25 Aralık 2016 Pazar

AGANTA BURİNA BURİNATA




   Onun için cennet ve cehennem denizin yeşile tempo tutan yeşil ve mavisindedir. Cevat Şakir Kabaağaçlı kendi anlatımı ile ilk defa Bodrum'dan Ege'ye baktığı sahilinde diz çöktüğü gün ölmüş, o kıyıda küllerinden yeniden "Halikarnas Balıkçısı" olarak doğmuştu. Eserlerinde deniz diliyle özgürlüğü, başkaldırışı, kayıpları, kederleri, bunalımları, korkuları, insanoğlunun geçmiş ve gelecek arayışlarını anlatır:
  "Bana son olarak verilen kumandayı tekrar et dedi. Ben de ciğerlerimi doldurarak olanca sesimle aganta burina burinata diye bağırdım."


   Halikarnas Balıkçısı'na "Çağdaş Homeros" denmesi boşuna değil. 
...Anlatım tarzının böyle "kabına sığmayan" tarzda oluşu, onun anlattıklarıyla da bire bir ilgilidir. Dolu dolu bir yaşam sevinci, doğa ve insan sevgisi taşar yazdıklarından. Acı bir olayı anlatırken bile içinde bu sevgiyi hissetmek mümkündür. Doğayı, denizi böylesine yaşayan bir varlık olarak edebiyatımıza katan Halikarnas Balıkçısı'dır. Toprağın her halini destan gibi anlatan Yaşar Kemal; "Biz toprağı denizci Halikarnas Balıkçısı'ndan öğrendik" der...
   Yine aynı yazıda Yaşar Kemal; "Eğer Halikarnas Balıkçısı denize başlamamış olsaydı Sait Faik olmazdı. Olurdu belki de denizi böyle sıcacık anlatan bir Sait Faik olmazdı" diye yazar. (MESUT ÖRS-Aydınlık Kitap)
   



Fırtınaları ayağınıza
Meltemleri saçınıza yollayacağım.
Yakamozlar tırmanacak göğsünüze
Martılara söyleyeceğim gelsinler.


SAİT FAİK 






      Kampana vurur, vapur demir alır gürültülerle. Fiyakacı kaptan "işte ben gidiyorum Bandırma kenti, ne halin varsa gör bensiz..." diyerek üst üste düdük çalar. Kapıdağı Burnu yol verir. Sonra açık deniz... Sonrası, motorların tekdüze sesi ... Sonrası, çıplak ve tezek kokulu ana güverte. Bir rüzgâr eser, üşütür. Burnu kıvrılana kadar bizi uğurlayan martılar gerisingeri dönmüşlerdir. Aptal ve en yavru biri, inatla kanat vurup peşimizden gelir. Derken yorgunluk kanatlarından süzülür ve korku dağları bekler. Çığlıkları pişmanlık çığlıklarıdır.
   Bakınır ve tek martı göremez. Bakınır ve korkar. Çok uzun açar kanatlarını; dört dolanır, yavaş pikelerle aklı başına gelir, telaş içinde gagasının kırmızısını Bandırma'ya çevirir.
   Yolun açık olsun yavru martı! Hiç korkma... Bak, açıklardan tatlı bir esinti çıktı ve kanatlarını yormadan, bir planör sessizliğinde seni alacak, doğru Bandırma'ya götürecek.


TARIK DURSUN K.
(Geçti Akşam Suları)





İnsan; 
Denizin olmadığı yerde,
Umut adına,
Martı olmalı...


NAZIM HİKMET
(Tablo: CELİLE HANIM)





"Deniz öyle bir öğretmendir ki insanın sivriliklerini törpüler, yumuşatır, terbiye eder! 
Onunla dost olanın yüreğinde, öfke ve kin değil yalnızca sahici sevdalar barınır..."

ESRA KAHRAMAN
(Segâh Makamı)







NURULLAH BERK
(Fırtına)





Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!..

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur, başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...


Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, dümen ol, kürek ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...


ORHAN VELİ
(Görsel çalışma: KÜRŞAT COŞGUN)








Merhaba!

18 Aralık 2016 Pazar

İNSANLIK AŞKI




   Gazeteci Lisa Howard bir devrimcinin sahip olduğu en önemli özellik nedir diye sorar bir röportaj sırasında. Che yanıtlar: Aşk. Bu yanıt çok şaşırtmış olmalı ki tekrar etmekten kendini alamaz genç kadın. Aşk? "İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Bunları taşımıyorsa benliğinde, gerçek bir devrimci değildir o." 









...Almanya 2. Lig takımlarından FC Saint Pauli Alman futbol arenasının "bahar çiçeği" olarak bilinir. Hitler döneminde öldürülen yandaşlarının anısına, ölen insanların isimlerinin yazılı olduğu bir anıtı Millerntor Stadyumu'na diken ve "faşizm bir düşünce değil, bir suçtur" diyebilen ve bu görüşünü pankartlarla tribünlere asabilen St. Pauli yandaşlarının dünya üzerindeki tek derdi takımlarının Hamburg'u yenebilmesidir. Antifaşist mücadelenin bayraktarlığını yapan yandaşlarının, toplumsal olaylara karşı duyarlı olması ile St. Pauli'nin yaşamı öylesine uyumlu ve birbiriyle örtüşmüştür ki, bu duyarlılık karşısında St. Pauli kamp yeri olarak Küba'yı seçebilmektedir.
   Kulübünü ve yandaşlarını sosyalist olarak gören St. Pauililer, dünya üzerinde kulüp-semt uyumunu en üst düzeyde yakalayan bir sivil toplum örgütüdür. Bu bağlamda St. Pauli, kendini bir futbol takımı olarak değil de bir ülke olarak görmektedir ki, bayrakları bile var. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan terör olaylarında, ırk ayrımcılığı söylemlerinde ilk tepkiyi St. Pauli yandaşları göstermektedir. Solingen'de gurbetçilerimize yapılan kıyım karşısında tribünlere "Faşistleri s..... edin hepimiz kardeşiz" pankartını da asan onlar, maç izlerken Che Guevara tişortları giyen de yine onlar. Gezi direnişine selam duran St. Pauli yandaşları, takımıyla uyumlu bir yaşam biçimi oluştururken, küçük ama futbol dünyasında saygın bir yeri olan kendi dünyalarını kurmuşlar. Bu dünyanın içine tüm insanları sığdıracak kadar yüce gönüllü oldukları halde, takımı oluşturan oyuncuların tamamına yakını kendi semtlerinden yetişme...(METİN TÜKENMEZ - Aydınlık Gazetesi)






Hiç böyle ısınmamıştım 
Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.


EDİP CANSEVER







 ...Philippe Martinez sınıf mücadelesini sendika anlayışının temel ilkesi yapmış. Le Monde gazetesine göre Fransa'yı dize getirmeye kararlı bir büyük lider (Lider Maximo). Hedefinde Fransa Başbakanı'nın sendikaları zayıflatmak, işten çıkarmaları kolaylaştırmak, işçilerin kazanılmış haklarını yok etmek isteyen iş yasası tasarısının yasalaşmasını engellemek var. İşyeri toplu iş sözleşmelerinde işverenlere ücretlerde, yıllık ücretli izin sürelerinde, çalışma saatlerinde işçi aleyhine önemli değişiklikler yapma yetkisini getirerek işçilere büyük bir darbe vuracak ve sendikaların çok ciddi üye kaybına neden olacak iş yasası tasarısını Başbakan geri çekmeyeceğini ısrarla dile getirdi. Sendikaların gücünü ve işçilerin kazanılmış haklarını korumak amacı ile Philippe Martinez haftalardır haklı bir sınıf mücadelesi veriyor. Fransa Genel Çalışma Konfederasyonu CGT'nin 680 bin üyesi var. Bu üyeler demiryolları, metal, maden, matbaa, kamu işkollarında çalışıyor. Hepsi sendikalarına ve CGT'ye sımsıkı bağlı ve disiplinli. Philippe Martinez bir süre önce bir makale yazarak CGT'nin yaptığı eylemlerin amacını kamuoyuna anlatmak için bütün gazetelerin  bu makalesini yayınlamasını istedi. Komünist L'Humanite dışında hiçbir gazete bu makaleyi yayınlamak istemeyince CGT'nin üyesi matbaa işçileri L'Humanite dışında hiçbir gazetenin yayınlanmasına izin vermedi ve gazeteler o gün basılmadı...(ENGİN ÜNSAL-Aydınlık Gazetesi)







Yalnız insan merdivendir.
Hiçbir yere ulaşmayan
Sürülür yabancı diye
Dayandığı kapılardan.

Yalnız insan deli rüzgar
Ne zevk alır, ne haz verir.
Dokunduğu küldür uçar.
Sunduğu tozdur silinir.


LOUİS ARAGON







Kuş olsun,
İnsan olsun,
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı...


EDİP CANSEVER










Merhaba!

11 Aralık 2016 Pazar

KENDİN OL




"Eğri okla doğru nişan vurulmaz"

AŞIK SEYRANİ





   "Bir zamanlar bir kral vardı; yüzüklü bir kral. Kralın bütün gizli gücü ve büyüklüğü o yüzükte saklıydı."
   Kral yüzüğüne öyle kıymet verir ki, hiç parmağından çıkarmak istemez. Yalnızca, şelalenin yanındaki berrak gölde yıkanırken çıkarır yüzüğünü. O zaman bile, yüzüğü bıraktığı yeri kendinden başkasının görmemesi için elinden geleni yapar.
  "Fakat bir gün banyosunu yaptıktan sonra gölden üzerinden sular damlayarak güneşe çıktığında yüzüğün yerinde olmadığını gördü."
    Şimdi ne olacak?
  "Kral çok hiddetlendi. Fakat aynı zamanda korkuyordu da. Yüzüğü bulana büyük bir ödül vaat etse herkes yüzüğün artık onda olmadığını öğrenmiş olacaktı. Artık kötülüklere karşı korunmasız olduğunu, Afrika'nın en güçlü kralı olmadığını bileceklerdi."
   Kahinlerin en bilgesi Zafusa'dan yardım istedi. Zafusa'nın çözümü, büyüye yer bırakmayacaktı. Banyo yaptığı sırada yanında yöresinde olan herkesi topladılar. Zafusa her birine, ucu mızrak gibi sivriltilmiş birer sopa verdi. Bunların güç dolu olduğunu söyledi. Kimse elindeki çubuğu kaybetmeyecek ve güneş doğarken getirecekti, hakikat o zaman ortaya çıkacaktı.
   Çubukların hepsi aynı uzunluktaydı...neydi bundaki giz?
  Bunu sadece kral biliyordu ve sadece bir kişiye, eşine hakikatı söyledi. Eşi tedbirli davrandı, sadece en sevdiği arkadaşına söyledi. En sevdiği arkadaşı da sadece... Kısa sürede herkes hakikatı öğrenmişti. Hakikat ne miydi?
  "Bu gece hırsızın çubuğu üç parmak uzayacak."
   Gün doğumunda kimsenin elindeki sopa uzamamıştı elbet. Ama birinin sopası üç parmak kısalmıştı. 
  "Hırsız çubuğun geceleyin üç parmak büyüdüğünü sandı, bu yüzden de çubuğunu üç santim keserse bunu kimsenin fark etmeyeceğini düşündü" diye açıklar Zafusa durumu...(Aydınlık Kitap)


NELSON MANDELA
(Madiba Büyüsü)






"Dünya herkese yetecek büyüklükte. Onun için, başkasının yerini kapmaktansa, çalışarak gerçek yerinizi bulun."


CHARLİE CHAPLİN








   "Ben Ernesto'ydum sadece Ernesto, siz de sadece bir şey olarak var olursunuz.
 Che olmayı kendim istedim, siz de inanırsanız olursunuz, inanırsanız."

ERNESTO CHE GUEVARA









Merhaba!



4 Aralık 2016 Pazar

MADENCİLER


GÜLE GÜLE COMANDANTE



"Sevgili Fidel'im,
Bizi bıraktın
ve ben ilk kez
seninle aynı fikirde değilim."

MİKİS THEODORAKİS











   İndiniz mi yerin 1000 metre altına hiç? Ya 500 metre? 100? O halde yeraltından seslerin nasıl geldiğini de bilmezsiniz.
   Peki ya, yeraltından çıkan birinin gözlerine baktınız mı hiç?
   Kapkara suratın arasında parlayan o iki nesnenin çekimine uğramadınız mı hiç?
   Çokkk, çok şeyden uzak yaşamışsınız demek ki.
   Dünyanın çekirdeğini görürsünüz orada.
   10 bin derece sıcaklığı...
   Zifiri karanlığı, ıssızlığın dibini görürsünüz orada.
   Aydınlığın gözleri kör eden güzelliğini görürsünüz orada.
   Ağlayan bebenin sesinde hayatın en dibini görürsünüz.
   Yavuklunun hayalinde Ferhat'ı görür, öyle vurursunuz kazmayı karanlıklara.
   Siz siz olun gazabına uğramayın bunların.
   'Sessiz atın tekmesi pek olur' derler ya, aynen öyle...(MEHMET AKKAYA - Aydınlık Gazetesi)






Ezilen halkı anlamak için komünist, sosyalist, sağcı, solcu, ateist ya da dindar olman gerekmiyor... İnsan ol yeter..!


CHE






   Tarihin elinde bir fotoğraf makinesi vardır. Ben de bilmiyordum, Prof. Dr. Server Tanilli'den öğrendim: Dünyaya gelen her insanın bu makineyle bir kez fotoğrafını çekermiş tarih; ama yalnızca bir kez! İkinci kez, yalvarsan yakarsan, tüm servetini önüne döksen de asla çekmezmiş. Nerede, ne zaman, bilinmez? Her insan, o tek fotoğrafına bakılarak anılırmış ileride, nasıl biriymiş bu, ne yapmış, diye! (SUNAY AKIN)


SERVER TANİLLİ







Bir insanda sevgi ne kadar varsa, o kadar mutlu yaşar dünyada.


TARIK AKAN







Merhaba!

27 Kasım 2016 Pazar

SANAT - EĞİTİM - İNSAN




   Okuyup da ne olacaksın dediler, ilkokuldan sonra okutmadılar. Hep ressam olmak istedi. Annesi, "Köy yerinde ressam mı olurmuş" deyip resimlerini yaksa da eline geçen her kağıda çizmeye devam etti...
   Mahişeker Kaya, karakalemle başlayan resim tutkusunu eşinin desteğiyle büyüttüğünü eşiyle gurur duyarak anlatıyor:
   Rengarenk tablolar çizmeyi çok istiyordum. Ama resim malzemeleri pahalıydı. Ne yapsam diye günlerce düşündüm. Eşim benim için bahçeye turşu malzemeleri ekti. Onları turşu yapıp sattım. Aldığım ilk parayla boya ve tuval aldım. Sanki içimde bir kuş vardı. Hâlâ kırtasiyeye giderken çocuklar gibi heyecanlanıyorum. Sanat benim için hayatın tüm renklerini kapsayan bir alan...


   Mahişeker Kaya, resimlerini yaparken Farid Farjad ve Cem Adrian dinliyor. Kaya, "Sanatsız bir hayat düşünemiyorum. Şiir yazıyorum, kitap okuyorum. Ev işlerinden kalan tüm zamanımı sanata ayırıyorum. Çektiğim zorlukların yanında resim ve şiir bana terapi gibi geliyor. Evimde küçük bir atölye kurdum. O küçük atölye benim dünyam" dedi. (MÜJDE OKTAY - Aydınlık Gazetesi) 









   Fazıl Say'ın annesi Gürgün Hanım evladının nasıl dünya yıldızı olduğunu şöyle anlatıyor:


  "Toplumda Fazıl Say'ın başarısını tamamen doğanın ona bahşettiği üstün yeteneğe bağlayıp parlak sözlerle, süslü edebiyat cümleleri ile sihirli bir yükseliş şeklinde anlatma eğilimi var. Onun başarısını peri masalı gibi anlatmanın kimseye bir yararı yok. Çünkü, bana göre çocuktaki üstün yetenek doğadaki petrol yataklarına benziyor. Evet, eğer ilgilenilmiyorsa doğada petrol yataklarının var olması hiçbir değer taşımaz. Çocuklarda var olan müzik yeteneği ile de ilgilenilmediği takdirde yetenek yok olup gider. Oysa petrolün araştırılması, bulunması ve yeryüzüne fışkırtılması gerek, tıpkı çocuktaki üstün yeteneğin ipuçlarını bulup ortaya çıkartmak gibi.
   Fışkıran ham petrolün nasıl işlenip rafine edilmesi gerekiyorsa yetenekli çocuğun da yetkin hocalar tarafından eğitilip pırıl pırıl parlatılması gerekir..." (Cumhuriyet Kitap)





   Paris Komünü'ne damgasını vuran fikir, "politeknik", yani "bütünsel" eğitimdi, çocuklar öyle eğitileceklerdi ki; kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalkacaktı. Erkek ve kız çocuklar hem teorik hem pratik eğitim alacaklar, hem okula hem atölyeye gidecekler, hem bir aleti ustalık derecesinde kullanabilecekler hem de kitap yazabilecekler ya da enstrüman çalabileceklerdi. Böylece sadece elleriyle değil kafalarıyla da üretmeleri amaçlanıyordu.
   Kömün eğitiminin ahlaki ilkeleri, Paris sokaklarına asılan posterlerde şöyle sıralanıyordu: "Çocuğa başkalarını sevmeyi ve onlara saygı duymayı öğretmek, çocukta adalet sevgisi uyandırmak, kendisine verilen eğitimin herkesin çıkarları düşünülerek verildiğini öğretmek." ( FATİH YAŞLI - BirGün Gazetesi)  







   ...Müzik, daha geniş bakarsak da sanat, bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin tohumları zihinlerine, kalplerine yerleşmiş çocuklar,"birisi" olmanın yollarını insani değerlerde arayacaklardır... ( NURGÜL ATEŞ- Aydınlık Kitap)






   Güzel şeylerde güzel anlamlar bulanlar kültür ve zevkleri gelişmiş kişilerdir. Onlar için umut vardır. 



OSCAR WİLDE
(Dorian Gray'in Portresi)






   Kapitalizm insanı, insan olmaktan çıkarıyor, yerine yalnızca tüketen/sorgulamayan "insan olmayan insan" olarak "The İnsan"ı koyuyor. Oysa gerçek sanatın bir tek temel ölçütü var; insan. Her şey bunun için. Yazın da, sanat da!

HALİT PAYZA







Merhaba!

20 Kasım 2016 Pazar

UMUT VE BAŞARI




   "Amacın başarmaksa zemherinin bahara binektaşı olduğunu bilirsin."

MUHAMMET GÜZEL
(Son Göç)







  Hayat umudun bileğitaşıdır!

NİHAT  BEHRAM










   Anton Çehov dünya tiyatro tarihinin Shakespeare'den sonra sahne sanatına en büyük yenilikleri getiren yazarıdır. Şiirsel gerçekçiliği, psikolojik davranışları, sıradan insan yaşamını oyunlarında en iyi biçimde yansıtan yazarın ilk yazdığı oyun "Martı" adlı tiyatro yapıtıydı.
   Martı 17 Ekim 1896'da St. Petersburg'taki Aleksandrovski Tiyatrosu'nda dünya prömiyeri yaptı. Oyunu, Anatoli Yevgenyeviç Karpov sahneye koymuştu. İlk martı rolünü de çok ünlü bir oyuncu olan Vera Fyodorovna Komisarjevskaya oynadı. Bu ilk gösterimi oyunun yazarı Anton Çehov locadan izliyordu. İlerleyen dakikalarda seyircinin oyunu beğenmeyerek yuhaladığını gördü. Bu tepki haksız değildi çünkü oyuncular ve sahnelenme başarısızdı. Olumsuz tepkiler artınca Çehov gözyaşlarını tutamayarak tiyatroyu terk etti. 
   Daha sonra Moskova Sanat Tiyatrosu'nun yönetmeni Konstantin Stanislavski tiyatrosunda Martı'yı sahneye koymak istedi. Çehov bu konuya sıcak bakmadı çünkü aynı olumsuz tepkilerle karşılaşmaktan korkuyordu. Sonunda ikna olmakla birlikte Moskova'daki prömiyere katılmadı.
   Martı oyunu bu kez öylesine büyük bir ilgi patlamasıyla karşılaştı ki, MST'nin amblemi martı oldu...
  ...Tüberküloz nedeniyle Yalta'da dinlenmekte olan Çehov prömiyerde oyunu izleyemeyince yönetmen Stanslavski ve yardımcısı Vladimir Neviroviç Dançenko oyunu tüm kadro ile Çehov'un dinlenmekte olduğu Yalta'ya götürdüler. Bu kadar ilgi ve beğeni toplayan oyunu yazarının görmemesine gönülleri razı olmamıştı.Oyun Çehov'a Yalta'da seyrettirildi. Çehov iyi duyumları zaten almıştı ama oyunu canlı olarak izlemek onu ayrıca duygulandırdı, mutlu etti. Bu olay sanat dünyasında bir üstada yapılmış en büyük jestlerden biridir... (HAYATİ ASILYAZICI - Aydınlık Gazetesi)



ANTON ÇEHOV









"Asla, kimsenin umudunu kırma! Belki de sahip oldukları tek şey odur."

MEVLÂNA
   








Merhaba!

13 Kasım 2016 Pazar

DOST IŞIĞI





HASLET SOYÖZ
(Fenerler)



   Haslet Soyöz'ün dördüncü sergisi "Deniz Fenerleri"nin sergi albümüne önsöz yazan denizci-gazeteci Meriç Köyatası şöyle diyor:
  "Fenerler denizcilerin can dostudur. Fenerlerle dost olmayan bir denizcinin sonu pek hayırlı olmaz. Ya teknesi kayalıklarda parçalanır, ya da sonsuz deryalarda kaybolur."








   

İBRAHİM BALABAN


   Üç sınıflık köy okulundan mezun olan İbrahim Balaban, resme meraklıydı. 1942 yılında düğün evini basan hasmını öldürdü ve 10 yıl hüküm giyerek cezaevine girdi. Cezaevindeyken önce babası Hasan Çavuş'un cinayete kurban gittiğini; daha sonra da doğum sırasında karısının öldüğünü öğrendi. Doğan çocuğu tek teselliydi ki, onu da çok kısa bir süre sonra kaybetti. Bu acılı yıllarda Bursa Cezaevi'nde Nâzım'la tanıştı. Ona sarıldı. Balaban'ın resme olan ilgisini Nâzım keşfetti ve onun ilerlemesini sağladı:
  "Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi'ne geldi. Ben de oraya düştüm. Orada portreler yapıyordu. Ben de ondan görerek, ondan habersiz portreler yapmaya başladım. Benim portre yaptığımı görünce, beni çırak, talebe olarak kabul etti. Bana dedi ki:
 -Benden daha iyi portreler yapıyorsun. Öyleyse bu boyaların, fırçaların hepsi senin.
  Bir sandık boya..."


   Ayrıca Nazım'dan felsefe, sosyoloji, ekonomi-politik konularında pratik bilgiler de edinen Balaban, yedi yıl süren Nâzım Hikmet'li günlerini "Şair Baba ve Damdakiler" isimli kitabında ölümsüzleştirdi. İkisi de 1950 affıyla özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Arkadaşlıkları burada bitmedi. Nâzım'la beraber İstanbul'a giden Balaban, askerliğine kadar onun evinde kaldı. (Yaşamı Çizgileri/Desenleri Balaban 1, Yayına Hazırlayan: Remzi Oğuz Yılmaz, Bilim Sanat Galerisi) 






 "Dostluk mum gibidir. 
Her yer aydınlıkken belli etmez kendini.
 Bazı şeyler ancak karanlık bastığında görünürler. 
Dostluk gibi." 

ERTÜRK AKŞUN
(On Sekiz Saat)








Merhaba!

10 Kasım 2016 Perşembe

VAZİFE




   Sabaha karşı idi. İzmir'den Süvari Yüzbaşı Sadık geldi. Haberi Dr. Fahri vermişti. İçeriye alındı. "Anlat" dedi Mustafa Kemal Paşa. Yüzbaşı Sadık:
  "Paşam İzmir'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Partisi) mensupları Mahmut Celal Bey ile (Celal Bayar) Süleyman Ferit Bey'i jurnallemişler. (Süleyman Ferit: Eczacıbaşı'nın kurucusu Süleyman Ferit Eczacıbaşı) İkisi de gizli teşkilat kurmaktan mahkemeye çıkarıldılar. Zaten İttihatçı oldukları da malum. Mahkeme Mahmut Celal Bey ile Süleyman Ferit Bey'i dinlemiş ve sonra onlar demişler ki, "Bakın namus demek emperyalizmin vatanımızın işgaline karşı çıkmak demektir. Mustafa Kemal Paşa'nın bir sözü, namus kılıcın keskin ağzındadır deyişi bize kadar gelmiştir. İşte namus kılıcın keskin ağzında, elbet vazifemizi yaparız." (TAYLAN SORGUN - Aydınlık Gazetesi)    





   Mondros sonrası emperyalizmin işgal zamanları...Yüzbaşı Eczacı Celal, Tünel'den çıktı. Asmalımescit'te arkadaşları ile buluşacak, oradan gizli karargâha gideceklerdi. Aralık ayının karlı bir günü. Bir çocuk bir yandan ağlıyor, bir yandan elindeki gazeteleri satıyordu. Bir eli ile gözlerindeki yaşları siliyordu. Ayakları yarı yarıya çıplaktı. Üstü yırtıktı. Yüzbaşı Celal durdu, "Neden ağlıyorsun" dedi.
   Çocuk çatılardan aşağılara sarkan emperyalizmin bayraklarını gösterdi:
  "Babam şehittir, anam öyle söyledi. Zabit amca bu bayraklar bizim değil ki" derken sanki büyük ruh kırgınlığını anlatmış oldu. Yüzbaşı Celal çocuğa bir ayakkabı aldı. Gidiyordu ki o Türk çocuğu arkasından seslendi, "Öcümüz alınacak değil mi zabit amca?" Yüzbaşı Celal, "Gelecek o günler" derken gözlerini siliyordu. Onca cephelerde bulunmuş Yüzbaşı Celal ağlıyordu.
   Gece gizli karargâh. Yüzbaşı Celal anlattı Mustafa Kemal Paşa'ya...
   Mustafa Kemal arkasını döndü, öyle kaldı bir zaman. Ve sonra tekrar döndü, gözlerindeki yaşlar kurumamıştı daha:
  "Namus kılıcın keskin ağzındadır demiştim ya, işte o Türk çocuğunun gözyaşları diyor ki, namus kılıcın keskin ağzında gayrı... Bir daha yemin ediyorum ki, o çocuk zaferimizi duyduğunda intikamı aldınız diyecek zabit amcalarına. Şimdi düşünsünler emperyalizmle işbirliği yapanlar, o çocuğun gözyaşlarının da hesabı sorulacak onlardan." (TAYLAN SORGUN - Aydınlık Gazetesi)



  
   Sabahın erken saatleri, karda çıplak ayaklı çocuklar satmak için gazeteleri almayı beklemekteler. Evlerine üç kuruş ya da bir somun ekmek parası götürecekler. Gazete satıcısı bir çocuk ötekilerin şefi gibi hepsini yanına çağırdı:
  "Bu kağıtları bu gece Beyoğlu caddelerinde dağıtacaksınız ama yakalanmayın!"
   Koynundan bir deste kağıt çıkardı, çocuklara verdi. Kağıtların üzerinde işgali öven, millicilere söven Ali Kemal ile Refii Cevat'ın fotoğrafları vardı ve altlarındaki yazı şöyle idi: "Bunlar ihanet-i vataniye içindeler."
   Sabaha karşı Beyoğlu caddelerinde o kağıtlar vardı. Kapıların önlerine de konulmuştu...
   O gece toplantıda Mustafa Kemal Paşa'ya anlatıldı. Mustafa Kemal Paşa: "Bu çocuklara da borcumuz var. Bu çocukların şehit çocukları olduğunu söylediniz. Onca cephelerde bıraktığımız kabirleri meçhul zabitler (subaylar), Mehmetler... Onlara karşı borcumuz var ve vazgeçilmez namus borcu. Eğer emperyalizmi mağlup edemezsek vazifemizi yapmamış oluruz. Fakat emperyalizm muhakkak mağlup edilecek." (TAYLAN SORGUN - Aydınlık Gazetesi) 





   Esir İstanbul geceleri. Türk mahallelerinde ışıklar erkenden sönmekte ya da azalmakta. Cephelerden yaralı dönmüş komutanlar evlerinde, "Umutsuz olmamak icap eder. Mustafa Kemal Paşa bir şey yapacaktır" demekte.
   Ve bir gece gizli karargâh: Mustafa Kemal Paşa'nın gizli teşkilatına katılmış Harbiye Nezareti'ndeki genç kurmaylar. Dr. Fahri, Yüzbaşı Dayı Maksut, Salih Reis... İstanbul teşkilatlanmasını anlatmaktalar.
   Genç kurmaylar:
  "Paşam, zaferi kazanacağımız muhakkak. Ama ondan sonrası da diyorsunuz."
   Mustafa Kemal Paşa sigarasından derin bir nefes çekti. Her zaman yaptığı gibi gözlerinin içine baktı onların.
  "Evet emperyalizm Anadolu topraklarında bozkırda yakacağımız ateşle mağlup olacak. Ama asıl vazifeler de ondan sonra başlayacak..." (TAYLAN SORGUN - Aydınlık Gazetesi)





  "Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba sarf etmiş, üstün vasıflı, olağanüstü yenilikler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve istilaya karşı savaşan ilk önderdir. İnsan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı yapmayan, benzeri olmayan devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurucusudur."

   Yukarıdaki satırlar bana veya her hangi bir kişiye ait değil. Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın 152 üye ülkesinin oy birliği ile kabul ettiği uluslararası bir metin. Yapılan oylama ile 1981 yılı bütün dünyada Atatürk yılı olarak ilan ediliyor. (SONER POLAT- Aydınlık Gazetesi)  







Merhaba!

6 Kasım 2016 Pazar

GÜLMESİNİ BİLENLER




   Lütfi Akad, "Işıkla Karanlık Arasında" isimli kitabının bir yerinde hayatının en büyük dersini nasıl aldığını anlatır. Yıl 1946. Şakir Sırmalı "Domaniç Yolcusu" isimli filmini çekecek. Lütfi Akad'ın görevi bir çeşit uygulayıcı yapımcılık. Adapazarı'na gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere birileriyle buluşacak. Randevu öncesi kötü gözüken ayakkabılarını boyatmak ister. Taksim Sahnesi'nin önüne sıralanmış boyacılardan birine gider ve sandığa ayakkabısını koyarak. "Çabuk" der, "Acelem var, şişir gitsin!"
   Boyacı eliyle arkadaki boyacıyı işaret eder:
  "Arkadaki arkadaşa geç beyim."
  "Neden, ne oldu ki?"
  "Ben ayakkabı boyarım beyim, bu benim işim. Şişirme istiyorsan arkaya geç!"
   Lütfi Akad. "Hayatımın dersini alıyordum o anda" der ve ayağını çekmeden:
  "Buyur, bildiğin gibi boya, hakkını ver" der...(ERCAN KESAL- BirGün Gazetesi)


ÖMER LÜTFİ AKAD






   Rıfat Ilgaz, oturduğu kahvehaneden Babıâli yokuşunu seyre dalar bir akşamüstü. Hayaller kurduğu esnada, kolkola girmiş iki kişinin ağır aksak hareketlerle, tramvaya yetişmekte olduğunu fark eder. Birbirlerine tutunarak yürümeye çalışanlar, Âşık Veysel ve Yaşar Kemal'dir. Ilgaz neden sonra tanır... Bir tebessümle bakar gidenlerin ardından. "Yarabbim" der "İki adama bir gözü anca vermişsin..." (ERK ACARER- BirGün Gazetesi)


AŞIK VEYSEL
VE
YAŞAR KEMAL



                  




   Vedat Türkali, "Öldüğüm zaman benden hem şair hem de Bir Gün Tek Başına'nın yazarı olarak söz edecekler, canım sıkılıyor buna" dediğinde şaşırmıştım doğrusu. On yıldan fazla zaman geçirdiği Londra'da benim de neredeyse hiç çıkmadığım Finsbury Avenue'daki o evde sohbet ettiğimiz bir akşam böyle demişti. "Neden" diye sormama gerek kalmadan açıklayıverdi: "Şiir yazdım, doğru. Ama benim şiirimize en büyük katkım, zamanında şiir yazmayı bırakmam olmuştur." (MUSTAFA K. ERDEMOL- BirGün Gazetesi)


VEDAT TÜRKALİ






Gülmek kutsaldır. 
Babam Nazizm gelmeden önce her şeyi anlamıştı; 
"Gülmek nedir bilmeyen bir toplum, tehlikeli olmaya başlar" derdi.


DARİO FO









Merhaba!

30 Ekim 2016 Pazar

MEDENİYET DEDİĞİN




   Fransa 1958 yılına kadar sömürdüğü Afrika ülkelerini, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da haraca bağlamış. Fransa'nın bu ülkelerden 'koloni vergisi' adı altında, her yıl yüklü miktarda para aldığı belirtiliyor. Fransa'nın 14 eski sömürgesinden her yıl yaklaşık 500 milyar dolar para aldığı kaydediliyor.
   Fransa'nın Afrika ülkeleri üzerindeki fiili sömürgeciliği bitmiş olsa da malî sömürüsü hala devam ediyor. Fransa, bağımsızlığını kazanmış olan eski sömürgelerinin bütçelerinin büyük bölümünü değişik adlar altında kendi merkez bankasında topluyor.
   Bu ülkelerin yıllık gelirlerinin yüzde 85'i her yıl Fransa Merkez Bankası'nda toplanıyor. Kalan yüzde 15 ile ekonomisini yürütmeye çalışan Afrika ülkeleri, mali sıkıntı yaşadıkları takdirde, Fransa Merkez Bankası'na yatırdıkları kendi paralarını borç olarak almak zorunda. Kendi paralarından borç almaları da kısıtlanan Afrika ülkeleri, bir yıl içerisinde Fransa'ya verdikleri paradan en fazla yüzde yirmi oranında borç alabiliyor. Ülkenin daha fazla borç istemesi durumunda Fransa'nın vetosuyla karşılaştığı kaydediliyor.
   Fransa aldığı bu parayı, sömürge döneminde işgal altında tuttuğu ülkelere inşa ettiği binalar ve altyapılar karşılığında aldığını savunuyor.
   Fransa'nın önceden sömürgesi olan Benin, Burnika Faso, Gine, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo, Ekvator Ginesi ve Gabon, Fransa'ya hala sömürge vergisi ödeyen ülkeler.
   Bu ülkelerin tarihlerine bakıldığında, Fransa'ya vergi ödemeyen liderlerin ya bir darbeye ya da suikaste kurban gittikleri görülüyor. (Dünya Bülteni)









Dogon kabilesi, Afrika'nın Mali Cumhuriyeti'nde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır.




Sahip oldukları ileri derecedeki astronomi bilgileri ile bilim dünyasını hayrete düşürdüler.




Astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.




Dogonlar dünyanın yuvarlak olduğunu bilir, dünyanın güneş etrafında döndüğünü, ayın dünya etrafında döndüğünü , Satürn'ün halkalarını, Jüpiter'in uydularını, Sirius'un aslında tek bir yıldız olmayıp Sirius A, B ve C olarak üçlü bir sistem oluşturduğunu ve bunların birbirleri etrafında 50 yılda döndüklerini bilmektedirler.




Dogonlar'ın bugüne kadar açıkladıkları, aslında bildiklerinin sadece bir kısmıdır.




Gerekli hiçbir teknik araca sahip olmayan ve "uygarlığımızın" ancak 1930'larda temasa geçtiği Dogonlar bu kadar bilgiyi nereden elde etmişlerdi?





Sirius B yıldızının eski zamanlarda bir kızıl dev olduğunu ve bu yıldızın içe çökerek evrenin en yoğun maddelerinden biri olan nötrino yıldızı olduğunu bilmektedirler.




Çadırlar içinde yaşayan ve avcılıkla beslenen bu "ilkel" insanlar, Dünya ve Güneş'in hareketlerini, Jüpiter'in uyduları olduğunu vs. bilmekteydiler.




"İlkel" Dogonlar'ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir.




Bunun son örneği Dogonlar'ın Sirius sisteminde Emme Ya adını verdikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir.




Bunun Popola (Sirius B) 'dan dört kez daha hafif olduğunu, yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluşturduğunu belirtiyorlar ve Emme Ya'nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar.




İlginç şekilde Dogonlar'ın Emme Ya'sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır!
(Milliyet Gazetesi)









Merhaba!