Önce sömürgecilik, devamında emperyalizm politikalarıyla dünya egemenliği kuran devletler sıralaması yapıldığında 15. yüzyıldan itibaren her yüzyıl sırasıyla; Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere'nin oldu. İngiltere'nin 19. yüzyılda dünyanın bütün kıtalarındaki egemenliği, "Üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olarak tanım buldu.
20. yüzyıl ise ABD'nin oldu.
ABD, 21. yüzyılı şu projeyle karşıladı:
New American Century (Yeni Amerikan Yüzyılı)!
(MUSTAFA BALBAY - Cumhuriyet Gazetesi)
***
"Bize yeni bir Aydınlanma Çağı gerekiyor"
ERTÜRK AKŞUN
Bizi buraya neoliberalizm sürükledi. 1973'te neoliberalizm, Batı cephesinde yaşama geçmeye başladı.
1980'e geldiğimizde Batı dünyası, net olarak neoliberalizm tarafından yönetilmeye başladı. Reagan-Thatcher gericiliği diye de tanımlanan bu dönem, neoliberalizmin ister evrimsel isterse karşıdevrimci darbeler aracılığıyla ülkelere yerleştirilmesi sürecini başlattı.
Neoliberalizm, ideolojik olarak her şeye özgürlük sloganıyla yola çıktı. Ama özgürlüğün sadece sermayeye olduğu çok geç fark edildi.
Üçüncü dünya ülkeleri, IMF ve Dünya Bankası eliyle fakirleştirildi ve Batı etkisi altına alındı. Tüm üçüncü dünya ülkelerinde etnik milliyetçilik, antiemperyalizmin yerine geçirildi.
Neoliberalizm ile birlikte tekeller aşırı büyümeye başladı. Küreselleşme adı altında bütün üçüncü dünya ülkeleri sömürüye açık hale getirildi. Tekelleşme, emperyalist durum dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirdi.
(...)
Neoliberalizm en büyük tahribatı insan aklında yaptı. Bu kolay düzeltilebilecek bir tahribat değildir. Aklın yerine hurafe, gerçeğin yerine yalan, mücadelenin yerine şaklabanlık konuldu ve bunlar kolayca düzelemez. Doğa tahribatını saymıyorum bile.
Nedeni ise kapitalizm eninde sonunda sadece kendi çıkarına göre hareket eder ve şöyle bir kolaycılığa her zaman için kapısı açıktır: "Ben yapmazsam bir başkası nasıl olsa yapacak."
Ve elbette neoliberalizm, dünyayı bir savaşın eşiğine getirmiştir ve bunun sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
[Ş]u an "yeni ortaçağ"dan çıkmak üzereyiz veya sonuna iyice yaklaştık. 1973'ten itibaren dünya "yeni ortaçağ"ı yaşamaya başladı ve günümüze kadar geldi.
(...)
Şimdi bir yol ayrımındayız ve dünyanın daha karanlık bir hal alması veya daha aydınlık bir çağa girmemiz ancak aydınların, solcuların, içinde insani değer taşıyanların yapacağı ve ortaya koyacağı mücadeleyle belirlenecektir.
(ERTÜRK AKŞUN - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: ZEYNEP TÜTÜNCÜ GÜNGÖR)
***
DEMİRTAŞ CEYHUN
Yaşama örgütlü bir insan ve aydın olarak katılma sorumluluğuyla uzun yıllar Mimarlar Odası'ında, Türk Edebiyatçılar Derneği'nde, TYS'de yöneticilik yapan Demirtaş Ceyhun, günümüz aydınının yurtseverlik damarına bağlı olmaksızın var olamayacağını düşündü ve yazdıklarıyla, konuştuklarıyla bu düşüncelerinin yaygınlaşmasına, tartışılmasına, etkin olmasına çabaladı.
"Melih Cevdet, Telgrafhane adlı şiirinde 'Düzelmeden memleketin hali/Uyumayacaksın/Bir sis çanı gibi gecenin içinde/Ta gün ışıyıncaya kadar/Vakur metin sade/Çalacaksın' derken şairlerin işinin halkı uyandırmak olduğunu mu kastetmektedir yoksa önce ulemalığı hâlâ en üst aşama kabul eden aydınların içine kolayca düştükleri aymazlıktan kurtarılması gerektiğini mi acaba?
Halkımızın okuma özürlü bir toplum olduğu düşünülürse, doğrusu Melih Cevdet ağabey de yazılı edebiyatın temel görevinin halkı değil, önce aydınları uyandırmak olduğunu kastetse gerektir ola ki..." diye başladığı bu son yazısında, sanki kendisinden sonra gelen aydınlara bir çeşit vasiyetini sunmuştu:
"Aydınlarımızın, emperyalizmin ülkemizde iki yüz yıldır çevirdiği dolapların, oynadığı oyunların farkında olduğunu söyleyebilmenin galiba gerçekten olanağı yok... Galiba külahımızı önümüze koyup, önce aydın kavramını sil baştan irdelemeliyiz."
(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)
***
Okuduğum her iyi kitap tepeden tırnağa tedirgin ediyor beni. Kendi hallerime, günümüzde olup bitenlere (ya da bir türlü bitmek bilmeyenlere), insanlığın çağlara yayılan hallerine bakıyorum.
Yeniden sorguluyorum bildiğimi düşündüğüm hallerimizi... Niye bitmiyor dalaşmalar, çatışmalar, savaşlar; insanın oradan oraya, sılasından bilmediği topraklara savrulmaları?
Dünyanın bütün kara parçalarında neden milyonlar her gün yeniden sınanıyor açlıkla, yoklukla, yoksunlukla, umarsızlıkla?
Bir sözcük yetmemiş yerimizden yurdumuzdan olmalarımızı anlatmaya: Göçmen demişiz; sonra muhacir, mübadil, mülteci... Başardığımız iyi, güzel, başarılı işleri çoğaltıp çeşitlendirsek de o türden işlerimiz için yeni sözler, sözcükler arasak ya...
Sonra tutuyorum, adına savaş dediğimiz şu başı sonu belirsiz yıkıcılığı düşünüyorum. Birilerinin merak edip araştırdığı, dünyanın savaşsız geçen yıllarını düşünüyorum.
Yıllar mı? Yok öyle bir şey! Ancak savaşsız "günler"den söz edebiliyoruz. Ve tüm bu hengâme içinde insanın insana ettiği düşüyor aklıma, mahcup oluyorum.
Okuduğum bütün kitapları kapatıyorum, bütün kitaplarımı yeniden açıyorum. Topraktan kopmuşluğumuza, parçasıyken kendimizi egemeni sandığımız doğanın dilini unutmalarımıza; sabırsız, hayata sağır ve kör hallerimize varıyorum.
Ateşin, toprağın, suyun, havanın, cümle hayatın diline yabancı umarsızlara dönüşmelerimizi düşünüyorum.
Müziğimizin büyük ustası Ruhi Su'nun "Herkese yeter dünya, herkese yeter ekmek..." deyişini anımsıyorum.
(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder