"Ülkemizde sanata, sanatçıya hiçbir zaman saygı duyulmamıştır. Hoş; son yıllarda durumda kimi değişiklikler baş gösterdi, ama bambaşka nedenlerden dolayı... Sanat geçici, gençleri baştan çıkarıcı ve aylaklığa sürükleyici bir edim, boş bir etkinlik sayılmıştır. Sanatçıya gelince; toplumun gözünde sanatçı, düpedüz serseridir. Bu, ta kaçgöç dönemlerinden günümüze hep böyledir. Aydın geçinen katmanlar, yerli sanatçıyı enikonu horladıklarından, halk kesimi de, sanatsal gereksinimlerini pek ucuz yollardan kapatır: hafif müzik, best seller listelerinde yer alan kötünün kötüsü çeviri romanlar, televizyon ve ev hanımları için elişinakış. Halk kesiminin yerli sanatla ilgilenmemesi, aydın geçinen kişileri neredeyse sevindirir. Bunu, ikide birde sanatımızın halktan kopukluğuna bağlarlar."
Arkadaşlarım 'Ressam Turan' diye dalga geçerlerdi benimle o zamanlardan...
Arkadaşlarım? Hayır, pek arkadaşım yoktu. Hiç arkadaşım yoktu. Yalnız bir insandım ve melankoliye için için vurgundum. Akademi'den çıkınca vapur iskelesine kadar tek başıma yürür -karşı yakada oturuyordum- vapura binmeden önce, iskelenin bitişiğindeki küçük balıkçı kahvesinde bir süre mutlaka otururdum. Önümüzdeki deniz -hele güney yelinde- silme ak köpük kesilir, martılar yabanıl çığlıklarla bu ak köpüklere dalıp çıkarak balık avlarlardı, martılarla birlikte karabataklar. Ben günün derin gözüken, gerçekte pek boş, pek sığ sanat ve resim tartışmalarından kurtulduğumdan sevinçli, kendi düşlerime dalardım.
Başlangıçta Avrupa'ya, özellikle İtalya'ya, Floransa'ya gidip, bir burs bularak, bir süre resim ve heykel başyapıtlarını yakından incelemeyi düşlüyordum. Tabiî Paris ve Sarah Bernhardt afişleri de benim art nouveau tutkumu doyuracaktı...
Daha öğrenciliğimin üçüncü yılında bütün bu Avrupa düşleri, hatta art nouveau çağrışımlı resimler çizmek, boyamak bana bomboş gözüktü. Sanatçılık, bence biraz da şiirli yaşamayı göze alabilmektir ve her toplumun kendi özgül koşullarından kaynaklanan genel bir şiiri vardır.
(...)
İskele bitişiğindeki kahvede resim yaptığımı bilirlerdi. Zaman zaman oradakilerin portrelerini karakalem taslaklarla defterime çizmiştim. Kahvecinin ben yaştaki çırağı, kaynağını asla çözemediğim bir sanat ve sanatçı saygısıyla -arkadaşlarımın 'Ressam Turan' diye gülüşmelerinden ne kadar farklıydı bu- beni önemser, göz göre göre çayın taze demlisini ilk bana getirirdi. Resmi ona hediye ettim.
(SELİM İLERİ / Yaşarken ve Ölürken - Altın Kitaplar Yayınevi, 1981)
***
"Kahveci olmayı çok isterdim.
Hem gene de istiyorum.
Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun,
oraya kim bilir ne çeşitli insanlar gelip gidecek,
ben onları tanıyacak seveceğim."
Ölümünden az zaman önce bir konuşmada böyle demiş Sait Faik. Kahveci olmak, deniz kıyısında bir kahve işletmek. Bir soruşturmada da vapurlarda bilet kesen bir memur olmak istediğini söylemişti. Öykücü Sait Faik'in özlemleriydi bunlar: Kahvecilik ve vapurlarda bilet memurluğu... Böyle işlerde bir sürecik olsun bulunsaydı, kim bilir ne zengin öykü konuları bulurdu! Ama kahvecilik, bilet memurluğu yapmadan da o zengin, çeşitli insan malzemesini işledi durdu. Bütün kahveler, bütün vapurlar onundu. Tek bir vapurda gidip geleceğine, tek bir kahvede akşamlara kadar oturacağına, bütün vapurlarda, bütün kahvelerde gezdi, dolaştı, insan tanıdı, konularını yaşadı.
Sait Faik, bir bakıma, "Yaşama"nın başka bir adıdır. Yaşamaya en çok bağlı bir kişi, bugün yok, yaşamıyor. Yıllardır yaşam dışı. Sizce yaşamak nedir? diye soranlara şöyle karşılık vermişti: "Balık tutmak, kahvede oturmak. Yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu'nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle bir hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim." Bu satırlar Sait Faik'in gerçek kişiliğini çizmeye yetiyor. Bütün gün avare gezen adam, hiçbir şeye bağlanmayan adam, kahvede oturan, balık tutan, köpeğiyle dolaşan bir adam. Böylesine serseri derler toplum düzeninde. Ama bu serseri ölmez şeyler söylüyorsa, kalıcı şeyler çiziktiriyorsa, ona başka ad verilir, büyük sanatçı denir ona.
(...)
Sait Faik'in, kahve açmak, vapurlarda bilet toplamak gibi işlerde hayatını kazanmak isteği bir fantezi olmaktan ileri gidebilir miydi? Gidemezdi, o her gerçek yaratıcı gibi, bütün insanların, bütün işlerin, bütün yaşamların serüvenini duymak, yaşamak, duyurmak, yaşatmak zorundaydı. Belirli bir yaşam süresi içinde gördüğü, bildiği, anladığı, duyduğu anlamları, duyguları, düşleri bizlere, gelecek kuşaklara, insanlığa bırakmak onun göreviydi. Zaman zaman kırılsa da, bezse de, bıksa da bu görevi yerine getirecek, ölmez bildirilerini küçük öyküler halinde beyaz kâğıtlar üstüne dökecekti:
"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat, 1968)
(Yolunuz aydınlık olsun sevgili SELİM İLERİ)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder