26 Kasım 2023 Pazar

GELECEK İPTALİ

 

  The Economist, küresel ısınmayı önlemek için alınması gereken önlemlere karşı tepkilerin, bunların olası ekonomik maliyetinin, yaşam tarzlarını etkileme potansiyellerinin ve komplo teorilerinin etkisiyle, dünya çapında yükselmeye başladığını yazıyordu. Hem de dünyayı rekor sıcaklıklarla kavuran, 1.5 ºC sınırını ilk kez aşan bir yaz geride kalırken. İnanılacak gibi değil ama dünya gözleri kapalı uçuruma doğru yürüyor. Türkiye'de dinci rejimin inşaat hummasının, orman kıyımlarının sonuçları da kendilerini, kuraklıklarla, kentleri basan sellerle gösteriyor. "Geleceği iptal edilmiş" (Mark Fisher) bir uygarlık, anlaşılan artık boş verdi...

    Bu arada, bu Titanik'in güvertesinde, "şezlong kapma yarışında" bir yavaşlama yok.

  Türkiye bu güvertenin ortasında: Kuzey batıda Ukrayna-Rusya, kuzey doğuda Ermenistan-Azerbaycan, batıda Kosova-Sırbistan, Doğu Akdeniz'de enerji rekabeti.

   (...)

   Bir kere "Gelecek iptal edilmesin", aklın yerini fanteziler alırken tarihin türlü canavarları da inlerinden çıkıp, diz boyu kan içinde, dünün yıkıntıları, geleceğin molozları üzerinde dolaşmaya başlıyorlar. 

   (ERGİN YILDIZOĞLU - Cumhuriyet Gazetesi)     


***


   Birlik, eğitim, üretim olmayan toplumlarda huzur da olmaz, sağlık da güç de dirlik de...

   Olsa olsa, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu modern köle, emperyalizmin uşağı, kartellerin en makbul tüketicisi, rant peşinde koşan siyasi iktidarların işbirlikçisi olunur. Zaten siz ne olduğunu anlayana kadar iş işten geçer. Bir de bakasınız ki sadece emeğiniz değil, beyniniz, sağlığınız, hatta geleceğiniz sömürülmüş.

    (SEMA SOYKAN / Öteki Şeylerin Tarihi - Alfa Basım Yayım)


***


   İnsan doğası değişir mi? Değişir. Neyle? Kültürle. Kültürse, öyle şıp diye elde edilen bir şey değil. Çaba ister, zaman ister. Dünyanın gidişine bakılırsa, olacak gibi değil bu. Ama, olacak. Umutsuz da yaşanılmaz ki!

VEDAT GÜNYOL - Giderayak Yaşarken
(Karikatür: SEMİH POROY)


***


   Kültür dediğimiz varlık doğada hazır bulunmuyordu, keşfedilen, kazılıp ortaya çıkarılan bir şey değildi. İçinde insanın var olduğu, düşünsel, sanatsal ya da politik eylemlerle, bakış açılarıyla yaratılan ve yaşanan bir gerçeklikti, doğanın insanlaştırılma biçimiydi kültür. Yaratılan atmosfer, bir halkı evlerden dışarı çıkaran, eylemlere, mitinglere, protestolara, konser salonlarına, sinemalara, tiyatrolara, sergilere, müzelere çağıran yüzlerce dış sesten, bunlara kulak veren algılardan oluşuyordu.

    Sanata geçit vermeyen dar sokaklarımızı geçiriyordum aklımdan.

    (GÖNÜL ÇATALCALI / Hamdüsena Sokağı Kadınları - Tekin Yayınevi)


***


   Hayvanlar, yaşanan dramların, trajedilerin pek farkında olmadıkları için insanlardan daha mı şanslılar acaba?.. Gerçi insanların çoğu için de dramların, trajedilerin hiçbir önemi yok, yeter ki ucu kendilerine dokunmasın. Onlar bu yüzden bu tür hikâyelerin komik versiyonlarını daha çok tutuyorlar. 

   Yaşananların farkında olanlar da oturup işi şiire, öyküye, romana döküyorlar. Sanat zaten daha çok trajedilerden beslenmiyor mu? Zorlayıcı koşullar, olumsuz durumlar karşısındaki acizliğimizin, çaresizliğimizin yegâne avuntusu belki de! Sanat, metaforların dünyası...

    Carl Sagan'a göre 'Hepimiz yıldız tozuyuz'.


(CEM SAVRAN / Av - Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık)







Merhaba!

19 Kasım 2023 Pazar

GERÇEĞİ, YALNIZ GERÇEĞİ

 

  Edebiyat, resim, sinema fark etmiyor; sanatın değil, reklama dünden razı sanatçının pazarlandığı dönemde yaşıyoruz. Che gibi kapitalizmle savaşan birinin adını tişört, bira, çorap markası olarak pazarlayanlardan, onları tüketenlerden ne beklenebilir?

    (GÜNDÜZ VASSAF / Ressamın İsyanı - Everest Yayınları)


***


   Şiire, edebiyata, sanata meraklı dostlar sık sık derler ki:

  Her şey, toplumun düzen meselesi, ekmek sıkıntısı, istismarı önleme savaşı, fakirlik, zenginlik ve iktisat mıdır? Bunun yanında insanı insan yapan güzel duygular, müzik, ormanda kuşların ötüşü, çayırlarda kuzuların meleyişi, denizin maviliği, bulutun beyazlığı yok mudur? Bir yazar daha çok bunlardan söz açmamalı mıdır?

   Günümüzdeki gerçekçi ve akılcı yazarlara karşı yöneltilen bu tenkide en güzel cevabı, çağımızın büyük düşünürü Jean-Paul Sartre vermektedir:

   "... Biz bir belâya uğramış hayvanlarız. Ama, birden anladım ki, insanın insanlıktan çıkması, insanın insanı sömürmesi, aç kalması gibi dertlerin yanında metafizik dertler bir lükstür. Ortada açlık diye bir dert var mı, var..."

   "... Aç bir dünyada edebiyatın işi nedir? Kimden yana olacak? Ahlâk gibi edebiyatın da evrensel olması gerekir. Eğer yazar herkese seslenmek ve herkesçe okunmak istiyorsa, çoğunluğun yanında, açlıktan ölen milyarlardan yana olmalıdır. Bunu yapmadıkça, mutlu bir azınlık hizmetindedir ve onun gibi sömürücüdür..."

   "... Yazar, aç milyarlar için yazmadıkça hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir..."

  Sartre, Fransa gibi çok ileri bir ülkede, yazarların her şeyden önce dünyadaki sömürülen aç kalmış milyarlarca insanı düşünmesi gerektiğini söylerse, Türkiye gibi çok geri ve çok düzensiz bir ülkede kalem işçisine düşen görev nedir? 

  Ormanda kuşların ötüşü, çayırlarda kuzuların meleyişi, denizin maviliği, bulutun beyazlığı güzeldir. Ama bu güzellikler insanlığı insanlığa lâyık bir seviyeye eriştirmeye yetmiyor. Hatta bu çeşit bir edebiyat böyle bir çaba göstermeden kaçınanların hem şahsen avunmasına, hem de etrafını avutmasına sebep oluyor.

  Dava, avunmak veya avutmak değil, gerçekleri ortaya koymak ve halkı bazı gizli kapaklı, sahte yaldızlarla paketlenmiş ahlâksızlıklara karşı uyarmaktır. Bunu etkili şekilde yapabilmek, bir anlamda sanatın en büyüğüdür.

    (ÇETİN ALTAN / Kopuk Kopuk - Bilgi Yayınevi)   


***


   Ben tek bir şeye inanıyorum, gerçek diyelim bunun adına, çok büyük bir şey bu, onu keşfetmemiz gerek. Sanatçının varlık nedeni bu, gerçeğe bağlı kalmak, onu neredeyse bulup ortaya çıkarmak. 


KATHERİNE MANSFIELD


***


"Hayatta, dilde, anlatıda, insanlıkta her şey yolundaysa, yazılacak ne var?"

(ADALET AĞAOĞLU)







Merhaba!


9 Kasım 2023 Perşembe

HANGİ GEMİDEYİZ ?

 

   Cumhuriyetin öğretmeni, ozan Ali Yüce'nin, "Dersimiz Bağımsızlık" şiirinde, 

"Benim halkım

Barışın özgürlüğün anası

Tohumla sütkardeş

Toprakla yaşıt kavgası

Sopasıyla ordular kovalamış

Cepheler yarmış kağnısıyla

Büyüdükçe güzelleşmiş kavgası

Destan olmuş efendiler..."

deyişinde dile gelen gerçeği erkenden duyumsamış büyük önderin, Mustafa Kemal'in; daha kitapları yazılmadan ortaya koyduğu örnek bir tanıtım ve halkla ilişkiler çabasını, ne zamandır unutulduğu yerden kucaklayıp Mustafa Kemal'le Yolculuk (Doğan Çocuk) yapıtıyla hayatımıza taşıyor Mavisel Yener:

   "Gemilerin yaşamı insanlarınkine benzer. Onlar da bu evrende birer geçici yolcudur; isimleri vardır, özlenirler, fırtınalara direnirler, bazen yollarını kaybeder, güvenli liman bulunca sığınırlar, kimi zaman da unutulup gider, kimi zaman da tarihe geçerler..."
   

   Evet, Karadeniz Gemisi'ndeyiz. Onun öncesi ve sonrasında da hayatımıza "karışanlar" var elbette ne ki 1919-1926 arasında büyük görevler üstlenmiş ikinci gemi bu! Birinciyi çok iyi tanıyoruz, Bandırma Vapuru. Gelin görün ki ikinciyi bilenimiz az!
   Oysa çoktan tarihe geçmiş bir yolculuktan, onun "kahramanı" bir gemiden söz ediyoruz. Bu arada yolculuk (ya da anlatı) boyunca Atatürk Türkiye'sinin daha hangi çaba ve çalışmalarının unutulduğunu/unutturulduğunu da düşünmeden edemiyoruz.
   Tükenmiş bir "imparatorluğun" tükettiği, yoksul ve yoksun, dahası işgal altında ve yapayalnız bıraktığı koca yurt Anadolu'yu ayağa kaldırma/yeniden var etme uğraşı için yola Bandırma Vapuru'yla çıkan Mustafa Kemal, Cumhuriyet henüz 3 yaşındayken bambaşka bir gemi yolculuğu daha tasarlıyor.

  Bu kez kendisi yok yolcular arasında ama onun düşleri, düşünceleri, umut ve idealleri var. Kadın-erkek sanatçı, öğretmen, gazeteci, yazar, iş insanları, çevirmenlerin oluşturduğu 285 kişilik bir tanıtım ekibini, genç Cumhuriyetin 3 yılı gibi kısacık bir dönemde ortaya koyduğu ürünlerin yanı sıra gelecek hedeflerini de anlatmak üzere görevlendiriyor. 
 Gemide sanat yapıtları ve ürünlerden oluşan hayranlık uyandıran bir de sergi var.
    (...)
 Mavisel Yener'in akıcı, merakımızı diri tutan anlatımıyla kurguladığı bu yolculuğa zaman zaman şaşkınlıkla, çoğun hayranlıkla arada da hüzün ve kederle tanık oluyoruz. 
   Milli Mücadele'nin utkuyla sonuçlandığı tarihe kadar neredeyse savaşsız bir gün geçirmemiş bir halkın "gayrık yeter" diyen bir önderlikle/Atatürk'ün özgürlük ve bağımsızlık ilkesiyle bu kadar kısa bir zamanda neleri başardığının farkına varmak, böylesine ciddi ve dikkatli, büyük bir titizlikle hazırlanmış bir tanıtım etkinliğinde kendimizi o geminin güvertesinde, salonlarında duyumsamak elbette şaşkınlık ve hayranlık uyandırıcı (Onlarca üniversitemizin iletişim fakültelerinin kaçında Atatürk'ün bu tanıtım çaba ve çalışmasına değinilmektedir, doğrusu yaman merak etmekteyim).
  Keder neresinde bu işin derseniz, Karadeniz Gemisi'nin bu müthiş yolculuğunun her anında, "Bugün böyle bir tanıtım yapmaya kalkışsa yetkililer" sorusunun yanıtı tadımı kaçırdı, tedirgin etti beni. Sahi o gemide kimler olurdu ve ne anlatırdı bugün neredeyse hiçbir alanda kendine yetmez halde olan, yetişmiş işgücünü "dışarı"ya kaçıran, ülkeler topluluğunda saygınlığı yitmiş Türkiye'miz hakkında?
   Zorlu bir mücadelenin ardından yepyeni ve bambaşka bir güneş gibi doğmuş, üstelik Osmanlı'nın borçlarını da ödemeye durmuş genç Cumhuriyetin daha kuruluş yıllarında ortaya koyduğu öncelikle dört "beyaz"ı (bez, tuz, un ve şekeri) kendisinin üretme başarısı, ülkenin dört bir yanında yükselttiği fabrikaların, kısacası 25 yılda; ekmek için, hayat için yarattığı ne varsa bugün ortada olmayışı, biliyorum, Karadeniz Gemisi'nde yolculuk ederken sizin de tadınızı kaçıracak.

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)



Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.

                                                              Deniz Eskisi


(İLHAN BERK)






Saygıyla,

5 Kasım 2023 Pazar

İYİ Kİ ŞAİRLER VAR !

 


CAHİT KÜLEBİ


   "12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye'yi olumsuz etkilemiştir. Darbecilerin eliyle partilerin kapatıldığı, demokrasinin rafa kaldırıldığı tarihtir. Toplumun üzerinden silindir gibi geçtiği zulüm ve baskı dönemidir. 
   1983 yılı ise Türk Dil ve Tarih kurumlarının kapatıldığı, diğer devrimler gibi Dil Devrimi'ni de sonlandırma gayretinin zirve yaptığı tarih olarak kabul edilmelidir.
  Türk Dil Kurumu çalışanları, üyeleri öyle adanmış ruhlardı ki 1983'te kuruma el konulduğunda, hepimiz orada olmayı görev bilmiş, toplanmıştık. Biz yuvasına yılan girmiş kuşlar gibiydik. Genel yazman Cahit Külebi hüngür hüngür ağlıyordu. Ağlamaması fısıldanınca, 'Ağlarım, şairleri ağlamayan milletin anası ağlar!' demişti Külebi."

   (Yrd. Doç Dr. TAYYİBE UÇ - Dil Kimliktir) 


***


   Tanrım, dedik, iyi ki şairler var!

   Kim, hiçbir şeyi incitmeden, düzeysizliğe de itmeden; tam karşıtı, o düzeysizlikleri en alışılmış, sıradan sözcüklerle bile gerileterek böyle bağırabilirdi? Kim, iç sesin titreşimleriyle yinelenen en eskimiş sözleri yenileyebilir, kim, mezar taşlarını dirilerin içe akıtılmış gözyaşlarıyla sulayıp güzelleştirebilirdi? Kim, bir ân'ı, o ân içinde kendini gizlemeden, kendini beş paralık da etmeden yaşamın alnına böyle ışıltılı bir yıldız gibi çakabilir; o ân'ın kendi gerçeğiyle varolduğuna insanları kim böylesi inandırabilirdi?
 
   Tanrım, dedik, iyi ki şairler var!

   (ADALET AĞAOĞLU - Yazsonu)


***


   Tanpınar, büyük yetenekli bir sanatçı, bir düşünür olduğu kadar, sıcağın sıcağı bir insandı, bir çeşit "insanı kâmil"di. Bir Çin atasözüne, "Bir şair, şair olmadan önce insan olmalı" diyen atasözüne dayanarak, söyleyebilirim ki, elli altmış yıldır yakından uzaktan tanıdığım sanatçılar içinde, bu atasözünü doğrulayan çok az kimselere rastladım. Bunlardan biri, hiç kuşkusuz Tanpınar'dı. Nâzım Usta'nın, Cahit Sıtkı'nın, Bedri Rahmi'nin, Aziz Nesin'in, Yaşar Kemal'in, Abidin Dino'nun insanlıkla sanatçılığı atbaşı beraber yürüttüklerine yakından tanık olmanın mutluluğunu tatmışımdır.

   Sanatçı olmak kolay değil, insan olmaksa hiç mi hiç.

   Ne mutlu, insan-sanatçı olabilenlere.

   (VEDAT GÜNYOL - Giderayak Yaşarken, 1987)






Merhaba!