Resim: SÜLEYMAN KARAKUL
Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı'nı "kurtuluş savaşlarının babası" olarak tanımlayan Ceyhun Atuf Kansu'nun, "Kurtuluş, Uyanış, Direniş" adlı kitabındaki en dikkat çeken makalelerden biri olan "Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Köylüler"deki şu saptaması çok önemli:
"Ulusal kurtuluş savaşlarının evrensel iki gerçeği vardır: Bu savaşların vurucu, savaşçı gücü yurtsever aydınlarla birlikte, köylülerdir. Ve bu köylüler, bağımsızlıkla birlikte toplumsal bir değişim, gerçek bir kurtuluş adına savaşmaktadırlar." (BARIŞ DOSTER - Cumhuriyet Gazetesi)
***
"Köy Enstitüleri dünyada tektir"
(Köy Enstitüleri) Kırsal kesim için sadece öğretmen yetiştirmedi. Aynı zamanda üreten, araştıran, kurulu sömürü düzenini sürdürmek isteyen sermayeye, büyük toprak ağası ve tefeci-bezirganlara karşı savaşım veren; halkı bilinçlendiren bir "eylem insanı" yetiştirdi.
Enstitü mezunu öğretmenlerin görevi, bulundukları köylerde öğrencileri yetiştirmekle sınırlı değildi. Yürekleri insan ve vatan sevgisiyle çarpan bu inançlı öğretmenler, umutsuzluğa ve yoksulluğa karşı tek başına savaş verdikleri gibi; genç kuşakların da daha iyi bir dünyanın kurulmasına yardım etmeleri için, onlara inanç ve cesaret vermeye çalıştı.
Çok yönlü yetişmiş, halkın her türlü sorunlarıyla yakından ilgilenen ve çözüm yolları üreten, aydın, yurtsever devrimci ve sosyalist bir "önder" yetiştirdi. Dünyada hiçbir ülkede öğretmen yetiştiren kurumlar, Türkiye'de enstitülerde olduğu gibi, çok yönlü bir "önder" yetiştirmedi.
Enstitülerdeki eğitim anlayışını, sosyalist ülkelerde uygulanan eğitim anlayışından ayıran tek özellik, sadece öğrencilerine ders veren öğretmen değil; kırsal kesimin ve toplumsal yapının her türlü gereksinmelerine yanıt verecek çok yönlü bir "önder" yetiştirmesidir. Böyle bir öğretmen yetiştirme sistemi, dünyanın hiçbir ülkesinde ne önce ne de şimdi yaşama geçirilmedi. (Prof. Dr. ALİ ARAYICI - BİRGün Gazetesi)
***
Meclis Başkanı Karabekir hop oturup hop kalkıyordu:
"Aman arkadaşlar, köy şehir ikiliği yaratmayalım. Anadolu'nun saf temiz halkını bozmayalım. Köylüsü şehirlisi bu memleketin evlâdı değil mi? Sırasında omuz omuza savaşmıyorlar mı cephede? Yalnız köy çocuklarını okutan mektep olmaz. İkilik yaratmaktır bu... Memleket için çalışalım..."
Bu gerekçeyle köy çocuklarının okutulmasına, köy eğitimi sorununun çözümüne karşıydı. Tehlikeli buluyordu köylünün uyanmasını...
Demokratlar yırtınıyordu alanlarda:
"Köylü vatandaşlara sırtlarıyla taş taşıtarak okul yaptırmak ne demek? Zulümdür bu... Angarya insanlığa aykırıdır. Demokrasii... İnsan hakları... Hürriyet!.."
Sanırdınız ki Karabekir de, Demokratlar da, o zamanki iktidar partisinin sağ kanadıyla, bu kanadın Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin de köylü için, memleket için çırpınıyorlar. Sanırdınız ki niyetleri tüm vatandaşları eşit haklara, nimetlere kavuşturmak...
Yirmi yıldan fazla bir zaman kaybından sonra en ağır işleyen kafalar bile azmaya başladı. İmam Hatip okulculuğu, İslâm enstitücülüğü, "birlik"çilik ne demek biliniyor. Nutuklarda köylüden yana görünmenin ağızdaki lokmaya göz dikmiş tilki nağmeciliği olduğu anlaşıldı. Hâlâ hastane, okul, hükümet kapılarında canlarını terleyenler köylerine politikacı sokmama yolunda...
Karabekirler, Reşat Şemsettinler, Demokratlar memlekete yapacaklarını yaptılar...
(MEHMET BAŞARAN - Tonguç Yolu: Köy Enstitüleri: Devrimci Eğitim / Varlık Yayınları - 1974)
***
Karikatür: SEMİH POROY
Mehmet Başaran'ın öğretmenliği de köy enstitülerinin akıbeti de en çiçekli en meyveli zamanlarında filiz kıran fırtınasının gadrine uğramadılar elbet! Miskin Adem oğulları tarafından filizleri, yeşil yeşil dalları da kırılmadı! Demokrat Parti'nin ağaları, vekilleri tarafından başlarına pişmiş tavukların başlarına gelenlerden daha beteri getirildi. Öğretmenler, öğretmen adayları apar topar askere alındılar, suçlularmış gibi sürüldüler, kelepçe vuruldular, yedek subaylık hakları "görülen lüzum üzerine" ellerinden alındı. Yokluktan, yoksulluktan kendi elleriyle yaptıkları okulları, işlikleri, uygulama bahçeleri, kütüphaneleri tarumar edildi.
(Mehmet Başaran'ın kitabı) Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi, Türkiye'nin aydınlanma mücadelesinin nasıl örselendiğinin anlatıldığı öykülerden oluşuyor.
Bu dünyada Olimpos'ta oturduklarını sananların rahatlarını kaçıran ateşi, aydınlığı halka taşıyan Anadolulu genç Prometeusların öyküleri...
Topraktan öğrenip, kitapsız bilenlerin öyküleri...
Tarlaları sürenlerin, ekin biçenlerin, kızgın ateş karşısında demir dövenlerin, nasırlı elleriyle ekmek yoğuranların, dağa bele yol döşeyenlerin, yerin yedi kat altından maden çıkaranların, makineleri yürütenlerin...
Çocukları okutulmak istenmeyen, düzgün evlerde, insanca işlerde, hastaneli, bahçeli, okullu kentlerde yaşatılmak istenmeyen, parasız ameliyat edilmek istenmeyenlerin öyküleri...
Ağaların, beylerin Anadolu halkını köleleştirememelerine duydukları öfkeyi, pırıl pırıl köy çocuklarının enstitülerden oyunlarla, hilelerle horlanmalarının öyküleri... Bu taşa, bu toprağa, bu garip başa diye saçtığı tohumlardan ekmeklik buğdayını dahi çıkaramayıp, silkim zamanı zeytin ırgatlığına gidenlerin yokluk, mecbur insanlık öyküleri...
(ÜMİT CİNGÖZ - Cumhuriyet Gazetesi)
***
BAŞAKÇILAR
Silkim sona ermiş, aylardan beri duyulan sırık sesleri dinmişti. Başlarına gümüş pullu yazmalarını sarmış, etekleri püsküllü, alacalı önlüklerini bellerine dolamış Türkmen kızları, solgun çarşaflı göçmenler, ırakların perişan kılıklı, yorgun yüzlü garipleri zeytin arasında görünmüyordu gayrı. Suyu çekilmiş değirmen ıssızlığı çökmüştü kırlara yeniden.
Biçilmiş buğday tarlaları gibi, bomboş uzanıp gidiyordu zeytinlikler. Toplanan taneler sıkılmaya başlayalı epey olmuştu. Tayfalar az önce geçmişçesine, yaprak, dal döküntüleri içindeydi yerler. Öğlen yemeği yenmiş bazı ağaçların dibinde, soğan kabukları, kirli çaput parçaları görünüyordu.
Başak, ovanın başak vaktiydi şimdi...
Birer gölge gibi dolaşanlar vardı iç yanlarda. Bir şeyler yitirmişçesine telaşlıydılar. Her taşın, oyun, yaprağın dibini yokluyorlardı heyecanla. Yoksul erkekler, yaşlı kadınlar, ikide bir ellerini hohlayan okul çağında çocuklardı bunlar. Kiminin elinde bir sepet, kiminin de kirli bir torba vardı. Gömü bulacakmışçasına, yerleri tırım tırım arıyor, bir ağacın dibinden öbürüne, birbirlerinden önce varmaya çalışıyorlardı. "Başakçı" deniyordu onlara. Tayfaların unuttuğu, görmediği taneleri topluyorlardı. Çakıldan çakıla sekiyorlardı umutla...
Küçük de olsa, önemliydi işleri. Üç oradan, beş buradan, bakarsın bir iki yöğmiye doğrultulabilirdi. Ha n'olurdu biraz daha fazla döküntü bıraksaydı şu tayfalar!
(...) yılda bir kez başakçıların oluyordu koca zeytinlik. Bir acı zeytin tanesi, hiçbir zaman onların avucundaki kadar değerli olmamıştır...
(MEHMET BAŞARAN - Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi / Yazko - 1983)
Merhaba!