Türkiye'nin 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül Darbesiyle çemberine sokulduğu piyasa ilişkileri, kültürel alanı, özellikle edebiyatı metamorfoza uğrattı. Topluma ve insana duyarlı edebiyatın yerini, büyük sermaye yayınevlerinin pazarladığı bestseller edebiyat aldı. Kapitalist zihniyete uygun bireycilik, akıl ve ilerleme düşmanı Postmodernizm, estetik ve ahlaki referansları kaybolmuş bu edebiyatın temel özelliklerini oluşturdu. Yeni kuşaklar, gerçekçi edebiyatın varlığından habersiz bırakıldı. (ATİLLA KÜÇÜKKAYIKÇI - BİRGün Gazetesi)
***
"Burjuvalaşmış teknik karşısında ezilen, yok olan insanlar benim insanlarım olmuştur. Ben, aydınlık, umut dolu, okuduğum zaman bana yaşama sevinci, kötülüklerle savaşabilme gücü veren romanları seviyorum. Üst yanı fasa fisooooo."
ORHAN KEMAL
(Fotoğraf: ARA GÜLER)
İlk baskısı 1957 yılında yapılan Kardeş Payı öykü kitabı, 1958 yılında "Sait Faik Hikâye Armağanı" aldı. 19 öyküden oluşan kitapta "Pırıl Pırıl" öyküsünden küçük bir alıntı bize Orhan Kemal'in hayatla kurduğu ilişkiyi çok güzel anlatıyor:
(...)
Yaklaşan ev kirasıyla delik pabuçların mosmor sıkıntısı başladı şimdi. Ne yapmalıyım? Nereye gitmeliyim? Nasıl kurtulmalıyım bu mosmor sıkıntıdan?
Dar, eğri, çamurlu sokaklardan ağır ağır dönüyorum. Meydanlık. Hâlâ çift kale oynayan küçük futbolcular...
Yeni bir sokakta, çürümeye terk edilmiş bir kamyon enkazının yanı başındaki küçük öğrenciler dikkatimi çekiyor. Yere diklemesine koyduğu tahta çantasına oturmuş kısa pantolonlu bir öğrencinin etrafına halka olmuş, onu dikkatle dinliyorlar.
Çocuğun gözünde gözlük, yüzünde bir bilimadamının ağırbaşlı ciddiliği var. "Proton, pozitron, nötron"lardan bahsediyor. Az daha sokuluyorum. "Konferans"ını kesmiyor; atom, proton, nötron, pozitron, maddenin yapısı, atom çekirdeği...
Elindeki paslı jiletle "atomun nasıl parçalandığını" göstermeye çalışıyor. Dizleri üzerinde bir mermer parçası, mermerin üstünde de jiletin boyuna parçalayıp ufalttığı bir kurşun çubuk!
Merakım hayranlık derecesine yükseliyor. Adi bir jiletle atomu parçalayıp çekirdeğin içindeki gücün çıkarılmaya çalışılması hiç de komik gelmiyor. Tersine. Sevincimden hüngür hüngür ağlamak, bangır bangır nutuklar çekmek istiyorum.
O...usuz, p.....nksiz, gamsız, kedersiz, pırıl pırıl yarınlara olan inancım şahlanıyor.
Mosmor sıkıntının anasını satmışımdır artık. Artık sabun balonları üfleyebilir, kırlarda doludizgin çember çevirebilirim.
Futbol oynayabilirim be futbol!
***
"Adi bir jiletle atomu parçalayıp çekirdeğin içindeki gücün çıkarılmaya çalışılması"ından hayata, insana ve onun geleceğine tutkuyla inanan bir insandan başka kim böylesine coşku duyabilir? "Aman işte çocuk kafası" deyip de geçmez ve en ağır sorunlarını bile bir anda unutup kıvançla dolabilir?
İşte Orhan Kemal'in sırrı... (soL Haber)
***
1.
Yıldızların, çivilediğin yerdeler,
Bulutların, eksik olmasınlar,
Hep aynı minval üzere, senden gelip sana giderler.
2.
Güneşin böler günlerimizi
Bir portakal gibi ortasından ikiye
Yarısını kulların yer, yarısını geceler.
3.
Denizlerin senin elinle doldurduğun kasede çalkalanmaktadırlar,
Ne bir damla artmış, ne bir damla eksilmişlerdir.
4.
Dağların bizim ayağımıza çok bol geldi;
Onları bir defa bile giyen olmadı.
Daha dün elinden çıkmış gibi hepsi yepyeni
Şimdilik eskiyen bir şey varsa ömrümüzdür!
(...)
8.
Toprağında hep aynı lezzet,
Hep o kahrolası, o çıldırtıcı, o obur bereket;
Yedi kat yerin dibinde hep aynı muamma, aynı kasvet, aynı hüzün.
Ve hep aynı meyve, aynı dilimler, aynı hediye gündüzün
Başımızın üstünde aynı bulutlar.
Ve hep o külâh gibi kulaklarımıza kadar geçirilen gökyüzün.
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Bize her gün yeni bir beşik, yeni bir ömür
Sana göz bebeklerimi gönderiyorum,
Âdem Babamıza götür
Zahmet olmazsa, onları kafasındaki boşluğa taksın;
Şöyle evire çevire bir baksın
Ve söylesin sana intibalarını.
Bunlar aynı göz bebekleri değil Tanrım!
Toprakta aynı başak, aynı buğday, aynı taneler
Fakat bu gözbebekleri neler gördü,
neler gördü, neler!...
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Dağların bizim ayağımıza çok bol geldi / Onları bir defa bile giyen olmadı / Daha dün elinden çıkmış gibi hepsi yepyeni / Şimdilik eskiyen bir şey varsa ömrümüzdür... Önünde uzanan İskilip'in dağlarını görmeden önce bu dizelerle anlatmıştı dağların içinde uyandırdığı coşkuyu Yaradana Mektuplar'da. İşte burada, İskilip'te yepyeni duruyordu dağlar hâlâ. İnsanlık ise günden güne eskiyordu. Hatta çirkinleşiyordu. Az ötede görünen köy okulunda öğrenciler atmosferde bulunan gaz oranlarını öğrenirken, Auschwitz'te ince ince yapılan ayarlarla gaz odalarında insanlık katliamı yaşanıyordu. Aynı gaz oranlarıyla hepimiz ölüyorduk biraz. İleride "insanlığın kara lekesi" diye anılacağından şüphe götürmez bir çağda yaşamak bize düşmüştü. Salt yaşamak yetmezdi. Dağların yepyeni duracağı fakat bizim ömrümüzün vefa etmeyeceği başka çağlara anlatmak gerekirdi bu kara lekeyi. Elbet bugünlerin resimleri çizilecek, şiirleri yazılacaktı. Nâzım boş yere çekmiyordu ya mahpusluğu. Sanatın görevi de bu değil mi zaten? Nesnel dünyanın özümlenişiyle ortaya çıkan sanatsal yansılar, toplumun pratik etkinliği için bir araç olmadıktan sonra neyleyim ben öyle sanatı... (MÜJGAN TEKİN & VİLDAN TEKİN - Karadut / A7 Kitap)
***
"Sanat, insanın kendine verebileceği en büyük sevinçtir."
KARL MARX
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder