27 Mart 2025 Perşembe

MUHSİN ERTUĞRUL

 

İhtilal

Türkiye tiyatro sanatı kemiyetten uzun ve ağır bir gelişim sürecinden sonra, keyfiyetten bir sıçrama hareketi yapmıştır. Bu sıçrama hareketi 1924 senesinin 20 Kasım gecesi saat dokuz buçukta ilk perdesi açılan İhtilal piyesinin, ilk anında gerçekleşti. İhtilal piyesini sahneleyen Ertuğrul Muhsin bize Türk sahnesinin inkişaf edeceği yeni seyri gösterdi.

Evvelki gece Muhsin çok güzel oynadı. Muvahhit, Galip, Behzat, Vasfi, Hazım, M. Kemal, Atıf, Mahmut, Kınar, Neyyire Neyir, Aznif, Cemile, hepsi, hepsi çok güzel oynadılar. Çünkü sahnede rejisör Ertuğrul Muhsin'in mesleki bilgisi vardı. Binaenaleyh dün gece İhtilal piyesini anlamayanlar, yeni ve hakiki sanat ve sanatkâr kavramını idrak edemeyenlerdir. O birkaç kişi anlamadı; fakat halk anladı. Yazılış itibariyle halkımıza verilen tiyatro terbiyesine taban tabana zıt olan bu piyes eğer dün akşamki yeni ve kudretli mizansen içinde geçmeseydi, halkın onu sonuna kadar dinlemesi kabil olmazdı. Yine o birkaç kişi, piyesin bazı yerlerinde, halkın lüzumsuz yere gülmesini, dekorun, oyunun ve oyuncuların acayipliğine heveslenmelerinin bir neticesi addediyorlardı. Hâlbuki halkın tiyatro zevkini, şuurundaki tiyatro mefhumunu, tiyatro terbiyesini bozan ve ona bazen çocukluklar yaptıran amil, o birkaç kişi gibi sanatkârların halk üzerinde senelerden beri bıraktıkları kötü ve zevksiz tesirdir.

İhtilal piyesini sahneye koyan Ertuğrul Muhsin, Türk sahnesinde bir ihtilal, bir inkılâp yaptı. Muhsin ve arkadaşları, yani Türk sahnesinin inkılâpçıları, her nevi irticaa karşı amansız bir mücadele açmalıdırlar. İstikbal yalnız hakiki sanatın ve hakiki sanatkârlarındır.


NÂZIM HİKMET
(Akşam Gazetesi, 22 Kasım 1924)


***


Türkiye için 20. yüzyılın özelliği, genellikle orta ve küçük adamlarla, sonradan görme ve türedilerin yüzyılı olmasıdır. Halklaşma sürecinin hızlanmasıyla birlikte, toplumsal birikimsizliğin sonucu olarak beklenmedik bir düzey düşüklüğü çıkmıştır ortaya.

Bu düzey düşüklüğünün ezip kemirip yok edemediği ve bir türlü boğuntuya getiremediği büyük çaptaki üç-beş değerden biri de Muhsin Bey'di.

Geçmişinde ne düz yazı, ne de tiyatro geleneği olmayan bir toplumda, akıl almaz bir kuyumcu yontuculuğuyla uğraşa-savaşa, sahne sanatını, ucuz şaklabanlıklardan arıtarak, Türk ortamı içinde evrensel tahtına mıh gibi oturtmayı bilmiyorum nasıl başardı.

Türkiye'nin iki yüz yıldan bu yana tüm didiniş ve çırpınışlarına karşın Şark bataklığının içinden bir türlü kurtulamaması yanında, sanatta gösterdiği çağdaş atılımlar gerçekten şaşırtıcıdır.

Türkiye'den sonra Japonya'ya kadar uzayıp giden Asya toplumlarının hiçbirinde, ne şiir, ne düz yazı, ne tiyatro, ne resim, ne yontu Türkiye'deki kadar gelişmemiştir.

Ne var ki, Türkiye'nin 20. yüzyılında siyasal alana tam bir damping yapan küçük adam furyası, kendi düzey düşüklüğünün karmanyolasında, yaratıcılarla boğaz boğaza gelmişler ve Asya toplumlarına oranla ilginç bir ayrıcalık gösteren Türk sanat dünyasını bozkır vandalizminin pençesi altında ezmeye kalkmışlardır.

Başka bir deyimle Türkiye'nin Şarklı yönü, çağdaş yönünün gırtlağına yapışmıştır. Nice nice altın beyinler, kahırlardan kahırlara itilmişler, rezil, perişan edilmişlerdir.

Muhsin Bey, bütün bu kavurucu Sam fırtınalarına insanüstü bir güçle dayanan, üç-beş mucize adamdan bir olarak gelip geçmiştir yaşadığımız yüzyıldan...

Ben doğduğum zaman, 35 yaşındaymış Muhsin Bey. Çocukluğumda resimlerini görürdüm dergilerde. Ertuğrul Muhsin, sahnelerle perdelerden taşarak en kuytu evlere kadar yayılmış bir efsaneydi. İlk gençliğimde ise aklımdan bile geçmezdi onunla tanışıp dost olacağım. Bazen Tepebaşı'ndaki tiyatrodan çıkarken görürdüm onu. Bir yıldıza bakar gibi, uzaktan hayranlıkla bakardım kendisine...

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, Ankara'da gazeteciliğin sonu gelmez eziyetleri içinde, tiyatroyla da uğraşmaya başladım. Yaşım 24-25'ti. Devlet Tiyatrosu Edebi Heyeti oyunu [Trapez] kabul etmiş, bana da bir mektup göndermişti. Ama oyun bir türlü repertuara alınmamıştı. Oyunu sahnede görebilmek için içim içimi yiyordu. Muhsin Bey, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü idi. Arada sırada Genel Müdürlükteki tanıdıklarıma uğruyor, durumu öğrenmeye çalışıyordum.

-"Merak etme, oynayacak, oynayacak!" diyorlardı.

O geliş gidişler arasında tanıştım Muhsin Bey'le. Öyle bir yakınlık gösterdi ki bana, kendimi tiyatroya gazetecilikten çok daha bağlanmış bulmaya başladım. Muhsin Bey, Tiyatro Dergisi için bir yığın çeviri veriyordu bana, o ince kibar sesiyle de:

-"Hemen yap, getir!" diyordu.

Muhsin Bey'i hoşnut etmek için evde sabahlara kadar çalışıyor, en uzun çevirileri yirmi dört saatte bitirip, Muhsin Bey'e sunmaya koşturuyordum. Ama aklım hep Trapez'in ne zaman oynayacağında idi. O ise, hiçbir şey söylemiyordu bu konuda. Mevsimin sonu geliyordu. En sonunda Muhsin Bey'in bizim oyunu oynatmaya karar verdiğini öğrendim. Ama bu konudaki isteksizliğini de seziyordum. Beni kırmamak için bir şey söylemiyor ama aslında kalabalık olmayan başka bir oyun yazmamı bekliyordu!

Ve "Çemberler"i yazdım. Son tabloyu bitirmeden de heyecanla alıp götürdüm piyesi. Oyun yazmak ayrı bir iş, oyunu Muhsin Bey'e okuyabilmek ise çok daha ayrı bir işti. Yorgun olmadığı bir günde, birkaç saatliğine boş zamanını bulmak kolay değildi. 

Ama Muhsin Bey, bir yazarın ne olduğunu bilen bir adamdı. Koltuğumun altında Çemberler, güz yaprağı gibi tir tir titrediğimi görünce:

-Haydi, oku bakalım! dedi.

Ve başladım okumaya...

-Hah, işte bu olmuş! dedi. Sonu nerede?

-Evde unutmuşum sonunu, koşup getireyim hemen.

-Git, getir!. 

Sonu yazılmamıştı ki. Yıldırım gibi koştum makinenin başına ve o hızla son tabloyu yazıp döndüm Muhsin Bey'in yanına...

Ve yeni sezon, Çemberler'le açıldı. Perdeyi de kuliste eski bir geleneğe uyarak, bizzat Muhsin Bey açmıştı.

(...)

Ehramlara, Süleymaniye'ye benzer, anıtsal bir adamdı Muhsin Bey. Bizim toplumdan böyle bir insanın çıkmış olması hem kıvanç hem umut verirdi içime. Paraya pula önem vermemiş ve Türkiye gibi olumsuz koşulların kanserleştiği bir yerde, yetmiş yıl tiyatroyla uğraşmış, yetmiş yıl tiyatro yaratmıştı.

Tükürüklü cücelerin üstünden kuyruklu bir yıldız gibi ağır ağır geçip gitti Muhsin Bey.

Sanırım kolay kolay bir daha gelmez öylesi.

(ÇETİN ALTAN - Gölgelerin Gölgesi,1981)




Dünya Tiyatro Günü kutlu olsun!


23 Mart 2025 Pazar

UMUT VE DİRENİŞ

 


SENNUR SEZER

İlk şiirinden son şiirine şair, "şiir ömrü"nü "insanın ömrü"yle sınadı. Umutla yazdı, aşkla düşledi, şairin özgürlüğünün yeryüzünün özgürlüğü olduğuna inandı. Özgürlükleri için yazdığı insanlar, yalnız kendi ülkesinin işçileri, emekçileri, yoksulları değildi. "Bir sözle kuruldu dünya; hep o sözü aradım ve buldum: Emek." dedi ve "emeğin şiiri"ni usul, ipeksi, içten, sabırlı, direngen, taze, gündelik sözcüklerle işledi. İnsanın kötülüğünü ancak böyle bir şiirin silip süpüreceğine, korkunç acılarla kıvrandığımız günleri, geceleri sevdayla ve şiirle kısaltacağına inandı.

 (Çıngıraklı Sokak Şiir Gazetesi)


Burda ya da Angola'da hep aynıdır insanlar
Sevilmek ister kadın,
Çocuk doymak, korunmak,
Erkek iş ister ellerine
Ve dinlenebilmek
Eve dönünce
Burda ya da Angola'da
İnsan insanca yaşamak ister sözün kısası.
Oysa sayın bayım,
Ölüler verdiniz
Ölüler veriyorsunuz her gün bize
Açlık ve dayak ölüleri
Kurşun ölüleri
Ağlayalım diye.

Bakın bayım,
Gök her yerde mavi
Orda ya da burda.
İnsan sever alabildiğine göğü görmeyi
Oysa mavi kalmıyor bize
Hapisanelerimizde, iş yerimizde ve evimizde
Sizin duvarınız yüzünden sanırım
Ya da balkonlarınız kapatıyor mavimizi.

Adı bilinen bilinmeyen her ülkede
İnsan bir gariptir bayım
Siz pek bilemezsiniz sanırım
İnsan hep aynıdır,
Önce küser mavisiz ve ekmeksiz
Sonra kızar işsizliğe ve ölülere
Yaşamaya mecbur değildir elbet
Ama yaşamaya mecbur olmasa bile
Yaşatmalıdır çocuklarını
İnsan düşünmeye başlar bayım
İnsan konuşmaya başlar
Ve alışır direnmeye...

(SENNUR SEZER)

***

"Kapitalizmin dünyasında yaşıyoruz.
Gücü sarsılmaz ve kaçınılmaz gözükebilir.
Ama bir zamanlar, kralların ilahi hakları da öyle görünüyordu.
İnsan eliyle yaratılan her güç, insan eliyle değiştirilebilir."


(URSULA K. LE GUIN) 






Merhaba!

21 Mart 2025 Cuma

VİCDANLI ŞİİR / ŞAİR

 

[B]ugün zorlanır herkes yaşayan şair ismi verme konusunda. Amansız tüketim düzeni, yerküreyi kasıp kavuran şiddet, gitgide gericiliğin kucağına düşen halklar karşımızdayken şiir, geçmişin değerlerine bağlı, geleceği giderek daralan bir ifade türüne dönüşmüş olabilir.


ENİS BATUR
(Cumhuriyet Kitap - Söyleşi: EROL TOYGUN)


***


Klişe bir cümle hâlini almasına karşılık şu gerçek henüz değişmiş değil: Son insan kalana dek şiir varlığını sürdürecektir. Nedeni basit. Şiir insana dair bir şeydir.
(...)
Şiir, her insan için zorunlu değildir deniyor ya, bu da doğrudur. Ya "öteki"ler için?*

(ABDÜLKADİR BUDAK)


Şiir yaradılışın, varoluşun temel ögelerinden biridir. Şiir cevherdir. Bozulmaz, küflenmez, eskimez, ölümsüzdür. 
(...)
Şiirsel metinlerde şairin faydacı durumlara uyum göstermesi hemen belli olur, şöhret için şiir yazanlar baştan yeniktirler. Şiirden para umanlar ise cezalandırılır. Şiir; yazanı takip eder, canlıdır, dinler, yazana bakar, kimin onu benimsediğini izler.
Şiirin hayatını yaşamak hiç kolay değildir. Sana sunduğu yaşam, zorluklarla, çözmen gereken denklemlerle doludur. Matematik ve Ethik bilmiyorsan şiir yazamazsın. Yaşamında her şey olabilirsin ama ben şairim diye dolaşamazsın. Şairler doğar. Sonradan şair olunmaz.* 

(GÜLSELİ İNAL)


Ayrışma ve kopuşlar şiirin genelinde 'ben de şairim, hem de en iyilerinden' böbürlenmesine götürmüyor mu? Bunca savaşın, göçün olduğu, özgürlük haklarının kısıtlandığı, nesnel eleştirinin olmadığı, paranın tek değer olduğu, kıran ve kıyımlara insanların kör, topal, sağır edildiği; şairin neyi, nasıl, kime yazdığını sorgulamadığı, şiir bilgisinden habersiz, çoğunlukla da duygusal ve benzer söylemlerle yazdığı ortamda, elbette şiirde de kaos ve niteliksiz ürünler çoğalacaktır. Yalnızca şiirde değil, tüm sanat dallarında aşağı yukarı bu naylonlaşmayı izliyoruz.*

(ARİFE KALENDER)


Mesele burada. Şair (yazar, sanatçı...) bu durumda nasıl davranmalı? Ne yazık ki yine birtakım postmodern teorik aldatmacalarla (Jean François Lyotard'ın Postmodern Durum kitabı anımsansın) aydınlar teslim alındı. Çağımızda olup bitenlere müdahale eden vicdanlı yazın adamları yok artık. Artık aydınlar büyük meselelerle uğraşmıyorlar. Uğraşanlara da bu olanak tanınmıyor. Küçük insani sorunlara izin veriliyor ve bu tür yazın destekleniyor. Postmodern Durum'da önerilen tamı tamına bu. Zira Tarihin Sonu (Francis Fukuyama) yaşanıyor artık ve bütün dünyada kapitalizmin zaferi kutlanıyor. 
Peki bu açmazda aydın, yazar ne yapmalı? İnsanın bütün sorunlarını mesele eden bir şiirden yana olanlarla sözüm ona geçici sorunlara (insanın daha derin, daha temel sorunlarını dert edinen şiire burun kıvıran, sözde saf şiir yanlıları anımsansın) kapalı, estetiği öne alan bir şiir anlayışı artık genel geçer anlayış halinde. İnsandan uzak bu şiir anlamı da sözcüklerin yan yana rastgele geldiğinde oluşturabilecekleri çağrışıma bırakıyor.*

(METİN CENGİZ)


Çağımız her şeye karşın özgürlükler çağı. Boş bir umut değil bu. Dileyen dilediği şiiri yazmakta özgürdür ama sonuçları çok acı. Görüyoruz işte bundan yirmi-otuz yıl önce insana sırtını dönen şiirin sonunu. Kalıcı olan kalıyor. Diğeri seldir sadece.*

*(Soruşturma - ÇINGIRAKLI SOKAK Şiir Gazetesi, Sayı:1)  



 



Dünya Şiir Günü kutlu olsun!

16 Mart 2025 Pazar

ŞAİRLER DÖVÜŞÜR



ENVER GÖKÇE


Kimi zaman bir şiirin tek bir dizesi, içinizdeki fırtınayı dışa vurmaya, söndüğünü sandığınız tüm volkanları yeniden tutuşturmaya yetiyor.
"Ölüm, adın kalleş olsun!" böyle dizelerden biridir. Enver Gökçe, gerçi genç yaşta kanserden ölen Saffet Hoca (Dil Tarih'te İngilizce öğretmeni Saffet Korkut) için yazmıştı o dizeyi. Ama yine de... Anımsatayım:

Gâvur Müslüman demezdi
Kendisi için bir şey istemezdi
Yatak ölümü beklemezdi
Gitti vadesiz, gencecikken
Yiğitken, güzelken, incecikken

Ölüm, adın kalleş olsun!

Ama yine de Gazze'ye bombalar yağarken, çocuklar ölürken... Plajda oynayan ya da kara harekâtının önüne sipere koşulan çocuklar vurulurken... Çocuklar okulda ya da hastanedeyken... Taş atarken ya da sadece gökyüzüne bakarken, çocuklar öldürülürken... Hep aklımda o dize: "Ölüm, adın kalleş olsun!"
Emperyal güçler kozlarını paylaşırken... Sınırlar yeniden yeniden çizilirken... İşgal edilmiş topraklarda yeni dengeler kurulurken... Ülkeler daha çok daha çok bölünürken... "Böl ve yönet" egemenken... Kim kimi daha çok sömürür derken... Ölüm adın kalleş olsun!

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi) 


***



ENİS BATUR

Smokinli Berduş kitabınızda "Çöküş zamanında gerekli mi şairler" sorusuyla bir yüzleşmeniz olmuştu. Öyle zamanlardan mı geçiyoruz?

Soru, biliyorsunuz, Hölderlin'den çıkmış ama oradan hareketle düzenlenen uluslararası bir soruşturmada çok sayıda şair benzer sıkıntıları paylaşmıştı. O "dün"dü, şimdi bir "bugün" var ki insanda kırıntı umuda yer bırakmıyor.
Savunma bütçesi adı verilen dev kaynakların aslında savaş bütçesi olduğunu bilmeyen kaldı mı? İklim bozgunu, kuraklık, açlık... Ece Ayhan'ın deyişiyle ölüm sivil dolaşıyor ayrıca. Bu durumda, şairin başka zamanları umarak işini yapması tek çıkar yol galiba.

(ENİS BATUR - Cumhuriyet Kitap / Söyleşi: EROL TOYGUN)


***


"Şiirin, aşkın ve özgürlüğün ateşini zorbaların ellerinden almaktır şairlerin tek kutsal işi."

(MUSTAFA KÖZ - Çıngıraklı Sokak Şiir Gazetesi, Sayı:2)


***




Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

(NÂZIM HİKMET, 1947)






Merhaba!

  

9 Mart 2025 Pazar

YARIM AYDINLAR


 "Temiz bir vicdandan daha yüksekte duran hiçbir yasa yoktur."

(KOSTA KORTİDİS)



Ömer Seyfettin, Türk toplumuna özenle şırınga edilen cehalete rağmen okuyarak dünyasını genişletmeyi sürdüren her insana okumayı sevdiren, öykülerine hayran bırakan en büyük edebiyatçılardan biridir. Diyet ve Kaşağı gibi birkaç öyküsü, sanırım her okuryazarın belleğine silinmez harflerle kazınmıştır. 
36 yıllık kısacık ömründe subay olup yurdunu savunmuş, öğretmen olup çocukları eğitmiş, 140 öykü ve 23 şiir yazmış, eserlerinde ağdalı Osmanlıca değil yalın bir Türkçe kullanmıştı. Zaten edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandı. Türkçenin özgünleşmesine öncülük ediyor, emek veriyordu.
Osmanlıca yazan ve hiçbiri artık okunmayan, okununca da önemli bir düşünce üretmedikleri görülen edebiyatçılara yönelik şık eleştirisini şöyle dile getirmişti: "Edebiyatımızın şiarı 'çok laf, az eser!' dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustosböceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin. Değil mi?" 
1850'lerden öteye dünyada başlayan Aydınlanma Türkiye'ye hiç gecikmesiz yansımıştı. Osmanlı toplumunda olağanüstü kültürlü yönderler, bugün olmayan sayıda aydın ve Aydınlanma öncüleri vardı. Kadın haklarından Darwin'in Evrim Teorisi'ne her şeyden haberdar, cehalete karşı bilimden, reformdan yanaydılar.
31 Mart Vakası'nı bastırmak üzere İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nda da Ömer Seyfettin vardı; Kesik Bıyık ve Pire öykülerinde Evrim Teorisi'ne gönderme yapan da oydu.
İşte bu büyük Türk aydınını, özgün Türkçeye yaşam veren insanı anımsayan, anımsatan ve Deli Şair Ömer Seyfettin adlı tiyatro oyunuyla onurlandıran genç meslektaşı, Rum asıllı Türk yazar Kosta Kortidis oldu.
Kosta Kortidis, Türk tiyatrosunun sonuncu en iyisi, tüm zamanların en verimli yazarı. Eserleri 11 dil ve ülkede sahnelenerek uluslararası ün kazanan Türk tiyatrocu. Can kardeşim Mehmet Baydur'un yitiminden sonra Türk tiyatro yazımında açılan boşluğu dolduran sanatçı.
Kosta'nın Deli Şair oyununda, şeker hastası olduğu anlaşılamayıp güçlensin diye meyve ve hoşafla beslenen Ömer Seyfettin, yavaş yavaş körleşen gözleriyle Mustafa Kemal Paşa'ya not yazıyor: "Her Türk evladı! Bu büyük mücadelede yılmadan, vazgeçmeden, her an her daim, sizin izinizde ve sizle; düşmanla mücadele etmeye ant içmiştir! Mustafa Kemal Paşa, siz bu memleketin makûs talihini de değiştirerek yepyeni bir millet yaratacaksınız. Zafer yakındır!"
Vefalı meslektaşı Kosta Kortidis, Ömer Seyfettin'in son günlerini betimleyen oyununda onun şiirlerini kendisi gibi Osmanlı vezinlerinde yazmadığı için şiir saymayan Cenap Şahabettin ile Seyfettin'in yenilikçi biçemini savunan Ali Canip Bey'i tartıştırarak edebiyattaki eski-yeni dil çekişmesine vurgu yapıyor ve özgün Türkçeden yana tavır alıyor.


Tiyatromuzun güçlü değerleri Alper Arık, İlkay Özşen, Dilara Tabak ve Akın Kaplan'ın içselleştirdikleri çok belli rollerinin yanı sıra Kosta'nın da Cenap Şahabettin'i canlandırdığı Deli Şair Ömer Seyfettin oyununu duygulanarak izledim.
Gösteri sonrasında bir araya geldiğimizde, o pırıl pırıl ve yaptıkları işe sevdalı oyuncuların "Biz Türk tiyatrosu, Türk edebiyatı diyoruz..." sözleri, sevinç olup içime aktı. 
Kosta ve Teatro Rudius sanatçıları, Türk dememek için "Türkiye tiyatrosu", "Türkçe edebiyat" ya da "Türkiye edebiyatı" abukluğuyla sanatta bile ırk ayrımcılığı yapan yarım aydın, tam satılmışlara nanik yapıyor. 
Yarım aydınlar, çünkü dişe dokunur eser üretemeden Türkiyeli jargonuyla dünyaya açılmayı umuyorlar. Tam satılmışlar, yetenek yokluğunda küresel emperyalistlerin fonlarıyla geçiniyorlar.
Oysa Türk tiyatrosunu yeteneğiyle yücelten Kosta Kortidis 45 yaşına kadar 23 eser vermiş, yenilerini yazıyor. Oyunları Boşnakça, Lehçe, Yunanca, Farsça, İngilizce, Almanca, Gürcüce, Fransızca, Sırpça, Rusça, Çinceye çevrilmiş ve dünyada sahneleniyor.
Yeteneksiz satılıklara kapak olsun!

(MİNE G. KIRIKKANAT - Cumhuriyet Gazetesi)





Merhaba!