Karikatür: TAN ORAL
Aşağıya baktım, sonsuz beyazlık. Dağlar, tepeler, düzlükler kar altında. Derin vadilerin diplerinde bir kadının örgülü saçları gibi kıvrım kıvrım akıp giden küçük dereler. Aşağıda, çok aşağılarda büyük nehirlerle buluşmaya gidiyorlar ve sonra baraj göllerine. Bu uçsuz bucaksız beyazlıkta yön kavramı kayboluyor, hangi yöne gidiyoruz, şaşırıyor insan. Güneş bir sağımızda bir solumuzda. Helikopter bazen vadileri takip ediyor bazen aşıyor yüksek dağları, alçalıp yükseliyor. Ama ilerliyor durmadan.
(...)
İşte geldik. Köy, daha doğrusu mezra aşağıda. Karda mı yoksa karanlıkta mı kaybolduğunu bilmediğim köy, köyün mezrası, mahallesi. İnsanlar karınca gibi sağa sola koşuşturuyorlar, bize el salladıklarını görebiliyoruz. Bazı evlerin çatıları, bu sonsuz beyazlığın içinde kare kare, kara. Toprak damlar loğla iyice sıkıştırılmış olmalı. İlçedeki evlerin de çoğu böyle, toprak damlı. İlk günlerde epey yadırgamıştım sesleri duyduğumda. Sabah gördüm; insanlar, evlerinin damındaki karları kürüyor ve sonra demirin taşa ya da taşın demire sürtünme sesi, kağnı tekerleri gibi gıcırdaya gıcırdaya ağlıyor. Ağlayan hangisi, demir mi taş mı? Ne o, ne o, insan. Silindir, damdaki toprağın suyunu çıkarıyor. Toprağın gözyaşı. Hayır, evin, evde yaşayanların gözyaşı olmalı...
(...)
Muhtar, çığ altında ceset kalmadığını ve vefat edenlerin hepsinin gömüldüğünü söyledi.
(...)
Çaresizlik, insanın gözünü açıyor. Evet, bu insanlar ne yapabilirlerdi? Gelip gelmeyeceği, hatta olayı zamanında duyup duymayacağı bile meçhul bir savcıyı ve doktoru sonsuza kadar bekleyemezdi ölüler. Mezarlık, az yukarıda, evlerin bir kilometre kadar yakınındaymış. "Uzağında" denilmemesi dikkatimi çekti. Ölüm ne kadar yakınmış diye düşündüm. Uzak olmalıydı ölüm, insana uzak olmalıydı.
(İSA KÜÇÜK / Geçmemiş Zaman - Cumhuriyet Kitapları)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder