7 Ağustos 2022 Pazar

YALNIZ ADAM: SAİT FAİK

 



  (...) Duruşma görülmeye başladığında buz kesmişti salonun havası.
  "Yazdığın hikâyede emir erinin ayağına çelme taktırmışsın" dedi mahkeme reisi. "Emir erinin elindeki dolmalar yere dökülmüş. Öyle yazmışsın. Bunun manası nedir?"
 "Çelme" hikâyesindeki bütün manayı düşündü Sait. Altı üstü bir hikâyeydi sadece. Tıpkı diğer hikâyeleri gibi insandan bahseden, art niyetsiz, siyasi güdümsüz ve en önemlisi de siparişsiz yazılmıştı. Ne cevap vereceğini bilemiyordu açıkçası. Sorunun mantığı neydi ki cevabının bir anlamı olsun... Acaba yere düşen dolmalar üzerinden mi girmeliydi konuya, yoksa işin özünü olduğu gibi mi söylemeliydi? "Hikâyede bir bok anlatmaya çalıştığım yok. Er yere düştü, dolmalar da döküldü işte. Öküzün altında buzağı aramayın" dese üzerine başka söz söylemeye gerek kalmazdı, doğruya doğru bir savunma olurdu ama bu memlekette ne söylediğin kadar nasıl söylediğin de sonucu değiştiriyordu maalesef. 
  "Efendim..." dedi Sait. Mahkeme reisiyle göz göze geldiğinde tıkandığını fark etti. Fırlak bakışlarını yere çevirdi hemen. "Okununca da anlaşılacağı üzere hikâyedeki olay Birinci Meşrutiyet'te geçmektedir. Bahsettiğim erler de o dönemin erleridir."
  (...)
  Avukat Fuat Ömer Keskinoğlu'nun savunması da yerinde ve güçlüydü. İkisinin konuşmaları gururunu okşuyordu Sait'in.
  Özellikle de Sabri Esat'ın Sait'in hikâyecilik yeteneğini onore ederek yaptığı savunma, kutsal bir hisle doldurup taşırıyordu kalbini.
  "Sait Faik, küçük insan hikâyeleri yazmaktan öte bir gayret içinde olmayan, kendini siyasetsiz insana odaklamış, kendi halinde yalnız bir hikâyecidir. Bahsi geçen teşkilatlardan ne bir tanıdığı olabilir ne arkadaşı. İçine kapanık, yalnız bir hikâyeci için büyük bir beklenti içine girilmiştir yazık ki..."
  Anlaşılmak güzel şey...
 Günün sonunda bu işten de ucuz kurtulmuşlardı ama yine de sevinçli değildi Sait. Buruk bir memnuniyetle çıktı salondan. Hapis yatmaktan kurtulmuştu ama bundan böyle hayatı boyunca büyük bir iş saydığı yazım işine veda edeceğinin sözünü vermişti annesine. Vatanını terk etmek gibi bir şeydi bu. Topraksız, isimsiz, kimliksiz kalmaktı. Hiç yaşamamış sayılmaktı belki de.
  "Artık ağlama..." dedi annesinin yanağından süzülen sıralı yaşları elinin tersiyle silerken. "Verdiğim sözü tutacağım, merak etme. Bir daha yazmayacağım. Hem haklısın. Beş para etmiyor yazdıklarım. Boş yere acı çektiriyor o kadar." 

(ÖZLEM ESMERGÜL / Yalnız hatta Yapayalnız - Destek Yayınları)





Düşlerinizi kovmayın, çünkü onlar gidince belki siz kalırsınız ama artık yaşamıyorsunuz demektir.  

(MARK TWAIN)





  Akşam üstleri Tünel'den Taksim'e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli, -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır- pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapyalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez... Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık... Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybetli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız.
  Bu adam hikâyeci Sait Faik'tir.
 Bir gün, aklımda kaldığına göre, bir pırıl pırıl, cam gibi parlayan sonbahar sabahıydı, ona Kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım.
  - Ne var, ne yok Sait? dedim. Hikâye yazıyor musun?
  - Yok, dedi yaşıyorum.
  Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikâyelerini Sait yazmaz, yaşar. Sait bir dertli, kötülüklerden, aşağılıklardan, cümle bayağılıklardan, kirden iğrenen bir âdem oğludur. O daima iyiliği söylemiştir.
  Dünyaca ün almış Mark Twain derneğinin fahri üyeliğini aldığını duyunca, bu işe Sait'in ne diyeceğini öğrenmek için aradım. O gün öğleden sonra İstiklâl caddesindeki kaldırımdan gittim geldim. Sonra Kadıköy iskelesine uğradım, orada da yoktu. Sait anacığı ile birlikte Burgaz adasında oturur, bindim vapura ikinci gün oraya gittim. Anası Sait'in aynı gün İstanbul'a indiğini söyledi. İstanbul'da tarif ettiğim kaldırımda, ona rastladım. Gene dalgın, sinirliydi. Yüzünden düşen bin parça olur derler ya, öyleydi.
  "Bu iş için ne dersin?" diyecektim, korktum.
  - Merhaba, dedim.
  - Merhaba, eyvallah, dedi.
  - Ne var, ne yok? dedim.
  - İyilik, dedi.
  - Mark Twain... dedim.
  - Aldırma, dedi.
  - Bak, dedim, Sait, biliyorsun ki ben röportaj yaparım.
  - Sonra? dedi.
  - Söyle, dedim.
  Sait beni kırmadı. Teşekkür ederim.
  Ben sual sormadan o başladı:
  - Bana, Mark Twain cemiyeti fahrî üyeliği verildi, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırdım. Dünya edebiyatına hizmet filân etmediğimi söylemeye ne hacet. Bu, üyelik verilebilmesi için uydurulmuş nazik bir sebeptir sanırım.
  Ben aldım, dedim ki: 
  - Senden önce, bu cemiyetin ilk üyesi Atatürk'müş...
 - Biliyorum. Beni sevindiren de işte bu. Atatürk'ten sonra, benim üye olmam, benim için ne büyük bir şereftir. Bir milletin yetiştirdiği en büyük çocuğu ile, o milletin kendi halinde bir küçük hikâyecisinin Amerika'da bir cemiyette buluşmaları küçük hikâyeci için ne bulunmaz şerefli bir fırsattır. Demokrasi de zaten böyle olur. Eğer bu üyelikten memnunsam, bu yüzdendir.
  - Politika... dedim.
  Sözümü ağzımda kodu:
  - Karışmam.
  - Peki, seni bu cemiyete ne sebepten, hangi eserin için üye seçtiler?
 - En büyük devlet adamlarının, başkanların ve başbakanların fahrî veya aslî üye oldukları bir cemiyete beni de seçmelerinin aslı nedir diye düşündüm, şunu buldum: Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek.
  Türk hikâyecilerini temsil ettiğim anlamına alınmasın sakın. Her hikâye yazan ve yayan Türk hikâyecisi kendi şahsında bir dilin hikâyeciliğini yaptığına göre, şahsıma Mark Twain cemiyetinin gösterdiği ilgi ve sevgi daha çok Türk hikâyeciliğinedir gibi geliyor bana. Ben de bu ilgi ve sevgiyi bütün değerli hikâyeci arkadaşlarımla paylaşırım. Kabul ederlerse.
  Kendini bütün dünyaya tanıtmış, sevdirmiş, bir halk çocuğu olan hikâyeci Mark Twain'i ananların içine Türk dilinin bir hikâye yazarını almayı düşünenlere de teşekkür ederim.
   - Mark Twain için ne dersin?
  - Sen de amma sual sorarsın ha. Ne derim? Mark Twain alay edermiş, güldürürmüş, kepaze edermiş, cemiyetteki sahte vakarları, petrol krallarını, pamuk prenslerini, demir beylerini, çelik efendilerini sağlığında. Ölümünden sonra da bir Türk hikâyecisi ile şakalaşmasın mı? Eyvallah Mark Twain!
  Sonra güldü Sait:
  - Daha soracağın? dedi.
  - Eyvallah, dedim.
  Ayrıldık. O, bir sinemanın önünde kaldı. 

17.5.1953

(YAŞAR KEMAL - Bu Diyar Baştan Başa)







Merhaba!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder