12 Nisan 2020 Pazar

ELDE VAR UMUT









   Osmanlı 1402'de Timur'a yenilir. Toprağa bağlı yaşayanların sömürüsüne dayalı imparatorluk düzeni bu yenilgiyle kontrolü elinden kaçırmıştır. Halk yoksulluğun ve adaletsizliğin pençesindedir. 
   Kazasker olan Şeyh Bedrettin âdil bir üretim ve paylaşım düzeninden yanadır. Bedrettin'i kendilerine pir sayan Börklüce Mustafa ile Türk, Yahudi, Rum, her dinden müritleri hakça bir düzen için İzmir yöresinde harekete geçerler. Düsturları ise, "Benim olan senindir." Schefer'in romanının izleği de bu felsefe üzerinde temellenir. 
   Osmanlı için on binlerin isyanını bastırmak kolay olmamıştır. İlk iki kuşatma ve saldırıda yenilen Osmanlı üçüncü saldırı için Anadolu ve Rumeli'den topladığı 180 bin kişilik ordusuyla Börklüce'yi yakalatıp çarmıha germiştir. 
  Âdil ve insanca yaşam düşünü İzmir, Karaburun, Çeşme üçgeni ve Ege'nin karşı sahillerinde hayata geçirmeye çalışan yoksul halk, ütopyası için ağır bedeller ödemiştir. Öldürücü darbenin ardından ise geriye kalan şey, iyi ve güzeli aradığı müddetçe insanda var olan umuttur. (HATİCE EROĞLU AKDOĞAN - Cumhuriyet Kitap)



***


...
Sıcaktı. 
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan 
gülmeden. 
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.

...

Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini.

Yenildiler. 

...

Tarhsel, sosyal, ekonomik şartları
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, "hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,"
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*

   (*) Şimdi ben bu satırları yazarken, "Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın..." gibi laflar edecek olan "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. 
   Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam (konuya açıklık getirmek - k.n.) bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
   Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi?
  Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri "bir ıstırap şarkısı" gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın Komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?
   Marksist, "bir makina-adam", bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla, sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre (somut - k.n.) bir insandır.




NÂZIM HİKMET
(Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı)






Merhaba!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder