Bayramyerinin her kuşkudan arınmış gürültüsüne karışan kara çarşaflı anneler çocuklarının ellerini sıkı sıkı tutarlardı. Arkada kurulmuş çadır tiyatrosunun önündeki çalgıcılar grubunu herkes izlerdi. Çalgıcılar bir keman, bir zurna, bir ut'du. Keman çalan çingene o denli duygulu sesler çıkarırdı ki çalgısından, bu sesler başıboş gürültüleri aşsa en etkili şey olabilirdi her bayramda. Çingene kuru güzel parmaklarındaki seçkin hüneri bilir, kendini kendi yarattığı seslere bırakırdı. Koyu, dingin yüzündeki biçimli burnuyla sanki kimselerin duymadığı ender kokuları çekerdi havadan.
(FÜRUZAN - Parasız Yatılı)
***
Çingenelere Roman demeye bir türlü alışamadım. Çingene sözcüğünün zihinde yüzlerce renk uçuşturan bir melodisi var. Yüzlerce yıllık aşağılanmaya, itilip kakılmaya inat, eksilmeyen bir yaşama sevinci, müziğin ruhunu ele geçirmişlik, çiçeklerin tanrısı-tanrıçası olmuşluk, bu yalan, bu adaletsiz, bu "bat dünya bat" dünyanın kıçına bir tekme vurmuşluk, her şeye rağmen neşe içeriyor.
(Fotoğraf ve yazı: AYFER TUNÇ - kadınbedensahnedünya)
***
Epey hareketli ve didişmeli geçen bir haftadan sonra, dün akşam dostlarla, hanımların da gelebildiği bir meyhaneye gittim.
Masalarda birbirlerine yüksek sesle nükteler yapan kadınsız genç erkek grupları, baş başa mırıl mırıl konuşan çiftler, eşleriyle, sevgilileriyle cümbür cemaat gelmiş zengince suratlı kalabalık kimseler vardı.
Biraz sonra kapı açıldı, üç tane çocuk girdi içeri. İkisi on iki on üç yaşlarındaydı. Birinin elinde bir keman, ötekinin elinde bir darbuka vardı. Üçüncüsü daha ufaktı, ötekiler çaldıkça o oynuyordu...
Kemancıya bakıyordum. Esmer yüzlü, asi siyah saçlı, kavun kafalı, zayıfça bir şeydi. Renksiz bir gömlek vardı sırtında, ayağında da öylesinden bir pantolon. Kemanı, çenesinin altından çok omzuna dayıyor, sopadan yaptığı arşesiyle gıcır gıcır alaturka bir şeyler çalıyordu.
Darbukacı da esmerdi. Onun da saçları asiydi, o da zayıfçacıktı. Gömleğinin üstüne eski bir kazak giymişti. Arkadan bakınca darbukayı sıkıştırdığı kolu yönünde, vücudu hafif çarpık görünüyordu. Çalıyor ve bir ağızdan şarkı söylüyorlardı. Sekiz yaşındaki kabak kafalıydı, o da söylüyor ve oynuyordu.
Abidik gubidik twist diye de çalıyorlardı, o zaman hep birlikte şeytan gibi twist yapıyorlardı.
Bir yandan da masaları süzüyorlardı. Çalarken kendilerini kaptırıp coşmuş gibi görünmelerine rağmen profesyoneldiler. İş çıkarıp çıkaramayacaklarını gözetliyorlardı. Ustaca masaların yanına sokuluyorlardı. Sekiz yaşındaki alnına para yapıştırılsın diye arkaya doğru da eğiliyordu.
(...)
Bizim hanıma döndüm:
- Bizim çocukların da böyle olmasını ister misin? -dedim.
Hemen tahtaya vurdu:
- Aman Allah korusun. -dedi.
Kime sorsam aynı şeyi söyleyecekti.
Hayatın bu çocuklara reva gördüğünü kimse kendi çocuğuna reva görmezdi.
Kendi çocuklarımız başkaydı, kendilerimiz de başkaydık. Toplumda olup bitenler bizi fazla ilgilendirmezdi.
Bu böyleydi, ama aslında pek geri bir düşünce, pek toplum dışı, pek bencil bir düşünceydi. Üstelik de küçücük çocukların bu şartlar içine düşebileceği bir toplumda bizim çocuklarımız içinde çok fazla bir garanti yoktu.
Bu şartları değiştirmek için uğraşmak, çok daha güven sağlardı hepimize. Ne çare ki böyle düşünmeye, toplumca düşünmeye alışmamıştık.
Bir sefil ve iç karartıcı manzara görünce, tahtaya vuruyorduk:
- Aman biz olmayalım! -diyorduk.
Bizim kendi paçamızı kurtarmamız mutlu olmamıza yetiyordu. Ve bazen kurtarabiliyorduk paçamızı, bazen kurtaramıyorduk...
Oysa paça kurtarmak derdinin olmadığı sağlam güvenler içinde yaşamak daha rahat değil miydi?
Bu güveni el birliğiyle aramak; hayır ille de kendimizi kurtarmak, gerisiyle ilgilenmemek, daha ötesi acıyıp geçivermek...
Tehlikeye düşmemeye uğraşmaktansa, tehlikeyi kökünden herkes için yok etmek, asıl mesele bu, ama kime anlatacaksınız, ötekini daha kolay zannediyor herkes...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder