1 Temmuz 2023 Cumartesi

NEDEN BÖYLEYİZ?

 

   Cumhuriyet'in ilk yıllarında Doğu Anadolu'nun küçük bir beldesi olan Ağın'da kendini yetiştiren öğretmen Abdullah Lütfi Bey'in bir öğrencisine yönelttiği şu soru, okumak isteyene kitabın sonsuz yolunu açıyor:

"Aklın ekmeği kitaptır, okuyor musun?"


   Geniş kitap bilgisi olduğu kanısı uyandıran öğretmen Ferhat Özen'den geniş oylumlu bir ileti aldım: 

   "Cumhuriyet'teki köşenizde 'Kitap Okuyan Çoban' başlıklı yazınızı, diğer yazılarınız gibi ilgiyle okudum. Bunda belki babamın çoban olmasının da etkisi var. Yazınız bana ayrıca kitap okuyan başka bir çobanı da anımsattı.

  Köy Enstitüleriyle ilgili araştırmalarım sırasında rastladığım Bekir Semerci'nin Türkiye'de İleri Atılımlar ve Köy Enstitüleri adlı kitabından alıntıladığım bu yaşanmış olayı belki siz de duymuş ya da okumuşsunuzdur. 

   Olay Filistin'in İngiliz sömürgesi olduğu yıllarda geçiyor."

  "Günün birinde bir İngiliz subayın gözetimindeki topluluk, yolda bir taşın üstüne oturmuş genç bir çobana rastlar. Çocuk okuduğu kitaba öylesine dalmıştır ki geçenlerin farkında bile olmamış. Subay, 'Bu çocuk acaba ne okuyor? Onun ne okuduğunu öğrenmek isterim' demiş. Arabadan atlayan bir görevli, kitabı çocuğun elinden alıp subaya uzatmış.

   Çocuk, Schopenhauer'ın İrade ve Temsil Bakımından Dünya adlı kitabını okumuyor mu!

  Sömürge subayı İngiliz şaşkına dönmüş, 'Buna benzer adamlarla sömürge siyaseti yapmak zordur' demekten kendini alamamış."

   Belki de bu, subayın sömürge kavramını içinden sildiği bir andır...

  Özen, küresel gücün, kitap okuyanları sevmediğini anlatan bu ilginç anıyı, Köy Enstitülerinin kapatılmasına bir neden olarak yorumluyor:

   "Köy Enstitülerinin yalnızca Türkiye'yle sınırlı kalacağına inansalardı belki de savaş biter bitmez enstitülerin üstüne bu kadar büyük bir düşmanlıkla gitmezlerdi. Bunu, enstitülerin büyük ilgi uyandırarak bütün Asya'yı saracağından korkmalarına bağlıyorum.

   İngiliz sömürge subayı haklıdır. Bu içerikteki kitapları okuyan çobanların bulunduğu bir ülkede sömürge siyaseti yapmaları gerçekten zordur. Subay, vardığı sonuçla bu gerçeği doğrulamış oluyor."

   Bilgi yoksunu politikacılar, toprak sahibi çıkarcı ağalar, 1940 yılında öğretime başlayıp kısa sürede birçok köyü okula kavuşturan enstitülerin varlığına on yıl dayanabildi. 

   Kendi deyimleriyle 1950 yılında "kahir ekseriyetle" iktidara gelen Demokrat Parti'nin ilk eylemi, eğitim dünyamızı aydınlatan bu kurumları 1954'te kapatmak oldu. Yalnız o mu? Hemen ardından dünya klasiklerinin basımını gerçekleştiren Tercüme Bürosu'nun, gençlerin sanat yeteneklerini geliştirme yuvası Halkevlerinin kapısına kilit vurmak oldu.

   Aile parçalanmasından dolayı ancak on dört yaşında okul yüzü gören bir Köy Enstitülü olarak örneği kendimden vereyim. 1950 yılında Ergani-Dicle Köy Enstitüsü'nde eğitime başladığımın ertesi günü Shakespeare'in, önce filmini gördüğüm Romeo ve Juliet adlı kitabını bulup gece boyu okuyarak yazınsal dünyaya ilk adımımı atmıştım...  


ADNAN BİNYAZAR
(Cumhuriyet Gazetesi)


***


   Rus bilgini Tomaçevski'nin bir sözünü anımsadım bu ara. Şöyle diyor bilgin:

  "Hayvan bir kez, insansa iki kez doğar. Ana baba yavrusunu dünyaya getirdikten sonra, bir kez de toplum onu oluşturur."

   Bizim insanlarımız kaç kez doğuyor dersiniz? Çoğu insanımız bir kez doğuyor ne yazık ki.

   Büyük kentlerimizi düşünelim. Hep, bir kez doğmuş insanlarla dolup taşıyor dört bir yanımız. 

   Türkiye'nin bütün sorunu, insanlarımızı ikinci kez doğurtmaktır. Yani eğitmek, insanca bir ortama yerleştirmek.

   (VEDAT GÜNYOL / Giderayak Yaşarken - Çağdaş Yayınları, 1989)






unutMADIMAKaklımda!  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder