kurtuluş kitabımdır. Okumayı yazmayı unuttuktan ve yeniden öğrenmeye başladıktan sonra yazdığım hayata dönüş öyküleridir.
   Belki eski öykülerden de biri karışmış olabilir ama hepsinde bana ait müziğin olduğunu düşünüyorum. Aynı şiirde olduğu gibi öyküde müzikaliteyi de çok önemserim. 
   Yazar gerektiğinde sıradan bir gazete haberinden müzikli bir yapıt üretmek zorundadır. Bir gazete haberini büyülü bir öyküye dönüştürmelidir.
   Marquez'in Marquez olmasının nedenini onun gazeteci olmasına bağlıyorum. Zaten Marquez'in kendisi de söylüyor bunu.

 * Önce edebiyat öğretmeniydiniz, sonra TRT'de belgeseller, radyofonik oyunlar, "Arkası Yarın"lar yazdınız. Profesyonel olarak yazar olmaya nasıl karar verdiniz?

  Bu konuda çok hoş bir öyküm var: Evde ağabeylerimin ders kitaplarındaki öyküleri okurdum. Ayrıca komşu kızlarla roman alışverişi yapardık. Kerime Nadir'ler, Mebrure Sami Alevok'lar gibi... Bir gün baktım canım dondurma ister gibi roman yazmak istiyor.
  Paramı biriktirdim, en pahalısından bir defter ve dolmakalem aldım. Yazmaya oturdum. Birkaç satırı güçlükle yazdım, ama gerisi gelmiyor. Düşündüm, düşündüm yok... Sonunda roman yazmaktan vazgeçtim. Önce iyi bir okur olmaya çalıştım. O yıllarda taşra kentlerinde bile belirgin bir kültür ortamı solunurdu. Ben de iyi okur olarak iyi yazar olma yoluna girdim. Bu konuda beni yönlendiren değerli eleştirmen Mehmet Yaşar Bilen oldu. "Yahu bu kadar çok okuyorsun neden bir şey yazmayı düşünmüyorsun?" dedi. "Hocam ben Yunus'un torunuyum; Yunus, 'Hamdım, piştim, yandım' demiş ben de şimdi hamım, pişer ve yanarsam o zaman yazarım" dedim. Aslında ben yanmayı mecazi anlamda söylüyordum ama gerçek oldu. 

   (LÜTFİYE AYDIN - Söyleşi: GÜLSEREN ENGİN / Cumhuriyet Kitap)   



 
Lütfiye Aydın'ın Sivas Katliamı'nda yaşadığı travma sonucu okuma yazmayı unuttuğunu, sonra yeniden öğrendiğini biliyor muydunuz?

   

16 Şubat 2023 Perşembe

HALKTAN DAHA YÜCE BİR DEĞER YOKTUR

 

   "... Bağışlar geldi. Çok duyarlı bir toplum! Bu halkın çok güçlü olduğunu, bu halkın, bu coğrafyada yaşayan insanların güzelliğini gösteriyor. Aynı zamanda da üzüyor. Bu güzel insanlar bu kadar yalnız bırakılmamalı, bu güzel insanlar bu acıları yaşamamalı daha doğrusu!"

  "Bu çok üzdü. Keza hepimizin takip ettiği, sosyal medyadaki, benim en çok zaten anlayamadığım, orada güzel insanlar gönüllü gidiyor yardım ediyor. Oraya insanlar niye yardıma gidiyor; devlete yardıma gidiyor ya! Tabii ki insanlar acılı, tabii ki feryat edecek, isyan edecek! Çok doğal, o insanları kucaklamak lazım, o insanları cepheleştirmemek lazım, onları sağaltmak, anlamak lazım. Bu çok doğal yani! Orada insanın enkazın altında çoluğu çocuğu, annesi, babası var ve kimse yok yanında! Tabii ki bir şeyler söyleyecek, rahatsızlığını dile getirecek. Bunu anlamak lazım, bundan mikrofon, kamera çekmemek lazım! Gidip özellikle o insanlarla konuşmak lazım! 

   Yardıma giden insanları ötekileştirmemek lazım! Her gönüllü giden insan, her sivil toplum örgütü, devletine yardıma gidiyor, başka kime gidiyor. Devlet halktır. Halktan daha yüce bir değer yoktur. Ve insanlar orada acılar içerisinde. Birazcık kendini onların yerine koyması gerekiyordu siyasilerin. Bu çok üzdü ve düşündürdü. Hâlâ deprem öncesi söylemlerin tekrar ettiğini görmek çok üzücü!" 

    (SUNAY AKIN - Cumhuriyet Gazetesi)


***


   Nasıl anlatmalı, insanların en çok şu sırada birbirine ihtiyacı var. Yüz yüze konuşmaya, bir araya gelmeye, birbirine dokunmaya, sarılmaya. İnsan sosyal bir hayvandır. Zaten 20 yıldır ayırımcılık politikalarıyla herkes yalnızlık, kin, "ötekileştirme" girdabına itilmişken, umutsuzluk içinde kıvranırken, gençleri arkadaşlarından, ortak mekânlarından, hocalarından ayırmak, onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. 

   Şimdi aynı kötülüğü kültür ve sanat yaşamımıza da yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Müzik sustu. Tiyatrolar sustu. Olmaz! Yanlış!

  Beyler kendinize gelin! Müziğin de tiyatronun da kökeninde bir gereksinim var. Paylaşma ve dayanışma duygusu var. İnsanların birlikte, bir arada, yan yana, omuz omuza bunları izleme gereksinimi var.

  Tiyatro sözcüğü (Yunanca "Theatron" - görme yeri) Dionysos'tan günümüze, en batıdaki İngiltere'den en doğudaki Çin ve Japonya'ya, insanların bir arada görebilmesinden, izlemesinden gelir. Dinsel, inançsal kökenleri vardır.

 Batı tiyatrosunda koro, bizim geleneksel tiyatromuzda, köy seyirlik oyunlarında, ortaoyununda meddah, ortak duyguları anlatan olmuştur, "anlatıcı" olmuştur. Kitlelerin "dili, ağzı", "duygu ve düşüncesi" olmuştur. 

  Şimdi bunları, tiyatroyu da müziği de tümden susturmak değil, tam tersine acıları paylaşmak, dayanışmayı artırmak, görülmeyeni göstermek, fark ettirmek, yaraları sarmak; şefkate, empatiye, bütünleşmeye ulaşmak için kullanmalıyız.

   (...)

   Son sözü Nâzım Hikmet'e bırakıyorum: Sanatı tarif ettiği "Saman Sarısı"ndaki o dizelere:


bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filân düşünüyorum ve anlıyorum ki

bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri

sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.


Eğitimden sonra sanatı da kurutmaya, kurban etmeye çalışmayın!

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)     

12 Şubat 2023 Pazar

DEMEK İSTANBUL YOK ARTIK

 

YİTİKÇİ

Hadi git azıcık İstanbul iste

Kosunlar o denizi bir çanağa

Bir çıkına elesinler o günlerimi

O yazdan Üsküdar'dan ne kaldıysa Elif'ten

Doldur ceplerine

Onlarda yoksa komşularında vardır

Tanırlar sevinirler

Beni, Bay Metin gönderdi, de.


METİN ELOĞLU
(Fotoğraf: CENGİZ CIVA)


***


  Eleni çok severdi İstanbul'u. Ona sığınmayıp da ne yapacaktı, nasıl oyalayacaktı kendini, nasıl dindirecekti yüreğindeki sızıyı? Kendini şehrin kucağına bırakacak, kimsesiz olduğunu unutacaktı. Şehir onu bırakmazdı, yok saymazdı, ona sırtını dönmezdi. İnsanlar ölür, hayvanlar ölür, bitkiler ölür, şehir ölmezdi. Biliyordu Eleni. İstanbul çekip gitmezdi. Canının bir parçasını mezarlıkta, diğer parçasını hastanede bırakmış olsa da kalbi hâlâ yerindeydi, çarpıyordu işte, duyuyordu sesini. Şehir de duyacak, görecekti onu, alacaktı koynuna, sarıp sarmalayacak, yaralarını iyileştirecekti, başka yolu yoktu.

   (BAŞAK BAYSALLI / Sarkaç - Everest Yayınları)



***


sonraları yıkıldı zamanın
kulesi
insanlar öldü dağıldı
insanlar tutuklandı sürüldü
göç etti
unuttu birbirini
sular altında kaldı adresleri
ben hâlâ İstanbul'da sanıyorum
kendimi
ama doğduğum kent yok
yok olmuş birdenbire
beton kanatlı bir kuşun
sırtında
uçup gitti diyorlar
ya denizi ne oldu
ölü evindeki bir yabancı
gibi
belli etmezdi içinden
geçenleri
o da mı uçup gitti
ben neden duymadım acaba
kulaklarımı sağır etmişti belki de
yüreğimin gürültüsü
çocukların birbirine karışan
sesleri şiirin iniltisi
demek İstanbul yok artık
eh ne yapalım


MELİSA GÜRPINAR
(İstanbul'un Gözleri Mahmur)







Merhaba!

5 Şubat 2023 Pazar

MERHABA !

 

   ... Ne ki, Sakallı Celâl Bey'in sıra dışı yaşantısının, efsane gibi görünseler de tanıklı, belgeli, -çoğu, kendi ağzından dinleyenlerin bana anlattığı- öyküleri de vardı ki bu kitabın yazılmasında genelde bunlar ön planda tutulmuştur.

   Onu en iyi tanıyanlardan Sayın Ahmet İsvan'ın anlattıkları gibi: 

  'Celâl Bey bir tarihte Gülcemal vapurunun çarkçıbaşılığına getirilmişti. Sanırım Şükrü Kaya bu gemi ile Karadeniz'e giderken Celâl Bey kendisine kısa bir mektup göndererek 'sizinle maarif konusunda görüşmek istiyorum' der ve altını da 'çarkçıbaşı Celâl' diye imzalar. Zamanın ünlü devlet adamlarından Şükrü Kaya da kabul eder. Vapurun güzel bir yerinde, karşılıklı otururlar. Celâl Bey'in söyledikleri özetle şunlardır: 'büyük adam, kendisine sunulmuş olan çeşitli bilim dallarından birine kendini kaptıran ve böyle yaptığı için de diğer bilim dallarını ihmal ederek seçtiği dalda ilerleyen adamdır! Her konuyu iyi bildiğini sanan insan makbul insan değildir. Eğer sizin aklınız matematiğe eriyorsa artık coğrafyadan iyi sonuç almanız beklenemez. Çünkü aklınızı hep matematiğe yorarsınız...' Böyle bir görüşü vardı. Onun bu sözleri üzerine Şükrü Kaya '...biz de böyle yapıyoruz. Sınıf birincilerini seçip onlara burs veriyoruz!..' deyince Celâl Bey, yıllar sonra gerisini şöyle anlatmıştı: 'baktım adam sınıf birincisi olacak kadar ahmak; ben de kestim konuşmayı ve makine dairesine işimin başına döndüm. Çünkü, farklı dillerden konuşuyorduk!..' 

  (ORHAN KARAVELİ / Sakallı Celâl - Pergamon Yay.)  


***


   "Orhan Veli ile Sait Faik, Beyoğlu'nda hep aynı kahveye takılırmış. Orda akşama kadar muhabbet eder, yazı yazar, bulmaca çözelermiş. En çok da Cumhuriyet gazetesinin bulmacalarını..." diye, hışırdayarak anlatıyordu Murat Hoca. "Bir akşam, sıkıntıdan öyle bir boşluğa düşmüşler ki, bulmaca çözme üstüne iddiaya girmişler. Bulmacayı kim daha önce bitirirse, diğeri ona rakı ısmarlayacakmış."
   "Güzel iddiaymış."
 "Öyleymiş" dedi çayından bir yudum alıp. "Neyse işte doktorum... Açmışlar bunlar önlerine birer Cumhuriyet gazetesi, başlamışlar bulmacaları çözmeye; ilk gün Orhan Veli kazanmış iddiayı. Sonrasında, ikinci günü, üçüncü günü, dördüncü günü de Orhan Veli kazanmış. Neredeyse bir ay boyunca, her gün kazanmış Garibim Orhan Veli."
  "Garibin mi? Adamı ezmiş be, daha neresi garip."
  "Hay... Yahu, yine nerden çevirdin lafı -ne diyordum?" 
  "Gariban, diyordun. Bulmaca çözüyorlardı."
  "Hah, evet, bakmış olacak gibi değil, sonunda Sait Faik dayanamamış, yeter be, demiş, her gün her gün rakıyı bana ısmarlatıyorsun, ne yapıyorsun arkadaş, nasıl beceriyorsun sen bu işi ?"
   "Nasıl beceriyormuş?"
  "Şöyle doktorum; çünkü, demiş Orhan Veli -böyle çok sakin bir ses tonuyla- Cumhuriyet'in bulmacalarını ben hazırlıyorum."

   (ÖMÜR İKLİM DEMİR / Kum Tefrikaları - Yapı Kredi Yayınları)


ORHAN VELİ


***



HALİKARNAS BALIKÇISI


  "Herkeslere Bodrum'u tanıtan, sevdiren Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir) yine o yıl bir akşamüstü otelin pastanesinde oturuyoruz. Ben bir iki saat sonra oyuna gideceğim. Balıkçıya ne yapacağını sordum:
   - Yahu Oflu, şu 'Macbeth'i ne hale sokuyorsunuz, gelip bir göreyim, dedi!..
   Ara sıra bas bariton sesiyle Shakespeare'den tiratlar okurdu. Ne de olsa Oksford İngilizcesi bilirdi... Oyunumuzu izlemek istemesine sevindim.
   Biraz sonra pastaneden çıktık. Baktım, Balıkçı şarap içmek istiyor.
   - Gideriz ama, ben içmem. Oyundan önce içki almıyoruz biz, dedim.
   - Peki, sen içmezsin, dedi...
  Gittik şarapçıya. Balıkçı, sürekli Bodrum'u anlatarak içmeye başladı. Yelkenle, kürekle nasıl balığa çıkarlarmış; sabahın erken saatlerinde Bodrum'un denizi ne renklere dönüşürmüş... Anlatıyor ve içiyor... Yalan yok, ben de bir iki tane yuvarladım... Fakat, Balıkçı adamakıllı içti... 
   Tiyatroya geldik, ona en öndeki bir koltuğun biletini verdim ve kulise girdim.
   Oyun başladı, bir ara göz ucuyla baktım, bizimkinin başı önde, hafiften kestiriyor...
   Ben, Malcolm rolünde olduğum için konuşmaya başladım:
   - Esir düşmeyeyim diye mert bir asker gibi çarpışan çavuş bu. Merhaba yiğit arkadaş!..
   En önde oturan Balıkçı, birden silkinip uyandı ve benimle göz göze gelince bağırmaz mı:
   - Merhabaaa!.."

   (MÜCAP OFLUOĞLU - Bir Avuç Alkış)






Merhaba!