25 Mayıs 2025 Pazar

ÜSLUP

 



Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa
Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan
Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla
Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan
Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.

(EDİP CANSEVER - Phoenix) 


***


Gençliğimde Edip Cansever'in kitabını duvara çarptım "böyle şiir mi olur" diye. Babam komünist olduğu için Cansever'i, Nâzım Hikmet'i, Orhan Kemal'i okutuyordu. Benzememi değil, onlar gibi olmamı istiyordu, ikisi farklı şeyler. Bu yüzden İkinci Yeni şiirine de soğuktum. 17 yaşındayım, arkadaşlarımla Bodrum'a tatile gidiyoruz. O zamanlar otobüsler İzmir'in içinden geçiyor. Otobüs bir tren yolunun önünde beklerken gözümü açtım, bir köpek gördüm. Köpek uzaklara bakıyor. Onun baktığı yerlere bakmaya çalıştım, hiçbir şey yok, sadece dağlar. O zaman Cansever dizeleri aklıma geldi: "Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam." Bodrum'a iner inmez bir Edip Cansever kitabı aldım. Ben onu anlayacak kapasitede değilmişim, kabahat bende, ben salağım çünkü. Şairleri anlamıyorsak bizimle ilgili bir sorundur o.


KÜÇÜK İSKENDER


***


Şimdi sıkı durun, gerçek düzyazı ustaları biçemi yani üslubu, simitçi tablası gibi başlarının üstünde taşıyanlardır. Çoğunun da kendi sözcükleri, kendi jargonları vardır. Virginia Woolf, Henry James'in kendi sözcük dağarcığını yaratmadan önce bir takım küçük öyküler yazdığını söyler. 
(...)
Doğrusu biçem denilen parabellum da sabahleyin kalkıldığında yazı masasının üstünde hop diye bulunacak bir nesne de değildir. Onu ele geçirmek için yazarların yüz uyku uyumaları, yüz yaşam devirmeleri gerekir. Bu işte onlara kendilerinden başka kimse de arka çıkmaz. İngiliz romancısı John Cowper Powys, kendi yaşamını anlattığı kitapta şöyle der: 
- Cambridge'de kimse biçem güzelliğini anlamama yardımcı olmadı. Oysa biçemin bir gizi vardır. Onu büyük bir oburlukla atıştırdığım kitaplardan elde ettim.  
(...)
Bir demeye göre Proust da genç yazarlara hep okumayı öğrenmelerini öğütler.
Ona göre insanların çoğu kitap değil, sözcük okur. Yani okumasını bilmez. Yani ham hum hem okur. Yani dandin bakar, dandin okur. Yazarın ne demek istediğini de zırnık çakmaz.
Bu biraz da sadece yazarların ne fink attıklarına bakmalarından gelir. Onların, o fingi atmak için ne terskâfir eliflamlara katlandıklarını, sözcüklerle nasıl pençeleştiklerini, sözcükleri nasıl sustaya getirdiklerini bir türlü umursamazlar.
Oysa, şairlerin ilk adımı sözcükse, son adımı da sözcüktür.
Bir başka deyişle, şair sözcüksel bir hayvandır.

(SÂLAH BİRSEL - Yapıştırma Bıyık,1985) 


***




[Fazıl Hüsnü] Dağlarca, ölümünden kısa süre önce Norgunk'un yöneticisi Alpagut Gültekin'e benimle görüşme isteğini iletmişti, birlikte gittik Kadıköy'deki evine, uzun bir sohbetimiz oldu.
Kitaplarının geleceğine ilişkin kaygılarını paylaştı benimle, neler yapması gerektiği konusunda görüşlerimi almaktı asıl tasası. Sonra daha özel konulara geçtik. Bir ara, durup dururken, "Sen de bir şiir hayvanısın" deyince şaşırdım, bilen bilir mültefit değildi Dağlarca, açıkçası aldığım en anlamlı ödüllerden biri sayarım o cümlesini.

(ENİS BATUR - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: EROL TOYGUN)






Merhaba! 

16 Mayıs 2025 Cuma

ÇOCUK EDEBİYATI

 


Saint Exupéry ölmeden az önce "Çağımdan tiksiniyorum" demiş. Camus bunu yazıyor ama benimsemiyor: "Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da insanı sarabilir zaman zaman. Ama bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız."
(...)
Camus'ye göre "çağımız" dostluk denen değeri yok etmiştir, öldürmüştür. Tiksinti buradan geliyor. Dünyayı yeni baştan kurarken "dostluk"u katacağız harcına... Güzellik, dostluk, aşk. Tiksintiyi yenen güçlerdir bunlar. Bunalımlar bu değerlerin yokluğundan ileri geliyor. Dostu olan, aşkları olan, güzelliği gören bir kişi bunalmaz elbet. Bunalma nedir, onu bile bilmez. Bilmeyince de tiksinmez çağından.
Çağdaş edebiyatın, sanatın "aşksız" kaldığı ortada. Şiirler okuyoruz, havada, boşlukta. Değmiyor, girmiyor, işlemiyor bize. Sözcükler sözcükler sözcükler! Boşuna değil Hamlet'in dedikleri... Sözcükler, harflerden kurulur. İçi boş kalıplardır onlar. Dostluk, aşk, güzellik, o kalıpları dolduran birer anlamdır. Ama yoksa, bulunmuyorsa, görülmüyorsa, tadılmıyorsa kalıplar boş durur hep. Sözcükler havaya sıkılan kurşunlar gibi hedefine varmadan uçuşurlar boşlukta. Bunalımlar, tiksintiler, anlamsızlıklar, saçmalıklar sanata, edebiyata, gündelik yaşama girer. Dünyayı ezen teknik uygarlığın öldürdüğü "insan" dirilecek sanatta bir gün. Romanda, şiirde, öyküde, oyunda "insan"ı göreceğiz. "Troya savaşı, savaş meydanından başka yerlerde oluyor" diyordu Camus. Dünyayı saran bunalım, tiksinti sanatçının, düşüncelerinin dostluk, güzellik, aşk uğruna vereceği savaşlarla yenilip, yok olacaktır ancak.

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat,1968)


***


Çocuk edebiyatı, gün gelecek dünyayı korumak isteyenlerin önemli savunmalarından biri olacak denseydi, sözünüz ya da tepkiniz ne olurdu? Yeni kuşakların, etrafımızı saran şiddetten, zihinlerini ve kalplerini korumanın yolu oralara ekilecek iyi tohumlar ise bunu da çocuk edebiyatından âlâ hangi araçla yapabiliriz? Çocuklarımıza kitap okurken kendi kalplerimize anımsatmak da cabası.

Ülkemizde ve dünyada teknoloji, tıp, tarım vb. alanlarda kayda değer gelişmeler olsa da etrafımızı saran "şiddet" çemberi bir kesim tarafından (özellikle) soluğumuzu kessin diye giderek daraltılıyor. Tepkimiz de sosyal medyamızda ve haber aldığımız kanallarda büyüyor.
Büyüyen toplumsal tepkilerle demokrasinin dördüncü ayağı "kamu"nun ülkemizde görünürlüğünün artması da geleceğe dair umut veriyor elbette, tüm bu canımızı yakan acıyla başa çıkmaya ve yenilerini engellemeye çalışırken. 
Dehşete kapılmamak için de gündemin arasına sıkışmış güzel gelişmelerin haberlerini arıyoruz.
(...)
Sadece ülkemizde değil dünyada da yükselen (yükseltilen) korku duygusu, insanlığı öfkeli, kaygılı, mutsuz kocaman bir kalabalığa eviriyor.
Teknolojik olarak ilerlerken insanlığımız geriliyor. 
Bir arada yaşayan kalabalıkları "toplum" kılan bağları kurmayı gözetirken birilerinin dayatmaya çalıştığı "Her gün daha kötü hayat" algısını söküp atmanın güçlü yollarından biri, çocuk edebiyatı yoluyla taze zihinlere, cesaretle göstereceğimiz nezaketi, sevgiyi ve bunun getireceği mutluluğu aktarmak.

(EMEK YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)


***


Çocukluğun uzun sürdüğü günümüz dünyasında ne büyük olanaktır çocuk edebiyatı yapıtları!
Var mıydı, yok muydu tartışmalarını zor da olsa sanırım geride bıraktık.
Oluyor bir on yıl kadar. "Çocuk Edebiyatımız" başlıklı bir oturumda anısı güzel Sennur Sezer'le yan yana gelmiştik. İlk sözü kendisi almış, ilk tümcesi de "Çocuk edebiyatı diye bir şey yoktur!" olmuştu.
Tıpkı Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (Cemal Süreya), Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (Yaşar Kemal) gibi.
Pencereden Bakan Çocuk Sennur Sezer'e, "Yalnızca bir harflik itirazım var sana. İlk tümcenin son harfini atıyorum!" demiştim de gülümseyerek, "Çocuk elbisesi dikmek için daha mı az terzilik bilgisi gerekir?" diye sormuştu.
Aksine, daha fazlasına gereksinim vardır...

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap) 


***


Bir söyleşide Montaigne'in bir gözlemine değinmiştim:
"Çocukların oynadıkları oyunlara oyun demek zordur. Çocuklar hiçbir zaman oyun oynarkenki kadar ciddi değildirler."
Kanımca çocuk edebiyatına da böyle yaklaşmak gerekir.

(CELÂL ÜSTER - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: Y. BEKİR YURDAKUL)


***


Harfler
Yan yana gelirken
Sözcükleri uyandırır
Sözcükler
Yan yana gelirken
Kimi uyandırır diye
Sordu
Yanıtladı kendini öğretmenimiz
Sözcükler yan yana gelirken
Uyandırır çocukları


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA






Merhaba!

11 Mayıs 2025 Pazar

ESAS MESELE

 


Çocukların gözbebeklerinde karanlık kuyular açılıyor.

Yoğun bombardıman altında trenlere, gemilere bindirilmeye çalışılan çocuk kafileleri. Hangi rıhtım, hangi liman, hangi ülke, hangi zaman? Küçük çantalar, heybeler, çıkınlar. Çocuklarına sarılan kadınlar, analarına sarılan, ağlayan çocuklar; kollarında oyuncak bebekleri, ayıcıkları: Kısacık geçmişlerinden belirsiz geleceklerine taşıyacakları son anılar. Yürüyemeyecek kadar küçükleri kucaklarında taşıyan çaresiz, umutsuz görevliler. Çekiştirilip götürülürken geride kalanlara son bir bakış. Küçük kızın sorgu ve korku dolu bakışı, sarı kafalı oğlancığın gözlerindeki korkuyu, kaygıyı aşmış boş bakış... Binlerce yıl önce, yüzlerce yıl önce, 20. yüzyıl boyunca, şimdi hâlâ... Savaşların çocukları, göçlerin, sürgünlerin, büyük açlıkların çocukları... "Savaşların gerçek mağdurları..."
(...)
Zaman: Binlerce, yüzlerce yıl boyunca her zaman. Yer: Her yer. İspanya'da, Kamboçya'da, Baltık sahillerinde, Leningrad'da, Suriye'de, Irak'ta, Afganistan'da, dünyanın her yanında ateş altında çocuk kafileleri: Kurtarılmaya çalışılan çocuklar... Dipsiz kuyular gibi gözbebekleri... Geçmişlerini silen, yok eden belirsiz gelecek; vatansızlık, köksüzlük, yetimlik bedeline kazanılan kurtuluş; yaşam boyu sürecek, neye olduğu belirsiz, dinmeyen özlem. Geçmişe yabancı, bugüne yabancı, geleceğe yabancı yaşamlar.

Çocukların gözbebeklerinde karanlık kuyular açılıyor.

(OYA BAYDAR - Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı, Can Sanat Yayınları)


***



Avrupa'ya musallat olan hayaletler!

Türlü türlü nedenlerle yersiz-yurtsuzlaştırılan ve sınırların acı yüzüyle karşılaşıp kamplarda yaşamaya zorlanan mülteciler, sığınmacılar ya da Zygmunt Bauman'ın ifadesiyle "hiçliğe fırlatılmış kapımızdaki yabancılar"ın yegâne amacı geçip gitmek. Fakat yarattıkları "güvenlik sorunu" nedeniyle buna izin verilmiyor. Macaristan'ın popülist lideri Victor Orbán, Avrupa'da pek çok insanın bilinçaltında yatanı dışavuruyor bu bağlamda: "Bütün teröristler göçmendir." Örülen duvarlar ve çekilen dikenli teller ise sorunun kaynağını maskeliyor yalnızca.
Niki Giannari, Yunanistan'ın İdomeni bölgesindeki mülteci kampında yaşananlara bakıp haklı ve hayatî bir soru yöneltiyor: "Bir insan nasıl gider? Neden gider? Nereye?" Onların geçip gidememe hâlini "yalnızca tarihi tekrar tekrar aşmak istiyorlar" diyerek özetleyen Giannari'ye Georges-Didi Huberman, "Duvargeçenler" metniyle destek oluyor ve kimilerinin "öteki" kimilerinin "başkası" diye nitelediği mültecileri anlatan Musallat ortaya çıkıyor.

Giannari'nin "musallat hayaletler" olarak ironiyle özetlediği göçmenlik meselesine "tarihsel sürgünlük" diyen Huberman, Giannari'nin tanıklığından ve kamptaki çalışmalarından hareketle eski hayatı terk etme ve yeni hayatı sürdürme gerilimine yoğunlaşırken çekilen bir filmi anlatımının merkezine koyuyor.
Giannari'nin, yakın arkadaşı Maria Kourkouta'yla beraber İdomeni'de çektiği film, Huberman'a göre "iki öteki arasındaki tanıklığın" bir ürünü: "Avrupa'ya musallat olan hayaletlerin" hâlipürmelali ve "ev sahipleri"nin ruh hâlinin çözümlemesi: "Mültecileri, düşman ülkelerden gelen istilacı kalabalıklar olarak gördüğümüzde, onların yabancılığını düşmanlıkla karıştırdığımızda, aslında daha önce olmuş bir şeyi aklımıza getirmeye çalışıyoruz demektir: Kendi soy ağacımıza ait olup bastırdığımız bir şeyi. Bu şey, hepimizin göçmen çocuğu olduğumuz ve 'uzaklığına' rağmen (kuzenlerden bahseder gibi), göçmenlerin yalnızca geri dönen atalarımız olduğudur."
Giannari'nin görüntülediği kampta yaşayanlar birer "hayalet"; Huberman'ın deyişiyle asla "saf" veya "arî" olmayan Avrupalıların "aile içindeki yabancıları".
(...)
Huberman, oraya bakarken zihnimizi zorlayan bir yorumla çıkageliyor yine: "Asıl mesele, 'Avrupa'nın hayaletleri'nin şunlar mı, yoksa bunlar mı -Yahudiler, paganlar, Bizanslılar, komünistler, Müslümanlar, paryalar, sömürgeleştirilmişler ya da başkaları- olduğu değildir. Esas mesele, Avrupa'nın neden hayaletler ürettiğidir."

(ALİ BULUNMAZ - BİRGün Kitap)







Merhaba!

3 Mayıs 2025 Cumartesi

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

 

"Yaşamın her anı ayrı güzellikteydi.

Onun en küçük bir parçasını bile pişmanlıklarla berbat etmeden,

büyük bir içtenlikle ve doyasıya yaşamalıydı insan."


ERHAN BENER
(Gece Gelen Ölüm)


***


Montaigne, "Yaşantınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Yaşamın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Öyle uzun yaşamışlar vardır ki pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın, doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin iradenize bağlıdır" demiş.
Unutulmaz bir ilke bu: Yaşamın değeri uzun yaşanmasında değil iyi yaşanmasında. Burada "iyi" rahat, zengin yaşamak anlamında değildir. Yararlı, olumlu yaşamak anlamındadır. Yeryüzü üstünde belirli bir süre içinde yaşayıp geçiyoruz. Kırk yıl, altmış yıl, bilemedin yüz yıl. Nedir bunca yıl? Günler, yıllar nedir? Kendi kendimizi aldatışımızın ölçüleri. Gün demişiz, yıl demişiz. Oysa evrenin büyüklüğü içinde ha bir yıl, ha yüz yıl, nasıl olsa hepsi geçip gidiyor, bir gün hiç yaşamamışız gibi geliyor. "Yaşantınız nerede biterse orada tamam olmuştur" sözü hepsini özetleyivermiş.
Mayıs ayında ölümden söz açmak garip biraz. Doğa gençleşiyor bu ayda. Ağaçlara bakın, otlara bakın, insanlara bakın. Bir diriliş, bir uyanış. Mayıs ayı sevi ayı. Mayıs ayı mutluluk ayı. 
(...)
Bir Mayıs günü Ataç bakın "Günce"sine neler yazmış: "Yaşamak. Gerçek olan tek zenginliğimiz bizim, sevince, acıya, sevgiye de ancak onunla eriyoruz, onu yitirmedikçe umuda, her türlü umutlara hakkımız var demektir. Hiç olmazsa hayaller kurarız... Yaşamak... Siz ki, insan olsun, eşya olsun bütün gördüklerinizi iyi kötü diye, güzel çirkin diye ayırmaya kalkıyorsunuz, görmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Yaşamaktan başka bir şey yoktur dünyada, yaşayan, yaşamış olan her insan, her şey iyidir, güzeldir." 


NURULLAH ATAÇ


Mayıs ayı şairlere, yazarlara, sanatçılara esinler getiren bir zaman parçası. Ataç da, Sait Faik de yaşamayı severlerdi. Esendal da, Hisar da... Yaratan kişi, yaşamayı sevmez mi hiç? Sait, "Çeşm-i bülbüller gibi yaşıyorsun" demişti. Yaşamak sevinciydi duyulan her öyküsünde. Ama 1952'nin 16 Mayıs'ı Esendal'ı, 1954'ün 11 Mayıs'ı   Sait Faik'i, 1957'nin 17 Mayıs'ı Nurullah Ataç'ı, 1963'ün 3 Mayıs'ı da Hisar'ı yaşamdan koparıp aldı. Acımadan, bir an duraklamadan!
(...)
Hisar'ın ölümünden sonra duydum. Haziran ayı içinde kiracı olarak oturduğu kattan çıkartılacakmış! Ev sahibi ile öyle anlaşmış. Hisar gibi yaşlı, titiz bir insan için yıllardır oturduğu bir evden çıkmak ne kadar güç, ne kadar dertli bir iş! Şöyle diyormuş: "Haziran'a kadar ölsem, ne iyi olur." İşte mayıs ayı yitiklerinden birinin son günleri. Bırakılmış bir köşede, neredeyse unutulmuş, hasta bir yazar. Kalıcı yapıtlar yazmış, yarınlarımıza sunmuş. Ama unutmuşuz, bir yanda terk etmişiz. Kimsesiz, yalnız ev taşımak derdiyle ölümü özlemiş o da. Hisar'ın bu sözleri çok dokundu bana. Anlamlı göründü. Toplumumuzda sanatın, sanatçının yerini göstermesi bakımından...


ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR


Mayıs ayı yitiklerini teker teker gözümün önüne getiriyorum. Esendal'la bir defa görüşmüştüm. Anılarını dinlemiştim. Anılar diyorum ya, bunlar ya yazılmış ya da yazılacak Esendal öyküleriydi. Sultan Hamit çağına ait anı-öykülerdi. Bir yıl geçmeden Esendal öldü. Hep birlikte cenaze törenindeydik. Yağmurlu bir mayıs günüydü. Ne çok yağmur yağmıştı o gün! Mezarlıktaki tören bir an önce bitsin diye beklemiştik. Sonra gene böyle bir yağmurlu mayıs günü Sait Faik'i mezarına götürdük. Çamur içindeydi her yer. Ataç da birkaç yıl sonra çekti gitti. Baharı o kadar seven Ataç'ın mayıs ortasında dünyayı bırakıp girmesi anlamlı değil mi?
(...)
Meyva nasıl çekirdeğini içinde taşırsa, biz de kendi ölümümüzü öyle içimizde taşırız. Mayısmış, nisanmış, hepsi boş. Gerçek, ölüme karşı koyan kalıcı yapıtlar bırakmak, gerçekten ölmemek. Ataç'lar, Sait'ler, Hisar'lar, Esendal'lar gibi olabilmek...

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat, 1968)






Merhaba!

1 Mayıs 2025 Perşembe

"AYDIN"

 


"İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır."

(JEAN-PAUL SARTRE)


***


Yazarın aydın kimliği ile sanatçı yaradılışını biraz ayrı düşünmek gerekir. Edebiyat eseri -gerçekten edebiyat ise ve lise kompozisyonu değil ise- uzun soluklu bir emek sonucunda doğar; oysa acil durumlar acil tepkiler talep eder ve tepkiyi veren, yazarın "aydın yurttaş kimliğidir". Eserinde toplumsal bir eleştiri dile getiriyorsa, yazar bunu kendi meşrebinde yapacaktır, çünkü edebiyat bir yanıyla toplumsal, bir yanıyla fevkalade özneldir.
Yurttaş kimi kez tepkiyi sadece aydınlardan bekler. "Aydın" dediğimiz gökten zembille inmez; sadece malumat sahibi olmakla da aydın olunmaz. Aydın dediğimiz birey, cehaletten sıyrılmaya gayret etmenin insan onurunun ayrılmaz bir parçası olduğunu kavramış kişidir; Kant'ın meşhur deyişini tersinden okursak, aklını kullanmaktan ve vicdanını dinlemekten ürkmenin bir tür onursuzluk olduğunu hisseden kişidir, aydın.


(ERENDİZ ATASÜ - BirGün Kitap)


***


1.
Tarafsız aydınları
yurdumun
sorguya çekilecek
günün birinde
en basit insanları
tarafından halkımızın.

Soracaklar onlara
ne yaptılar diye
ağır ağır ölürken
ulusları,
tatlı bir ateş gibi
ufacık, bir başına.

2.
O gün
basit insanlar,
tarafsız aydınların
kitaplarında, şiirlerinde
yer almayanlar,
her gün ekmek getirenler onlara,
süt getirenler,
çörek ve yumurta getirenler,
giysilerini dikenler,
arabalarını sürenler,
köpeklerine, bahçelerine bakanlar,
onlar için çalışanlar,
gelip soracaklar:
"Ne yaptınız
acı çekerken yoksullar
içlerindeki sevgi
ve yaşam sönüp giderken?"


OTTO RENÉ CASTILLO







1 MAYIS
İşçinin ve Emekçinin Bayramı
Kutlu Olsun!