26 Mayıs 2024 Pazar

CENNET GÖKOVA

 

"Napoli'yi gör de öl derler. Yok a canım! Esas Gökova'yı gör de yaşa!

(HALİKARNAS BALIKÇISI)


O zamanlar "Mavi Yolculuk" kavramı bile yokken babamın Gökova'ya gittiği günler onun balıkçılık dışında asıl Gökova'yı keşfettiği günlerdir. Hemen hemen her kitabında bahsettiği, gördüğü bu güzellikleri içi titreyerek dostları ve sevdikleriyle paylaşmak isterdi. İşte bu nedenle daha biz Bodrum'dan İzmir'e taşınmadan önce İstanbul'daki çok sevdiği dostlarına, özellikle de Sabahattin Eyüboğlu'na mektuplar yazar;

"Yahu kırın artık şu zincirleri, bırakın İstanbul'u birkaç gün; gelin güneye, kendi gözünüzle görün benim gördüklerimi" diye diretirdi. Herhalde Eyüboğlu bu ısrarlara dayanamamış olacak ki birkaç arkadaşı ile Bodrum'a gitmeye karar vermişti.

Yıl 1946, yani sonradan türeyen birçok "Mavi Yolculuk" uzmanının yazdığı veya söylediği gibi ilk Mavi Yolculuk 1961'de başlamadı, 1946'da yapıldı.

Bu ilk Mavi Yolculuk'a sekiz kişi katıldı. Bu ilk "Mavi Gezi"ye Cevat Şakir'in ısrarıyla katılan bu kişiler, zamanın kültür hayatına büyük katkıda bulunan çok özel insanlardı. Onların yaşantıları, siyasal düşünceleri yadırgansa da her biri birer değerdi. Nedense hepsine solcu ve komünist yaftası yapıştırılmış ve mimlenmişlerdi. Buna rağmen hepsi vatansever, eğitimli kişilerdi, hepsi de insan sevgisiyle dolu hümanistlerdi.

(İSMET KABAAĞAÇLI NOONAN - Anılar Akın Akın / Bilgi Yayınevi, 2009)




Derler ki Balıkçı ölmüş, melekler çevresini sarıp 'Ey Balıkçı cennete hoş geldin!' demişler.
O da çevresine şöyle bir bakıp 'Hani benim Gökovam nerede?' demiş.
Ah paragöz bayım, ah ten-i müberra sultanım, ya habip!
Yahu her kim olursanız olun ne işiniz var sizin Gökova'da?
Vaat edilmiş cennet neyinize yetmiyor sizin? Neden bizim cennetimizi cehenneme çeviriyor ya da çevrilmesini seyrediyorsunuz?
Bilmenizi isteriz ki Gökova bizim için Sadun Boro'dur.
Terleri tuzlu suyla yıkanmış, canı bu sularda kalmış nice süngercidir. Deli İbram'dır, Cavrali'dir. O süngercilerin son temsilcisi Aksona Mehmet'tir.
Gökova bizim için Halikarnas Balıkçısı'dır, Paluko'dur, Sabahattin Eyüboğlu'dur, Bedri Rahmi'dir, Azra Erhat'tır, Şadan Gökovalı'dır...
Yani her yıl mayıstan kasıma binlerce teknenin dünyaya güzellik gösterisi sunduğu Mavi Yolculuk'tur.
Gökova bizim için Kara Çavuş'tur, keçi çobanı Meryemce'dir, Çakır Ayşe'dir, İbram Kaptan'dır, Balıkçı Orhan'dır, Zeytinci Hurşit'tir.
Gökova, genç kızlarımızın ve gelinlerimizin el emeği göz nuru Bozalan halısı, Karahisar göbeklisidir bizim için.
Gökova, tarihin babası Heredot'tur, şiirin piri Melih Cevdet Anday'dır.
Üreten ve var eden kadınların önderleri Artemisia'lardır, Ada'dır, Hemitia'dır. Kadın direnişinin öncüsü Karyalı kadınlardır. Gökova, Afroditimizdir bizim.

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)






Merhaba!


18 Mayıs 2024 Cumartesi

GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ - 2

 

Tarihi boyunca Anadolu, kendisini tutsak almak isteyen tüm yeni kültürleri bağrında eritmeyi bilmiştir.

(ÖNER YAĞCI)

***

Ben, Anadolu'nun korkunçluğunu görmüş, yüreğimde duymuş kişiyim. Makal da öyle, Fakir de öyle... Oyunlarınızı bize yutturamazsınız. Bundan sonra mağaradan, yer altından, açlıktan gelen hiç kimseye yutturamayacaksınız. Biliyor musunuz, haberiniz var mı, biz değil, o mağaradan beter yerlerde yaşayan ışıksızlar da görür gibi oldular oyunlarınızı. Heeeey, gözünü sevdiğimin yirminci yüzyılı, sen olmasan, sendeki halkın gücü olmasa, üstümüzdeki kara bulut, karanlık gece böyle kolayca kalkar mıydı?

Bu yirminci yüzyıldır. Yılanların Öcü oynanmasa da olur. Fakir yazmasa da, öğretmen olmasa da olur. Yüzlerce Yılanların Öcü yazılacak, binlerce Fakir Baykurt çıkacak.

Dün oyununuzu açık oynuyordunuz. Bugün bir paravan buldunuz. Yarın, er geç, o paravan önünüzden çekilecek. Ve siz Anadolu düzlüğünün ortasında çırılçıplak, ışığımızın içinde yarasalar gibi, baykuşlar gibi halkımızın karşısında, gerçek vatanseverlerin karşısında kalacaksınız.

Yobazlarınızla, ağalarınızla, yalanlarınızla, yutturmasyonlarınızla, bütün karanlık, gerici gücünüzle bir zaman daha oyalanacaksınız, biraz daha ışığımıza bent kurmaya çalışacaksınız. Ama sonunda ışığımız gözlerinizi kör edecek.

Ama siz içimizde, insanlığımızda birer çirkin yarasınız. Geçen yazımda da söyledim, bizim memleketimizde sizin gibiler var diye, ben yirminci yüzyıldan utanıyorum. (11 Şubat 1962)


YAŞAR KEMAL
(Fotoğraf: ARA GÜLER)

***

Ne zaman bir başka ülkeye gitsem dönüşte hüngür hüngür ağlarım.
Çünkü pek çok ülke dolaştım, yaşadığımız bu coğrafyanın çok renkliliğini hiçbir ülkede görmedim.
Bu renkliliğin acımasızca yok edilmek istendiğini de gördüm.
Ağlamam işte bu nedenden.

(IŞIL ÖZGENTÜRK)

***

Yılmaz Güney'in Oğluma Hikâyeler adlı kitabında yer alan öyküsünü anımsadım:

Şeftali çekirdeğini dişiyle kırmak için zorlanan çocuğa babası, dişleriyle kıramayacağını söyler. Çocuk inat eder, çekirdeği ayakkabısının topuğuyla, taşla kırmayı dener ama kıramaz. Tekmeleyince tulumbanın yanındaki toprağa düşen çekirdeği toprağa gömer.

Aradan günler geçer. Bir gün babası çağırıp topraktaki iki yeşil yaprağı göstererek bunun, dişleriyle ve taşla kıramadığı şeftali çekirdeğinden çıkan fidan olduğunu söyler ve devam eder:

"Ne zaman, hangi koşullarda olursan ol, dara düştüğünde şeftali çekirdeğini anımsa. Dişinle kıramadın o çekirdeği, taşla kıramadın. Ama uygun toprağa düşen çekirdek, günü gelince o sert kabuğu parçalar, toprağı deler ve yeşerir. Nedir o çekirdeğe bu gücü veren, güzel oğlum? Çekirdek, kabuğunu parçalayan gücünü kendi içindeki çekişmelerden alır oğlum. Her şey kendi içinde zıtlarını taşır. Her şey kendi içinde, kendini değiştirecek, başkaldıracak özü taşır...

Şeftali çekirdeğine inan, kendi gücüne güven!"

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Gazetesi)

***

"Anadolu, kendisine göz koymayan herkesi sevindirir!"

(AKGÜN AKOVA - Işığın Sevinci Türkiye)







Merhaba!

13 Mayıs 2024 Pazartesi

SANATSIZ OLMAZ

 

"Dün halkçı olarak nitelenen, artık bugün halkçı sayılamaz, çünkü halk da dünkü halk değil."



Bertolt Brecht'in "Sosyalist Gerçekçilik ve Toplum" kitabını okuyorum bir süredir. Sosyalist gerçekçilik, yıllardır bizde de tartışılan bir konudur. Kitabın önsözünde de denildiği gibi, "Brecht gibi bir ustadan bu soruna ilişkin çok şey öğrenebileceğimize inanıyoruz. Niye? Marksçı kurama inanmış, sosyalist gerçekçi bir yazardır Brecht, ürününü özdeşleştirmiştir. Yazılarında laf olsun diye söylenmiş tek bir şey yoktur."
"İnsan olmak büyük bir şeydir" der Brecht. O bir sosyalist olarak insana taşıdığı olanaklar açısından bakar, öyle değerlendirir. Bu kitapta toplanan yazıları böyle bir ana ilkeden yola çıkıyor. İnsandaki olanaklar ortaya çıkarılmalı, geliştirilmeli, daha iyiye doğru yöneltilmelidir. Kültürdür bunun da tek yolu... Gerçek bir kültüre ulaşmak... Bilmek, yandaşı olduğun düşünce kadar, karşı çıktığın düşünceyi de...
(...)
Biçimcilik Brecht'in karşı çıktığı bir tutumdur. Belirli biçimlere, kalıplara, önyargılara bağlanırsak, sıkı sıkı sarılırsak "biçimciliğe karşı yürüttüğümüz kavga umutsuz bir biçimciliğe dönüşebilir çarçabuk."
Brecht'in "gerçekçilik" ve "halkçılık" üzerinde ayrıntılarıyla durduğunu görüyoruz bu yazılarda... Halkçılık kavramı çağla birlikte anlam değiştirmiştir. Halk değişmektedir, dünün halkçıları ise çağın gerisinde kalmaktadır. Brecht "halkçı"nın şu anlama geldiğini yazıyor: "Kitlelerce anlaşılabilir olmak, halkın anlatım biçimini almak ve zenginleştirmek, onların bakış açılarını kabullenmek, ama kuvvetlendirerek ve düzelterek."
(...)
Gerçekçilik kavramını da kullanmadan önce iyice gözden geçirmeliyiz der Brecht. Edebiyatta gerçekçi yazma biçiminin değişik örnekleri vardır. "Bu değişikliği belirleyen, o yapıtın hangi sınıf için, nasıl ve ne zaman yazıldığıdır"... Brecht'e göre gerçekçilik şu anlama gelir: "Toplumun nedensel karmaşalarını açıklığa çıkarmak. Egemen bakış açılarını, egemen sınıfın bakış açıları şeklinde ortaya koymak. Yenilmesi gerekli güçlüklere karşı çözümler getirebilecek, insandan yana bir toplumu oluşturabilecek bir sınıfın açısından sorunlara bakmak. Gelişmenin etmenlerini vurgulamak. Somutu ve soyutlamayı olabilirleştirmek." Görülüyor ki "gerçekçilik" çok yönlü bir kavramdır. Yalnız gözün gördüğünü, kulağın duyduğunu yazmak değildir.
(...) 
Brecht, sanat üzerine kafasını yormuş bir kişi. Yalnızca Marksçı kurama bağlı kalmamış, sanatın kendi kurallarına da uymuş... Halkçılığı da böyle anlıyor. Basitleştirmek, işi propagandaya dökmek, ucuzluğa, kolaya, slogana başvurmak olarak değil... Halk yığınları ilerlemektedir, bilinçlenmektedir, gerçekçiliğin, halkçılığın bilinegelen, alışılmış anlamları da hızla değişmektedir. Çünkü emekçi yığınları en iyiye, en güzele layıktır...

(OKTAY AKBAL - Yaşayıp Görmek)  


***


   "Edebiyat eksik kaldığında yaşam, insani özelliklerinden kaybediyor bana kalırsa. 
Dolayısıyla edebiyatla içli dışlı olmayan bir siyasi pratik için de benzer bir şey söyleyebilirim. 
Şiiri, romanı, öyküsü olmayan bir mücadele düşünemiyorum."

(VOLKAN ALGAN - soL Haber)



Merhaba!

5 Mayıs 2024 Pazar

ÇİNGENELER ZAMANI

 

Bayramyerinin her kuşkudan arınmış gürültüsüne karışan kara çarşaflı anneler çocuklarının ellerini sıkı sıkı tutarlardı. Arkada kurulmuş çadır tiyatrosunun önündeki çalgıcılar grubunu herkes izlerdi. Çalgıcılar bir keman, bir zurna, bir ut'du. Keman çalan çingene o denli duygulu sesler çıkarırdı ki çalgısından, bu sesler başıboş gürültüleri aşsa en etkili şey olabilirdi her bayramda. Çingene kuru güzel parmaklarındaki seçkin hüneri bilir, kendini kendi yarattığı seslere bırakırdı. Koyu, dingin yüzündeki biçimli burnuyla sanki kimselerin duymadığı ender kokuları çekerdi havadan.

(FÜRUZAN - Parasız Yatılı)


***



Çingenelere Roman demeye bir türlü alışamadım. Çingene sözcüğünün zihinde yüzlerce renk uçuşturan bir melodisi var. Yüzlerce yıllık aşağılanmaya, itilip kakılmaya inat, eksilmeyen bir yaşama sevinci, müziğin ruhunu ele geçirmişlik, çiçeklerin tanrısı-tanrıçası olmuşluk, bu yalan, bu adaletsiz, bu "bat dünya bat" dünyanın kıçına bir tekme vurmuşluk, her şeye rağmen neşe içeriyor.

(Fotoğraf ve yazı: AYFER TUNÇ - kadınbedensahnedünya)


***


Epey hareketli ve didişmeli geçen bir haftadan sonra, dün akşam dostlarla, hanımların da gelebildiği bir meyhaneye gittim. 

Masalarda birbirlerine yüksek sesle nükteler yapan kadınsız genç erkek grupları, baş başa mırıl mırıl konuşan çiftler, eşleriyle, sevgilileriyle cümbür cemaat gelmiş zengince suratlı kalabalık kimseler vardı. 

Biraz sonra kapı açıldı, üç tane çocuk girdi içeri. İkisi on iki on üç yaşlarındaydı. Birinin elinde bir keman, ötekinin elinde bir darbuka vardı. Üçüncüsü daha ufaktı, ötekiler çaldıkça o oynuyordu...

Kemancıya bakıyordum. Esmer yüzlü, asi siyah saçlı, kavun kafalı, zayıfça bir şeydi. Renksiz bir gömlek vardı sırtında, ayağında da öylesinden bir pantolon. Kemanı, çenesinin altından çok omzuna dayıyor, sopadan yaptığı arşesiyle gıcır gıcır alaturka bir şeyler çalıyordu. 

Darbukacı da esmerdi. Onun da saçları asiydi, o da zayıfçacıktı. Gömleğinin üstüne eski bir kazak giymişti. Arkadan bakınca darbukayı sıkıştırdığı kolu yönünde, vücudu hafif çarpık görünüyordu. Çalıyor ve bir ağızdan şarkı söylüyorlardı. Sekiz yaşındaki kabak kafalıydı, o da söylüyor ve oynuyordu.

Abidik gubidik twist diye de çalıyorlardı, o zaman hep birlikte şeytan gibi twist yapıyorlardı.

Bir yandan da masaları süzüyorlardı. Çalarken kendilerini kaptırıp coşmuş gibi görünmelerine rağmen profesyoneldiler. İş çıkarıp çıkaramayacaklarını gözetliyorlardı. Ustaca masaların yanına sokuluyorlardı. Sekiz yaşındaki alnına para yapıştırılsın diye arkaya doğru da eğiliyordu. 

(...)

Bizim hanıma döndüm:

- Bizim çocukların da böyle olmasını ister misin? -dedim.

Hemen tahtaya vurdu:

- Aman Allah korusun. -dedi.

Kime sorsam aynı şeyi söyleyecekti.

Hayatın bu çocuklara reva gördüğünü kimse kendi çocuğuna reva görmezdi.

Kendi çocuklarımız başkaydı, kendilerimiz de başkaydık. Toplumda olup bitenler bizi fazla ilgilendirmezdi.

Bu böyleydi, ama aslında pek geri bir düşünce, pek toplum dışı, pek bencil bir düşünceydi. Üstelik de küçücük çocukların bu şartlar içine düşebileceği bir toplumda bizim çocuklarımız içinde çok fazla bir garanti yoktu.

Bu şartları değiştirmek için uğraşmak, çok daha güven sağlardı hepimize. Ne çare ki böyle düşünmeye, toplumca düşünmeye alışmamıştık. 

Bir sefil ve iç karartıcı manzara görünce, tahtaya vuruyorduk:

- Aman biz olmayalım! -diyorduk.

Bizim kendi paçamızı kurtarmamız mutlu olmamıza yetiyordu. Ve bazen kurtarabiliyorduk paçamızı, bazen kurtaramıyorduk...

Oysa paça kurtarmak derdinin olmadığı sağlam güvenler içinde yaşamak daha rahat değil miydi?

Bu güveni el birliğiyle aramak; hayır ille de kendimizi kurtarmak, gerisiyle ilgilenmemek, daha ötesi acıyıp geçivermek...

Tehlikeye düşmemeye uğraşmaktansa, tehlikeyi kökünden herkes için yok etmek, asıl mesele bu, ama kime anlatacaksınız, ötekini daha kolay zannediyor herkes...


ÇETİN ALTAN
(Kopuk Kopuk - Bilgi Yayınevi, 1970)


***


Çay demlendi. Sahanda yumurta hazır. Ekmekleri sobanın üzerinden alırken ellerim yanıyor. Şakacıktan azarlanıyorum.

"Sana o ellere dikkat edeceksin, demedim mi?"

Müziğe karşı istisnai yeteneğimin harcanmaması için konservatuvara gitmem konusunda ısrarcıydı. Fakat nasıl gideyim? O da biliyor ne yaparsak yapalım bizden bir şey olmayacağını. Belki de o yüzden anlatıyor, yaşamak dediği şakayı.

(NEDRET KILIÇ / Stalingrad'da Kar Topu - Remzi Kitabevi)


***


Gören var mı çingenelerden başka, bir şaka olduğunu yaşamın?

(ERDAL ALOVA)








Merhaba!

1 Mayıs 2024 Çarşamba

YAPICILARIN YÜREĞİ BAYRAM YERİ

 


(Berlin, 8 Mayıs 1945 - Nazilerin Sonu)



YAPIYLA YAPICILAR

Yapıcılar türküler söylüyor,
yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz daha zor.

Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl,
ama yapı yeri bayram yeri değil.
Yapı yeri toz toprak,
çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur, 
ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli,
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak,
ne herkes kahraman,
ne dostlar vefalı her zaman.

Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı.
Bu iş biraz daha zor.
Zor mor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var
her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde.
Yükseliyor
yükseliyor
yükseliyor yapı kanter içinde.

(NÂZIM HİKMET -Moskova,1955) 


***

9.
Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
İşçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.

10.
 Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!

(OKTAY RİFAT - Elleri Var Özgürlüğün, 1966)


***


"Oysa dünya işçilerin omuzları üstünde durur. Kıpırdasın da gör."

(CAN YÜCEL)








İŞÇİNİN, EMEKÇİNİN BAYRAMI KUTLU OLSUN!