1 Haziran 2020 Pazartesi

BU HASRET BİZİM




   Yıl 1988, Altay Dağları'ndaydım. Moğolistan, Sibirya ve Çin'in birbirine iyice yaklaştığı sınır bölgesinde... Önümde uzanan düzlükler, birbiri peşi sıra yükselen dağlar ve çevremdeki sonsuz boşluk, bana "dünyanın öbür ucundayım" duygusunu veriyordu.
   Türkolog arkadaşım Vera Feonova ve ben o zamanlar Sovyetler Birliği'ne bağlı, Gorno Altaysk özerk bölgesinde dolaşıyorduk. Gittiğimiz köy ve kasabaların kültür merkezlerinde Türkiye, Türk kültürü üzerine konuşmalar yapıyordum. "Şişman güvercinim" dediğim Vera, Türkçe Rusça çevirileri yapıyordu.
   Yine bir gün bir kasabadan ötekine giderken cipimiz yolda kaldı. Sürücümüz elinde boş bir benzin bidonuyla yollara düştü. Hava kararmak üzereydi. Bu uçsuz bucaksız düzlükte, yolda kalmış aracımızın başında yardım gelmesini bekliyorduk. Ne gelen vardı, ne giden... Görünürlerde de ne köy, ne kasaba... Kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında, yola benzemeyen bir yoldaydık... Güneş iyice alçalmıştı.
   Bir ara, uzakta bir karartı belirdi. Karartı yaklaştı, yaklaştı... Bu bir traktördü. Traktörün arkasındaki kasadan iki köylü kadın, altı çocuk, bohçalarıyla indiler. Traktör yoluna devam etti. Kadınlar, çocuklar ve bohçalar, yolun öteki yanına tam karşımıza yerleştiler. Karşılıklı bakışmaktansa yanlarına gittik. Vera onlarla Rusça konuşuyordu. İki saat sonra oradan geçeceğini umdukları otobüsü bekliyorlarmış. Birlikte beklemeye başladık...
   Vera, benim Türk olduğumu söyleyince, önce pek inanmadılar. "Madem Türk, hele bir Türkçe konuşsun" dediler. Benim Türkçemle, onların Türkçesi çok farklıydı. Vera'nın çevirileriyle anlaşıyorduk. Ama yine de kimi sözcüklerin aynı olduğunu bilecek kadar yörede kalmıştım.
   "Bir, iki, üç..." diye saymaya başladım. 
   "Yok bunu herkes bilir, başka şeyler söyle" dediler...
   Başka şeyler söyledim. Yine inanmadılar. Ne dediysem bir türlü ikna olmadılar. Bir ara aralarında tartışıp durdular. Sonunda Vera'ya "Sor bakalım bu Türke, Nâzım Hikmet'i bilir miymiş? Gerçekten Türkse, Türkiye'dense, bize Nâzım'dan bir şiir okusun" dediler.
   Ve işte 1988 yılının 9 Ekim Pazar günü, akşamın saat sekizinde, Sibirya'nın en güneyi, Moğolistan'ın en kuzeyinde, Altay Dağları'nın uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez bir vadisinde, iki köylü kadınına ve her yaştan altı çocuğa Türk olduğumu kanıtlamak için Nâzım'dan dizeler okurken buldum kendimi...
  Yüzlerinde gülümsemeyle dinlediler. Sonunda hepsi birden boynuma sarıldılar. Yeryüzü mucizelerle doluydu! Dünyanın öbür ucunda, bir dağ başında, Altaylı iki kadına ve çocuklarına Türk olduğumu kanıtlamak için Nâzım Hikmet'in şiirine sarılışımı hiç ama hiç unutmadım, unutmayacağım...
  Nâzım Hikmet'i hapse atanları, eserlerini yasaklayanları, vatandaşlıktan atanları dünya tanımıyor, tanıyanlar da lanetliyor. Ama o, 118 yaşında yaşamayı sürdürüyor ve sürdürecek.
   Kendisi zaten Piraye'ye mektubunda yazmıştı:
  "Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuşlar umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Halbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme." (ZEYNEP ORAL, Cumhuriyet Gazetesi - 16 Ocak 2020)  




***








    Nâzım Hikmet sorar:
    Başlayayım mı Üstad?
    Bedri Rahmi yanıtlar:
    Başla Reis!
   Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Bu kaydı çok iyi saklayın, aman ha!" diye vasiyet ettiği kayıttaki ses Nâzım Hikmet'e ait. 1960'ların teknolojisi bir makara bantta tam 50 yıl bekledikten sonra Nâzım ülkesine sesiyle de olsa dönüyor...
   Bedri Rahmi ve Nâzım Hikmet 1961 yılında Paris'te bir araya geliyorlar. Bedri Rahmi "Patırtı yapmayın" diyerek başlıyor "Yeşilden, mordan, pembeden" şiirine, sonra Nâzım'a bırakıyor mikrofonu:

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da.
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum. 

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
açlıktı, susuzluktu demiyorum
sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil
giderilmesi imkânsız bir şey
ne sevinç ne keder
şehirlerle, bulutlarla, türkülerle de ilgisiz
içimdeydi dışımdaydı.

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan
hasretten gayrı.


   Nâzım tam elli yedi şiirini teybe okur. Bedri Rahmi ülkeye dönerken yasaklı şair Nâzım Hikmet'in kayıtlarına el konulmaması için özel önlemler alır. Evini sık sık ziyaret eden polislere karşı "Mor" şiirini okuyarak kendi sesini Nâzım'a siper eden Bedri Rahmi, kayıtları oğlu Mehmet ve gelini Hughette Eyüboğlu'na bırakır. Kayıtta Nâzım'ın Vera'ya söylediği ve Eyüboğlu'nun vasiyeti haline gelen sözleri de yer alıyor: 
   "Sana tüm şiirlerimi banda kaydedeceğim. Yaşamımın tüm sesi seninle kalsın... Sonra Türkiye'ye de ver bu sesi. Bizim barışmamız ölümümden sonra olacak. Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım."



Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani... 







Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna'dan,
işitiyor musun?
Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan, 
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,
işitiyor musun?
Memet! Memet!






Merhaba!

     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder