22 Eylül 2024 Pazar

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA !

 

"21. yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır."


UMBERTO ECO


***


(...) Batı'daki çalışma ilişkileri tarihine herhangi bir siyasal ya da ekonomik düşünceler tarihi kitabından bakıldığında 18 ve 19. yüzyıllardaki "vahşi kapitalizm" denilen süreci açıkça görürüz. Ama o dönemi Victor Hugo, Charles Dickens, Emile Zola['nın] romanlarında daha canlı ve daha yaşamın içinden görürüz. 
Zola'nın Emek ya da Germinal'i dünde kalmış gibi düşünülebilir. Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi'ndeki başlangıç cümlelerinde "vahşi kapitalizm" denilen dönemi ilginç cümlelerle anlatırken İngiltere ve Fransa için "Her iki ülkede de halkın açlığı pahasına karnı doyan soyluların her şeyin ilelebet böyle güllük gülistanlık devam edeceğine dair bir inancı vardı" diyor.
Aslında bir devamlılık yok mu? Germinal'daki maden işçilerinin çalışma koşulları bugün halen zehirli toprağın altında çıkarılmayı bekleyen Erzincan'daki dokuz maden işçisini hatırlatmıyor mu?
Birebir aynı olmayabilir ama işçinin çalışma koşullarındaki olumsuzluğun yol açtığı mağduriyetler ve alınmayan iş güvenliği önlemleri işin özünün aynı olduğunu göstermiyor mu? 

(AV. ABBAS BİLGİLİ - Cumhuriyet Kitap)


***


İnsan içinde yaşadığı sisteme dahil. Ve öyle olduğunun farkında değil. Sistem sana olman gereken şeyi, bitmeyen uyaranlar ve döngülerle gün içerisinde anımsatıyor ki sen sapmayasın, senin sen olmanı sağlayacak o doğru yola. Çünkü sistem, yönetmeyi becermeye çabalayan yönetici sınıf tarafından yaratılır. 
Yönetilecek kesim de sistemin sürdürülmesinde aktif rolü olduğu gerçeğinden ayrıştırılarak, sistemin doğanın kendisi olduğu yanılgısıyla yaşamını sürdürür. Bu yanılgı da muazzam bir sistem koruyucusudur.
İnsan yaşamının doğalı bu derken insanın da doğalı bu gibi bir genellemeye düşeriz haliyle. Üstelik bu "doğal" sistemce "normal" dediğimiz şeylerden seçtiklerimizi bir araya getirerek içine girdiğimiz kostümdür. O yüzden herkeste bir sıkışmışlık hissi var, nedenini bulamadığımız. Kendimizin içine sıkıştık!
İhtiyacımız olduğunu sandığımız şeylere ihtiyacımız olmadığını ara sıra fark ediyoruz. İki eve, beş yüz metrekareye, bir sürü diplomaya, bir yerlere yetişmeye... Bu somut tüketim çılgınlığından daha tehlikeli olan ise insanın da tüketilebilir bir "şey"e dönüşmesi.
Bunun gerçekleşirken izlediği yolu İoanna Kuçuradi, netlikle gözümüzün önüne serdi: "Personelin yerini insan kaynakları aldı." Artık bireyin "persona"sı yok; o bir kaynak, tüketilip üretilebilir. Bu da eşimizin, dostumuzun çabuk harcanabildiği günlere getirdi bizi. "Kimse senin kadar önemli değil. Önce ben demeyi öğren. Herkes kendini kurtarmalı..."
Ve hepimiz mutsuzları, dertlileri, yaralıları sosyal ağımızdan atmaya başladık. Kişisel gelişim adı altında bize "cehalet" pazarlandı. Çünkü sol gelenek inandığı şeyi savunarak korkutuyordu bizi: "Kurtuluş yok tek başına!"

(EMEK YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)







Merhaba!

16 Eylül 2024 Pazartesi

PLASTİK ZAMANLAR

 


Karikatür: OĞUZ DEMİR



Nereden çıktı bu plastik çiçekler?
Neden plastik bu çiçekler?

Bulabildiği her toprak parçasında filiz veren tomurcuklara inat,
her bahar yeniden yeniden renklenen yaşama inat.
Toprak mı bitti
yoksa yağmurlar mı?
Ah özensizlik, umursamazlık, sıradanlık,
her yanımızı saran bir boşvermişlik duygusu,
beğenilme güdümüzü tatmin için plastik cerrahi,
örselenen ruhlarımıza plastik sanatlar,
yapay ilişkilerin fırça darbeleriyle sürdürülen plastik yaşamlar.

Neden çıktı bu plastik çiçekler?
Neden plastik bu çiçekler?

Özen göstermeye gerek bırakmayan bir güzellik bir birliktelik arayışı mı?
Tıpkı evlilikler gibi!
Savruk hayatların, tutunamamanın, kök salamamanın ve zamansızlığın,
her daim zamansızlığın dışa vurumu.
Etiketleri yırtılmış, eğilip bükülmüş,
ama içinde taşıdığı cana inat ayakta duran konserve kutuları süslemiyor artık pencere pervazlarını.
Nereye gitti hercai menekşeleriyle övünen,
sardunyalarıyla konuşan komşular,
gül ve hanımeli kokularının birbirine karıştığı dingin balkonlar?
Ne zaman vazgeçti ortancalar teneke kutuları mesken edinmekten?
O uzak kentlerdeki karmaşada her şeye karşın yeniden tomurcuklanan yaşam sevinçlerine yer kalmadı mı?
Gökdelenlerin gölgesinde başını kaldıramıyor mu kır çiçekleri?
O kentlerin koşuşturmasında vaz mı geçildi nergisin kokusundan?
Basit yaşamak zorlaştı,
insanlar kente teslim oldu.
Preslenmiş insan yığınları,
PVC pencereler,
kauçuk pabuçlar,
plastik uzaktan kumandalar,
naylon ilişkiler.
Çabalamadan güzellikleri ellerinde tutmak isteyen plastik yaşamlar
ve
sulanması, özen gösterilmesi gerekmeyen, 
odalara yayılmış, sahibinin hevesinin geçmesini bekleyen plastik çiçekler.

Nereden çıktı bu plastik çiçekler?
Neden plastik bu çiçekler?


BEKİR COŞKUN
(Pako'ya Mektuplar)


***


Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar.

(TURGUT UYAR)


***


"O kadar ilerledik, geldiğimiz yer plastik."

(FUAT SEVİMAY / Aziz ile Nikola - İthaki Yayınları)







Merhaba!

8 Eylül 2024 Pazar

ŞİMDİ HERKES YABANCI

 


Karikatür: BEHİÇ AK



Birileri iyiye gideceğini öngörüp özellikle karıştırıyor kazanları gibi gelmiyor mu size de?
Biz de bu yemi hep yutuyoruz.

Kapitalist sisteme karşıyız. Karşıyız da davranış kalıplarıyla bireye sızmayı ihmal etmeyen bu yapıyı kendi içimizde eleştiriye tabi tutmadan sistemin ana raylarını bombalayarak nasıl olacak bu dönüşüm? Ekonomik adaletsizlik, sınıf ayrımları, ırkçılık, toplumsal cinsiyet sorunları ve daha nicesi...
Bu alanlarda verilen mücadele her zaman diliminde önemini koruyor. Kazanımları da insanlık için muhteşem. Bu kazanımlarla elde edilecek sonuçla, gerçekleşen pek birbirini tutmuyor sanki.
Her şey gelişiyor ama insanlar giderek daha kaygılı, daha yalnız, daha mutsuz. Mahalle baskısından kurtulmanın getirdiği özgürlük hiç ferah insanlar toplumunu yaratmadı. Bugün ortada yalnızlar toplumları var. Varoluşunu özgürce ortaya koymanın hafifliğiyle kabullenişler geleceğine bireyselleşmenin yargılayıcılığı geldi.
Ne kadar az tanırsak birbirimizi o kadar çok eleştiririz. Birileri bunu iyi saptamış gibi. Üst üste dizilen kibrit kutularına, mahallenin yok edildiği, içerisinde sadece konutu olan sitelere, balkonsuz mekânların içlerine hapsedilen insanlar, nasıl korkmasın tanımadığı diğerinden?
Şimdi herkes yabancı; öyleyse "dernek"lerle yardım edelim diğerlerine. İşlevsiz mi? Tabii ki değil. Belki de baştan beri üzerine lafladığım konunun en iyi örneği: "STK". Bu kadar kalabalık bir toplumda bir meseleyi dert edinen, çözüm arayan insanları aynı şemsiye altında toplayan... Kalabalık dünyada insanların yalnız baş edemediği durumlarla baş etmede ihtiyacımız olan bir sığınak, destek.
Bu kadar iyi bir oluşum, örgütlenme çözümler üretirken birbirimize yardım etmeyi neden bıraktık? Bir şey bir şeye destek olarak gelmiyor, sürekli bir şeylerin yerine geliyor. Neden?
Şimdilerde "Bu sorunu kendin çözüp kurtulmalısın, kimse seni kurtaramaz" modası var! Bu, insanı insan kılan önemli bir farkı yok etmiyor mu?  
Kapitalizmin çok sevdiği doğal seleksiyonun insanlık tarafından kabulü. Çözemediysen tek başına öl o zaman... Çünkü artık herkes yoğun, herkes birey(!)

(EMEK YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)




BURHAN GÜNEL


Haydar, oturduğu yerden ayağa fırlamıştı. İki elini iki yanına dayayıp bağırmıştı:
"Herkes kendi yoluna gitsin! Benim işlerime karışma ağbi!"
Ağbisi, kardeşinin yana kaymış omuzlarına, öfkeli, baş kaldırmalı bakışlarına, kızarmış yanaklarına, kinli gözlerine bakıp kırık dökükleşmişti. Dudakları titremişti, içi kötülenmişti, üzülmüştü çok.
"Peki oğlum, nasıl istiyorsan öyle yap! Geldiğin zamanki gibi değilsin, artık çevreye alıştın, ben olmasam da olur bundan sonra."
Sesi titrekti, kırgındı bunları söylerken.
"Şimdi kanı kaynıyor onun, aklı bir karış havadadır. Bu yaşta duyguları çok güçlü olur insanın. Benim de öyleydi. En sevdiğinden bile tiksinebilir bu yaşta. Kötü söz etmesem daha iyi. Sarılıp öpeyim. Patronuyla konuşayım. Bu çocuk ev geçindiriyor, para yönünden biraz şey etseniz... filan diyeyim."
Bunları düşündükten sonra, elleri belinde, keskin bakışlı bir Haydar gelip karşısında dineliyordu. Yüzüne bağırıyordu sanki:
"Senin bana söz söylemeye ne hakkın var? Bizi bırakıp kaçan sen değil misin? Bana akıl vereceğine eve biraz para gönder! Neden hep bana yükleniyorlar da sen göndermiyorsun?!"
Kötü kötü gülüyordu:
"Herkes kendi yoluna gitsin ağbi! Herkes kendi yolu..."
"Oysa, öyle değişik yollarımız filan yok. Temelimiz aynı. Aynı batağın insanlarıyız. Aynı çürük yapıdanız. Ben ona benzerim, o da benim gibidir. Hep bir şeylerden kaçıp durdum, kaçtığımı sandım, ama baktım ki zincirlerim ayaklarımda, kilitli. Kilidin anahtarı başkalarının elinde. O da kaçamayacak bir başına. Çok iyi biliyorum bunu. çamur, ayaklarımızı salıvermez bizim. Yazgının elleri yakamızdadır. Üstelik, o yazgı deneni değiştirecek bir şey de yapmıyoruz..."

(BURHAN GÜNEL - Sevgi Bağı, 1974)




BEHİÇ AK


Yaşam, 2000'lerin başına göre çok daha acımasız bugün. Genç kuşaklar için bir gelecek vaadi bile yok. Fikirler algoritmalarla oluşturulmuş basit karşıtlıklar arasına sıkıştırılmış. Bu yüzden özgün, yaşamdan yola çıkan, klişe olmayan edebiyat eserlerinin bir özgürlük kapısı olduğunu düşünüyorum.
(...)
12 Eylül'den sonra eskiden toplumcu olan öncü, genç kuşaklar ya tamamen yok edildi ya da Friedman'cı ekonomik dönemin bir parçası haline dönüştürüldüler.
Sistemle bütünleşmeye hazır gençlerin önüne, ya fakir olup fikirlerini savunmak ya da zengin olup çıkarlarını savunmak alternatifi çıkarıldı. Türkiye'ye para pompalandı. Reklamcılık, televizyonculuk, turizm, inşaat, sanat gibi sektörler aşırı büyüdü. Birçok genç bu alanlara kaydı.
Emeğini iyi pazarlayanlar yüksek ücret aldı. Belli bir birikim yaptılar. Yeni orta sınıfı oluşturdular. Birkaç yıl önce ateşli sol fikirleri olan gençler arasından piyasa ekonomisinin azılı savunucuları çıktı. Bu gençler özelleştirmeleri savunarak devlete karşı çıktığını zannederek "anti kamucu" bireylere dönüştüler. Bu yeni orta sınıfın çocuklarının bir kısmı iyi fırsatlar yakalasa da giderek toplumsal meşruiyetleri olmayan, anne baba eline bakan, onların birikimleriyle yaşamaya alışmış bireylere dönüştüler. 
Kendilerine sunulan olanaklar onları hüzünlü bir yalnızlığın esiri olmaktan kurtaramadı. Toplumda kendilerine yer bulmaya çalışsalar da kendilerini, kişiliklerini oluşturamadılar. İstedikleri hayatı kuramadılar. Daralan ekonomi de onları dışladı.
Toplumsal meselelere uzak, kendilerini bireysel olarak ifade etmeleri olanaksız bireyler haline geldiler. Şehrin neresinde yaşarlarsa yaşasınlar kendilerini şehrin dışına atılmış gibi hissetmeye başladılar.
Hem sağcı hem solcu hem devrimci hem kapitalist hem liberal hem özgürlük karşıtı olarak hayli geniş yer işgal eden ebeveynlerinin onlara bıraktığı epey sıkışık bir alanda hayatlarını sürdürmeye çalıştılar. 
Şehrin kurgusu içinde amaçsız, hedeflerine ulaşmaya çalışarak, yapay alanlarda yaşamaya alıştılar. Oysa İstanbul gibi tarihi bir şehir, dedelerinin yaşadığı bir kurguyla yaşandığında sevilecek, tadı çıkarılacak daha da önemlisi anlaşılacak bir varoluşa sahipti. Bu şehir onların şehri olamadı bu yüzden.
Aslında her kuşak aynı şehirde yaşasa da gerçekte aynı şehirde yaşamıyor.

(BEHİÇ AK - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GÜNNUR AKSAKAL )







Merhaba!  


3 Eylül 2024 Salı

ÖDEMİŞ'TEN TELGRAF VAR !

 



Der'aliyyede tarafdaran-ı istibdadın Sadr-ı azamı Tevfik Paşa'ya,

Meftunu hürriyet olan ve bu uğurda kanlarının son damlasını akıtmaya her anu zaman müheyya bulunan seksen beş bin nüfusu mütecaviz ve fedakârlık ve dilâverliği ile müştehir kazamız sekenesinin hadim ve mahsul-i istibdad olan kabinenize zerre kadar itimadı yoktur. Sadaret Makamını mezar taşınıza yazdırmak için kabul ettiniz ise üç gün de kafidir. Yok, vatanı mahv ve milleti dereke-i sülfiyete indirmek ve kan döktürmek için deruhte ettiniz ise bu alçaklıktır, hainliktir. Cezasız kalmaz. Sükût et, yoksa indireceğiz.

Umumi ahali namına
Ödemiş Belediye Reisi 
ALİ HAYDAR


***


Bayındır ve Tire işgal edildikten sonra Rum ve Ermeni papazlar kaymakamlık binasında toplanıp Yunan ordusunun Ödemiş'e girişinde yapılacak karşılama töreninin hazırlığı ile uğraşırlarken Rum papaz Jandarma Komutanı Tahir Bey'e "Kumandan Bey, şimdiye kadar biz ağladık, bundan sonra Türkler ağlayacaktır ve ağlamalıdır" der. Bunun üzerine Ödemiş Kaymakamı Bekir Sami (Baran) Bey, İstanbul'a Dâhiliye Nezaretine bir telgraf çekerek şöyle yazar; 

"Yunanlılar güzel İzmir'i işgal ettiler. Bizim kâfi kudret, kuvvet ve imanımız vardır. Emrinizi makine başında bekliyorum." 

Bu telgrafa Dâhiliye Müsteşarı Kirya Timolyan imzalı şu yanıtı alır:

"Talimatı validen alınız."

İzmir Valisi İngilizlerin adamı olarak bilinen Kambur İzzet'tir. Onun vereceği talimat zaten bellidir. Bunun üzerine Kaymakam Bekir Sami Bey bir devlet adamı olarak davranmayı sürdürerek tekrar Dâhiliye Nazırına telgraf çeker ve şöyle der:

"Ben Timolyan adında bir müsteşarı tanımıyorum. Sizin imzanızla emir bekliyorum." 

Bu kez nazırın imzasıyla aynı emir gelir:

"Talimatı validen alınız."

Kaymakam bu defa doğrudan Padişah'a telgraf çeker. Ancak Sadrazam Damat Ferit'ten de benzer yanıt gelir. Mevcut işgal durumu altında gerçekleşen bu telgraf trafiğinin tek bir anlamı vardır: Artık devlet bitmiştir. Kaymakam en sonunda tarihe geçen bir protesto bildirisi yayınlar ve bildiriyi İzmir Valiliğine gönderir. Bildiride özetle şöyle denmektedir:

"Sizinle yaptığımız Ateşkes Anlaşması bizim ve sizin namusunuz değil miydi? Biz buna uyduk. Siz uymadınız. Güzel İzmir'i Yunan'ın pis ayağıyla çiğnettiniz. Şuna emin olunuz ki; Hristiyanlara dün de bugün de kötü işlem yapılmadı. Bundan sonra da yapılmayacaktır... Yunan işgal kuvvetleri İzmir'den çekilmediği takdirde dökülecek kanın sorumluluğu sizin ve temsil ettiğiniz milletlerin olacaktır... Artık bilin ki kalem değil silah konuşacaktır..."

(BEHİÇ GALİP YAVUZ - Ödemiş'in Tarihi, Ödemiş Belediyesi Yayını)



Ödemiş'in kurtuluşu, 
3 yıl 3 ay 3 gün süren Yunan işgali sonrasında
3 Eylül 1922 tarihinde gerçekleşti.

KUTLU OLSUN ! 
 

1 Eylül 2024 Pazar

HERKESE YETER DÜNYA

 



Önce sömürgecilik, devamında emperyalizm politikalarıyla dünya egemenliği kuran devletler sıralaması yapıldığında 15. yüzyıldan itibaren her yüzyıl sırasıyla; Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere'nin oldu. İngiltere'nin 19. yüzyılda dünyanın bütün kıtalarındaki egemenliği, "Üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olarak tanım buldu.
20. yüzyıl ise ABD'nin oldu.
ABD, 21. yüzyılı şu projeyle karşıladı:
New American Century (Yeni Amerikan Yüzyılı)!

(MUSTAFA BALBAY - Cumhuriyet Gazetesi)


***


"Bize yeni bir Aydınlanma Çağı gerekiyor"


ERTÜRK AKŞUN


Bizi buraya neoliberalizm sürükledi. 1973'te neoliberalizm, Batı cephesinde yaşama geçmeye başladı.
1980'e geldiğimizde Batı dünyası, net olarak neoliberalizm tarafından yönetilmeye başladı. Reagan-Thatcher gericiliği diye de tanımlanan bu dönem, neoliberalizmin ister evrimsel isterse karşıdevrimci darbeler aracılığıyla ülkelere yerleştirilmesi sürecini başlattı.
Neoliberalizm, ideolojik olarak her şeye özgürlük sloganıyla yola çıktı. Ama özgürlüğün sadece sermayeye olduğu çok geç fark edildi.
Üçüncü dünya ülkeleri, IMF ve Dünya Bankası eliyle fakirleştirildi ve Batı etkisi altına alındı. Tüm üçüncü dünya ülkelerinde etnik milliyetçilik, antiemperyalizmin yerine geçirildi. 
Neoliberalizm ile birlikte tekeller aşırı büyümeye başladı. Küreselleşme adı altında bütün üçüncü dünya ülkeleri sömürüye açık hale getirildi. Tekelleşme, emperyalist durum dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirdi.
(...)
Neoliberalizm en büyük tahribatı insan aklında yaptı. Bu kolay düzeltilebilecek bir tahribat değildir. Aklın yerine hurafe, gerçeğin yerine yalan, mücadelenin yerine şaklabanlık konuldu ve bunlar kolayca düzelemez. Doğa tahribatını saymıyorum bile.
Nedeni ise kapitalizm eninde sonunda sadece kendi çıkarına göre hareket eder ve şöyle bir kolaycılığa her zaman için kapısı açıktır: "Ben yapmazsam bir başkası nasıl olsa yapacak." 
Ve elbette neoliberalizm, dünyayı bir savaşın eşiğine getirmiştir ve bunun sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
[Ş]u an "yeni ortaçağ"dan çıkmak üzereyiz veya sonuna iyice yaklaştık. 1973'ten itibaren dünya "yeni ortaçağ"ı yaşamaya başladı ve günümüze kadar geldi.
(...)
Şimdi bir yol ayrımındayız ve dünyanın daha karanlık bir hal alması veya daha aydınlık bir çağa girmemiz ancak aydınların, solcuların, içinde insani değer taşıyanların yapacağı ve ortaya koyacağı mücadeleyle belirlenecektir.

(ERTÜRK AKŞUN - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: ZEYNEP TÜTÜNCÜ GÜNGÖR)


*** 



DEMİRTAŞ CEYHUN


Yaşama örgütlü bir insan ve aydın olarak katılma sorumluluğuyla uzun yıllar Mimarlar Odası'ında, Türk Edebiyatçılar Derneği'nde, TYS'de yöneticilik yapan Demirtaş Ceyhun, günümüz aydınının yurtseverlik damarına bağlı olmaksızın var olamayacağını düşündü ve yazdıklarıyla, konuştuklarıyla bu düşüncelerinin yaygınlaşmasına, tartışılmasına, etkin olmasına çabaladı.
"Melih Cevdet, Telgrafhane adlı şiirinde 'Düzelmeden memleketin hali/Uyumayacaksın/Bir sis çanı gibi gecenin içinde/Ta gün ışıyıncaya kadar/Vakur metin sade/Çalacaksın' derken şairlerin işinin halkı uyandırmak olduğunu mu kastetmektedir yoksa önce ulemalığı hâlâ en üst aşama kabul eden aydınların içine kolayca düştükleri aymazlıktan kurtarılması gerektiğini mi acaba?
Halkımızın okuma özürlü bir toplum olduğu düşünülürse, doğrusu Melih Cevdet ağabey de yazılı edebiyatın temel görevinin halkı değil, önce aydınları uyandırmak olduğunu kastetse gerektir ola ki..." diye başladığı bu son yazısında, sanki kendisinden sonra gelen aydınlara bir çeşit vasiyetini sunmuştu:
"Aydınlarımızın, emperyalizmin ülkemizde iki yüz yıldır çevirdiği dolapların, oynadığı oyunların farkında olduğunu söyleyebilmenin galiba gerçekten olanağı yok... Galiba külahımızı önümüze koyup, önce aydın kavramını sil baştan irdelemeliyiz."

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)  


***



RUHİ SU


Okuduğum her iyi kitap tepeden tırnağa tedirgin ediyor beni. Kendi hallerime, günümüzde olup bitenlere (ya da bir türlü bitmek bilmeyenlere), insanlığın çağlara yayılan hallerine bakıyorum. 
Yeniden sorguluyorum bildiğimi düşündüğüm hallerimizi... Niye bitmiyor dalaşmalar, çatışmalar, savaşlar; insanın oradan oraya, sılasından bilmediği topraklara savrulmaları?
Dünyanın bütün kara parçalarında neden milyonlar her gün yeniden sınanıyor açlıkla, yoklukla, yoksunlukla, umarsızlıkla?
Bir sözcük yetmemiş yerimizden yurdumuzdan olmalarımızı anlatmaya: Göçmen demişiz; sonra muhacir, mübadil, mülteci... Başardığımız iyi, güzel, başarılı işleri çoğaltıp çeşitlendirsek de o türden işlerimiz için yeni sözler, sözcükler arasak ya...
Sonra tutuyorum, adına savaş dediğimiz şu başı sonu belirsiz yıkıcılığı düşünüyorum. Birilerinin merak edip araştırdığı, dünyanın savaşsız geçen yıllarını düşünüyorum.
Yıllar mı? Yok öyle bir şey! Ancak savaşsız "günler"den söz edebiliyoruz. Ve tüm bu hengâme içinde insanın insana ettiği düşüyor aklıma, mahcup oluyorum.
Okuduğum bütün kitapları kapatıyorum, bütün kitaplarımı yeniden açıyorum. Topraktan kopmuşluğumuza, parçasıyken kendimizi egemeni sandığımız doğanın dilini unutmalarımıza; sabırsız, hayata sağır ve kör hallerimize varıyorum.
Ateşin, toprağın, suyun, havanın, cümle hayatın diline yabancı umarsızlara dönüşmelerimizi düşünüyorum.
Müziğimizin büyük ustası Ruhi Su'nun "Herkese yeter dünya, herkese yeter ekmek..." deyişini anımsıyorum.

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)





Merhaba!