29 Ağustos 2021 Pazar

KURTULUŞ ABİDESİ

 


Resim: NED PAMPHİLON

(Ned, bu resim çalışmasını 9 Kasım 2014 Pazar sabahı saat 09.05'te başlayıp hiç
 kesintisiz 24 saat sürdürerek 10 Kasım 2014 Pazartesi sabahı saat 09.04'te tamamladı.)





Dağlarda tek
                      tek
                                                    ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: "Üç," dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

NÂZIM HİKMET





   
  Bazı fotoğraflar vardır, belleklerden silinmez. Bazı fotoğraflar vardır, milyonlarca sayfa yazıyla anlatılamayanı anlatır. Bazı fotoğraflar vardır, tarihe tanıklık eder.
   Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ü, öncülük ettiği ve tarihin akışını değiştiren Büyük Taarruz sırasında, Kocatepe'de, başparmağı dudaklarının arasında gördüğümüz fotoğraf, işte böyle bir fotoğraftır. Türk Kurtuluş Savaşı'nın simgelerinden biridir. Emperyalizme karşı savaşan bir milletin tarihi zaferine tanıklık etmiştir. Fakat bu fotoğrafı kimin çektiğini çoğumuz bilmeyiz.
   (...) Kocatepe'de Atatürk'ü fotoğraflayan ETEM TEM, fotoğrafla birlikte anılarına şu notu düşmüş:
   "Sade bir asker esvabı, teklifsiz bir tavır, çevik bir vücut çizgisi, sonra bütün vukuatı içinde doğurup, içinde yoğuran o baş, o harikulade insan kafası... Resme bir defa daha bakınız. Hiçbir milletin bu alelade fotoğrafından daha güzel kurtuluş abidesi yoktur."
(BARIŞ DOSTER - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!
   

22 Ağustos 2021 Pazar

YAŞAMA SANATI

 

"Dışarıda yağmur yağıyor. Çok yağıyor. Çay koydum. Oturdum, izliyorum.

Bunun dünyanın en güzel, en eşsiz, en değerli tablosu olduğuna yemin edebilirim."


ŞERMİN YAŞAR

(Deli Tarla)


***


"Alelacele koşup yaşama sığınmıyorsa insan, yaşamdan zevk alabilir mi?"


 

***


Ufak şeylerden zevk alabilmek,

lüks yerine zarafet aramak,

saygı istemek yerine değerli olmak,

zengin olmak yerine kimseye muhtaç olmamak,

sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak,

yıldızları, kuşları, kelebekleri ve bilgeleri açık kalple dinlemek.

İşte benim hayat senfonim.

WILLIAM ELLERY CHANNING


***


  İranlı vezir Abdul Kasım İsmail'in öyküsünün gerçek olduğuna inanmışımdır hep. Onun sayısı yüz bini bulan kitaplarına sevgisi hiç de anlaşılmaz gelmez bana. Bunlardan ayrı kalmama tutkusunu ise anladığımı söyleyebilirim! Nereye giderse onları da yanında götürmesi şaşırtıcı gelebilir belki! Ama hiç de ol(a)mayacak şey değil!

   Dört yüz devesine taşıtırmış kitaplarını. Develer yüklendikleri kitapları alfabetik sıraya göre taşırlarmış... Bu düzen ve kitap düşkünü vezirin öyküsünü öğreneli beri kendimi de hep sorgulayadururum. Kitaplarımın, defterlerimin, kalemlerimin ve masalarımın tutkunu olarak zaman zaman bir tutsak mıyım yoksa demeye başladım.

   Belki şu öyküyü de bilirsiniz: İranlı şair ve yazar Feridüddin-i Attar'ın ilk işi aktarlıktır. Bir gün dükkânına bir derviş gelir; onun dükkân raflarındaki düzeni, şişeleri, kutuları gözden geçirerek şunları söyler: "Ne mutlu bana, böyle bağlandığım, bu dünyadan göçüp giderken bırakmaya kıyamadığım şeylerim yok." Ve çeker gider derviş. Attar düşünedurur. Ertesi gün dükkânını kapatır, her şeyi satar, ailesine bırakır hacca gider; sonrasında da kendini gezgin kılar. İsfahan'a döndüğünde ise tüm zamanını okuma ve yazmaya verir.

   Doğrusu bu öyküyü öğrendiğimde ise "bunları nasıl bırakır giderim" düşüncesindense bağlandıklarımın anlamını düşündüm daha çok. Hayatımıza anlam katanlar nelerdir? Bir yelek, bir hırka, bir parça peksimet mi? Yoksa daha başka şeyler mi? Nedir yaşamdaki sıralamalarımız sahi? (FERİDUN ANDAÇ - Cumhuriyet Kitap)  


***



   Yaşamak bir sanat ise eğer; "yaşama sanatı" herkes tarafından öğrenilebilir herhalde. 

   Bu nedenle kimse bulunduğu yeri abartmamalı mı acaba! Hem abartsak ne olacak! 

   Montaigne, öyle güzel demiş ki bu konuda:

  "İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üzerine çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız."

   (ÜNAL ERSÖZLÜ / Yeryüzü Misafiri - Karakarga Yayınları)




Merhaba!


15 Ağustos 2021 Pazar

SELAM O YARINLARA

 



   "Yirmiyi aşkın etnik kökenden insan... Ta Hititlerden bu yana uzanan, binlerce yıllık bir kültürel etkileşim ve birikim... İşte Anadolu gerçeği bu! Irklar da karışmış, kültürlerde... Ve o karışıma, daha on ikinci yüzyıldan başlayarak Batılılar 'Türk' adını takmışlar. Atatürk de, bin yıllık ortak yaşamın 'ortak ürünleri' üzerinde, çağdaş bir ulus devlet kurmuş. Atatürk'ün ulusçuluğu ve ulusalcılığı da, işte bu yurtseverlik olgusu üzerinde yükseliyor. Ulusal kimliğimiz, bir etnik kesimin kimliği değil. Hititlerden bu yana uzanan bir sürecin ürünü. Bir sentezin kimliği!.. 'Ulus devlet' ölmedi! Ama ulus devleti -özellikle de Anadolu'daki ulus devleti- kendi çıkarları önündeki en büyük engel olarak gören bazı 'büyük' dostlarımızın bu emelleri de ölmedi!" (AHMET TANER KIŞLALI, Cumhuriyet Gazetesi-1998)


"Bu ülkeden aldıklarıyla değil, bu ülkeye verdikleriyle doyan" aydınlar.

   Ahmet Taner Kışlalı'nın da aralarında bulunduğu ve ortak özelliklerini de ortaya koyduğunuz aydınlarımızın alçakça katledilmesiyle "sonsuz vadede" neler olmuştur?

  1990'lı yıllardaki aydın kıyımlarının, 2000'li yılların Türkiye'sini kendince planlayan karanlık ellerin işi olduğunu düşünüyorum. Uğur Mumcu'nun katledilmesinin ardından bir Batılı ülkenin büyükelçisi, "Kemalist aydınlarınız azalıyor. Bu, Türkiye için en büyük tehlike" demişti.

   Bugün bunun sonuçlarını yaşıyoruz.




   Ancak Mumcu'ları, Kışlalı'ları katlederek onların düşüncelerini yok edemediler. Bunun da altını çizmek gerek.
   Gerçek aydın ülkesinin geleceğine harç taşır, çıkarcı aydın bugünkü yapının rantını yer.
   (MUSTAFA BALBAY - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)


***



Karikatür: MUSA KART


   Server Tanilli, her şeyden önce, bir aydınlanma bilgesiydi. Tüm yaşamını aydınlanmaya, demokrasiye, emeğin kutsallığına adamış olarak yaşadı. Uygarlığa giden yolun kitaptan geçtiğini, yaşamanın okumakla, direnmekle bir anlam kazanacağını bıkıp usanmadan anlattı.




   "Faşizm, hiçbir toplum için kader değildir. Yarınlar, ilerici devrimci güçlerin olacaktır. Yani bağımsızlığın, yani gerçek demokrasinin, yani sosyalizmin... Selam o yarınlara." dedi.
   Daha insanca yaşanacak bir dünyanın mücadelesini ölünceye dek sürdürdü. 
   (ORHAN TÜLEYLİOĞLU - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)


***


Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.


CEMAL SÜREYA






Merhaba!

8 Ağustos 2021 Pazar

"CAN" DAN


    Hilmi Yavuz, Özdemir Asaf'ın bir etkinlikte, seyirciye anlattığı şu anıyı aktarır:

   "Edebiyat hocamız İsmail Habib Sevük'tü. Sınıfta heğkese şiiğ okutuğ, sığa bana gelince, atlayıp yanımdakine geçeğdi. Biğ-iki, bu hep böyle süğegidiyoğ. Biğ gün değste pağmak kaldığdım ve 'Hocam' dedim sınıfta heğkese şiiğ okutuyoğsunuz. Bana okutmuyoğsunuz. Niçin okutmuyoğsunuz?

  İsmail Habib Hoca, bu soğuma şu cevabı veğdi: Oğlum Özdemiğ, sen şiiğ okumuyoğsun. Şiiğin canına okuyoğsun..."

   Özdemir Asaf bu anekdotu anlatır anlatmaz, salon kahkahadan kırılmaktaydı ki Özdemir, kaşla göz arasında şunu ekledi: "Şimdi ben buğada, kendi şiiğleğimin canına okuyacağım..." (MÜNEVVER OĞAN - Aydınlık Gazetesi)  



   Şiirlerinde babasının Asaf ismini kullanır, oysa asıl ismi Halit Özdemir Arun. 1950 yılında Cağaloğlu'nda açtığı matbaasının açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memur adını sorar. R'leri "ğ" olarak söyleyen babam "Halit Özdemiğ Ağun" der. Özdemir bilinen bir isim olduğu için memur belgelere Halit Özdemir Ağun yazar. Bankonun üzerinden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce "Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun" der. Memur yüzüne bakar. "Evet, Ağun" der. "Hayığ, hayığ Ağğun". "Beyefendi anladım. Ağun". Babam sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ARUN yazar, r'lere basa basa yüksek sesle okur. "AĞĞĞĞĞUN". Can Yücel'de 28 Ocak 1981 günü Bebek Camisi'nden Aşiyan'a kadar geldikten sonra bir şiir yazar: CENAZE DÖNÜŞÜ

Anlaşıldı bu

R'lerin intikamı

Onlar yuttu Özdemir Asaf'ı.


   (SEDA ARUN - Cumhuriyet Gazetesi)


***



CAN YÜCEL & FAKİR BAYKURT


   Fakir Baykurt, Can Yücel'in TÖS'ün 1968 yılında düzenlediği Devrimci Eğitim Şurası'na da katılıp 'Devrimci Eğitim Andı'nı yazıp şuraya sunduğunu, andın kabul edilip hep birlikte okunduğunu ifade eder.

"Türküm, doğruyum, devrimciyim
Yasam iç ve dış gavuru dışarı atmak
Yurdumu tez elden kalkındırmaktır.
Ülküm, işçiye iş,
Köylüye toprak,
Bebeye süt,
Yavruya ekmek ve kitap,
Gence gelecek sağlamaktır.
Varlığım ulusal kurtuluşumuza
Bağımsızlığımıza armağan olsun."


   Fakir Baykurt, anılarında sonrasını şöyle anlatır:

   "... Can'a teşekkür etmem gerekiyordu, yanına gittim. "Ötekini de baban yazmıştı, biliyor musun?" dedim. Orasını karıştırma! der gibi güldü cin, "Ondan yürüttüm!" dedi. Sonra ekledi, "Canım yürüttümse babamın andını yürüttüm, başkasının andını yürütmedim!" dedi, güldü... 1938-1946 yılları arasında Türk eğitim tarihinin en değerli şuralarını toplamış olan Hasan Ali Yücel'i de anmış olduk böylece..." (Mülkiye Haber)






Merhaba!    
 
 

1 Ağustos 2021 Pazar

KÜÇÜK ÇOCUK

 

   

Haruki Endüstri Ürünleri Teşhir Salonu / Hiroşima




   16 Temmuz 1945 Pazartesi günü alacakaranlıkta New Mexico eyaletini kuşatan çölde, sıfır noktasından on altı kilometre uzaktan bile izlenebilen bir patlama sonucu açığa çıkan ışık, çölü güneş doğmadan güneş gibi aydınlattı, birkaç saniye sonra gökyüzünün on kilometre üzerinde bir mantar bulutu yükseldi.
    J. Robert Oppenheimer gördükleri karşısında dünyanın bir daha eskisi gibi olmayacağını düşündü.
  (...) Oppenheimer, izlediği ölümcül manzara karşısında Hinlilerin kutsal kitabı Bhagavad Gita'dan kendince değiştirmece yaptığı sözleri mırıldandı:

   "bin güneşin ışığı
   doldursaydı bir anda bütün göğü,
   o görkemlinin ihtişamına benzerdi tıpkı...
   dünyaları yıkan
   ölümüm artık ben."

   İlk nükleer plütonyum bombası beşi yirmi dört dakika kırk beş saniye geçerken başarıyla patlatılmıştı. Test yetkilisi Kennet Bainebridge "Ne yaptık biz?" diye sorduğunda yanıtı beklemiyordu, zaten biliyordu.

   -Şimdi hepimiz o*ospu çocuğuyuz!



***


Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

NÂZIM HİKMET


***



   Ve 6 Ağustos 1945,




   Sekiz'i çeyrek geçe Enola Gay karnında taşıdığı Küçük Çocuk'u, Aioi Köprüsü'ne bırakmak üzereydi, bomba bölmesinin kanatları iki yana açıldı, bomba tavana asılı bağlarından kurtuldu, irtifa yitirerek hızla hedefine alçaldı. Binbaşı Thomas Ferebee'nin heyecanlanarak erken bıraktığı Küçük Çocuk, hedefini ıskalayarak, Aioi Köprüsü'nün beş yüz elli metre uzağındaki Shima Kliniği'nin bin dokuz yüz atmış sekiz feet yüksekliğinde patladığında Hiroşima güzel bir yaz gününe uyanmak üzereydi.
   (...) Patlamayla birlikte ilk bir saniye içinde beş yüz bin fahrenhaytlık sıcaklığa erişen ateş topu yüz feet çapa ulaştı. Havaya dağılan nötronlar ve gama ışınları yere serpildi. Saniyenin milyonda biri kadar bir sürede bin milyar kilotonluk enerji ortaya çıktı. Saniyenin binde biri kadar sürede onlarca kilometrelik alanda bulunanların gözlerini kör edecek kadar bir ışık salındı. Işığı görenler gözlerini kapatacakları kadar bile zaman bulamadı. Elektrik direkleri, çelik materyaller, köprüler, camlar pudraya benzer bulut içerisinde onarılamayacak hasar gördü. 
   Patlamadan iki saniye sonra ortaya çıkan ateş topu ilk dört, beş kilometre içinde önüne çıkan ne varsa her şeyi yakmaya yetti.
   Altı saniye sonra şok dalgası sıfır noktasından bir buçuk kilometre uzaklıkta hava basıncını iki katına çıkarıyor bu basınçla insanın yaşama olasılığı yüzde bire düşüyordu. 
   (...) Şanslı olanlar uzun süre acı çekmeyeceklerdi. Derilerinde yanık yaralarının belirmesinden birkaç gün sonra başlayan ve birkaç hafta kadar sürebilecek olan kanama nedeniyle yaşamlarını yitireceklerdi. 
   Patlama merkezinden on üç ila yirmi iki kilometre uzakta olanlar bulundukları uzaklığa göre birinci, ikinci, üçüncü derece yanıkla karşılaştılar. 
   Kanamalar, sindirim bozuklukları, saç dökülmeleri, deri yanıkları, kansızlık, hamilelerin çocuk düşürmeleri, sakat çocuk doğumları, kalıcı kısırlık on günle üç ay içerisinde ortaya çıkacaktı.
   On yıllar sonra bile görme bozuklukları, kan ve deri kanseri gibi sayrılıklar görülebilecekti. 
   İyonize radyasyon dokunduğu bütün canlılara onarılmayacak radyolojik zararlar verecekti.
   Ölüm, uzun sürecek görevinin başındaydı.
   (...) Şok dalgası beş kilometrelik çap içinde Hiroşima'yı dolandı, dağların eteklerine çarpıp, hızından yitirse de aynı şiddetle kenti bir kez daha dolandı. Patlamanın şiddeti öylesine yoğundu ki Yasunari İshiguro gördüklerine inanamadı. Kent merkezine yaklaştıkça Hiroşima'daki ev ve işyerlerinin üçte ikisi hasar görmüş, birçoğu yıkılmış, geriye moloz ve hâlâ yanmakta olan çöp yığınından başka bir şey kalmamıştı. Şiddetli bir rüzgâr çıkmıştı, Yasunari İshiguro direksiyonu kontrol etmekte zorlanıyordu, hâkimiyetini yitirdiği araç yol boyunca sağa sola savruluyordu.
   Haruki Endüstri Ürünleri Teşhir Salonu'nun önünden geçerken binaya baktığında, kubbenin bakır kaplamalarının erimiş olduğunu gördü, bina kiriş iskeleti üzerinde çıplak duruyordu, yalnızca tuğla ve taş kısımları ayaktaydı. Arabayı çalışır biçimde durdurdu, aşağı indi. (HALİT PAYZA - Hiroşima'daki Küçük Çocuk Nagasaki'deki Şişman Adam/Japon Yayınları)    




Hiroşima Barış Anıtı (Atom Bombası Kubbesi)








     



Ve 9 Ağustos 1945 Nagasaki...