1 Aralık 2024 Pazar

DEVE, EŞEK ve DOĞAN GÖRÜNÜMLÜ ŞAHİN

 

Onuncu yüzyılın sonlarında Pers vezir Abdül Kasım İsmail, kitaplarını yangınlardan, talanlardan korumak için dört yüz devenin sırtına yüklediği yüz on yedi bin kitabı yanında taşırdı. Kitaplar, develere Pers alfabesinin otuz iki harf sırasına göre yüklenirdi. Vezir, okumak istediğinde deve ıhdırılır, kitap deveden indirilir ve vezir, ilme ve şiire dalardı.


***



"Okumaya vaktim yok" diyenleri hiç anlamadım çünkü bana göre okumak boş vakitlerde yapılacak bir şey değil. Zaten bana göre insanın boş vakti varsa ömrü boşa gidiyor demektir. "Mesleğim gereği okumam gereken çok şey var, başka şey okuyamıyorum" diyenleri de anlamıyorum. Sanki mecburiyetten her gün kuru ekmek yerken bir gün önünüze yoğurtlu soslu iskender konduğunda "Ben her gün mecburen kuru ekmek yediğim için bu nefis yemeği yiyemiyorum" demek gibi bir şey bu durum. Yemezler yani! Okumayan kitle içinde bir de okumama durumlarına kılıf uydurmak için "Okumak önemli değil, ne okuduğun önemli" diyen entel-danteller var. Bence değil! Ne olursa olsun okumak önemli. Çünkü ancak öyle yaparsanız okumak bir alışkanlık haline gelir. Okudukça okursunuz. Okudukça ister istemez öğrenirsiniz. Çünkü kapı kapıyı açar, bilgi yeni bilgileri getirir. Bilgilendikçe bilinçlenebilir insan çünkü bilgi olmadan bilinç olmaz. Ve tabii ancak bilinçli insanlar kayda değer fikirler üretebilir. Fikirler birbiriyle çeliştikçe zenginleşir, yeni fikirler yenilikleri üretir. Özellikle eğitimciler ve yöneticiler akıl fikir sahibi olmalıdırlar. Çünkü fikirleri akıl süzgecinden geçmiş ve okuyarak edindikleri zengin bilgileriyle köklenmiş insanları aldatmak ve kullanmak zordur.
(...)
Okumak konusunda mazeret ve polemik üretmeye bayılan "yarı aydın" kişiler tam burada "Okumakla adam olunmaz" diyeceklerdir. Doğrudur. Bazılarının adam olmak diye kabul ettiği örneğin zengin olmak için okumak şart değildir. Hatta bu noktada "Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır" sözünü hatırlayarak ona da hak vermek gerekebilir. Ama siz anladınız aslında benim ne dediğimi. Yine de ben yazayım, yanlış anlama olmasın. Benim sözümün özü şu; her okuyandan adam olmaz belki ama okumayandan asla fikir adamı olmaz. Oldum diyen de ancak doğan görünümlü şahin olur. 

(SERRA MENEKAY / Laf Ebesi'nin Ödemiş'i - Galeati Yayıncılık)







Merhaba!  

24 Kasım 2024 Pazar

MASALIMSI DAĞ ÇİÇEKLERİ

 


"Temizlik ve hijyenin" öneminin hatırlandığı salgın günlerinde, hep Erzincan Eğitmen Kursundan 1936 yılında mezun olan Eğitmen Mehmet Ali Boyraz'a ve anlattıklarına değinmek isterim.
Eğitmen Boyraz'ın; Sivas Zara'nın Bağlama ve Ekinli köylerinde öğrencilerine ve özellikle köy kadınlarına verdiği uygulamalı sağlık derslerini anlattığı videoyu seyrederken Köy Enstitüleri kurucu kadrosunun ülke gerçeklerinin içinden nasıl geldiğini sonra da çözümü nasıl gösterdiğini bir kez daha anladım.

Dikkatinizi çekerim, savaş yokluk yıllarında; Eğitmen Boyraz öğrencilerine ve köy kadınlarına yıllarca "hayvan sağarken, süt ve süt ürünleri işlenirken temizliğin" önemini, bakteri ve mikropların tehlikesini anlatıyordu. 
Köyü / kırsalı canlandırmayı hedefleyen kurucu kadronun gelen öğrencilerin sıtma, uyuz, haşere vb. bulaşıcı ve salgın hastalıklardan kırıldığını görünce tüm enstitülerde revirler kurduğunu, sonra da kırsalda hastalıklarla mücadele için sağlık kolunu devreye soktuğunu görüyoruz.
Elbette sağlık hizmetleri kırsal kalkınmanın ayrılmaz bir parçasıdır.

(SERCAN ÜNSAL - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR) 




*Köy Enstitülerinin sağlık alanındaki faaliyetleri yeterince bilinmiyor. Sizce bunun nedenleri nedir?

HİLMİ UYSAL - Hiç bilinmiyor demek daha doğru olur. Bunun başlıca birkaç nedeni olduğu kanısındayım:
Öncelikle Köy Enstitüleri resmi olarak kapatılmadan "Köy Enstitüsü Sağlık Kolu" okulu çok önceden sessiz sedasız ve sebepsiz kapatılıyor. Halkın bu kapatmayı bilmemesi isteniyor. Çünkü açıklamak mümkün değil. Gezici köy sağlık memurlarının köyler için önemini köylü hemen kavrıyor ve yaşamlarına etkisi çok somut, bebekleri ölmüyor onlar sayesinde.
Köy Enstitülerini kapatma gerekçesi olarak sunulan "komünist" vb. suçlamaları halkta kabul görüyor ama sağlıkçıları yetiştiren okulların kapatılmasını açıklamak mümkün değil. Dolayısıyla önce okul sayısı 7'den 2'ye indiriliyor (hemen 1946'da) ve ardından 1950'de 1'e indiriliyor. 1951'de de son mezununu veriyor. 
Kamuoyuna yapılan bir açıklama bulamadık. Sadece Sağlık Bakanlığı'nın "gezici köy sağlıkçısına ihtiyacı kalmadığını" belirten gerekçesi var ortalıkta ve ne yazık ki bununla ilgili bir yazışmayı dahi bulabilmiş değiliz.

*Kemalist Cumhuriyetin, Köy Enstitüleri üzerinden de belirginleşen sağlık politikalarının özgün özellikleri nelerdir?

MUALLA AKSU - Kemalist Cumhuriyetin eğitim politikası gibi sağlık politikası da kamucudur. Çünkü "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" hedeflenmektedir.
Bu amaçla da günümüzdeki uygulamaların aksine, "paran kadar eğitim", "paran kadar sağlık" anlayışından uzak, en ücra köşedeki vatandaşa ulaşabilecek bir politika benimsenmiştir.
Hem her vatandaşın fırsat ve olanak eşitliği içinde sağlık elemanı olabilmesi hem de eşit koşullarda sağlık hizmeti alabilmesi istenmiştir.

*Köy Enstitülerinden vazgeçilmesinin sağlık alanında ne gibi olumsuz sonuçları oldu?

HİLMİ UYSAL - Köy Enstitüleri Sağlık Kolu'nun kurulduğu 7 Köy Enstitüsünde 1943-1944 yılında yapılan planlamada 10 yıl içinde (1954 yılına kadar) her yıl 500 köy sağlık memuru yetiştirilmesi ve 1950'lerin sonunda 5000 gezici köy sağlık memuru ile her birini 8 köye baktığı bir yapılanmayla 40.000 köyün birinci basamak sağlık hizmeti, koruyucu sağlık hizmeti, acil sağlık hizmeti, sağlık danışmanlığı sağlanmış olacaktı.
4459 sayılı kanun aynı zamanda köy hekimi ve köy ebe ve hemşiresinin yetiştirilmesini de içeriyordu.
3 yıl sonra kanunun uygulanmasından vazgeçilmeseydi 10 yıl sonunda nüfusun yüzde 80'inin yaşadığı köylerde, kırsal alanda sağlık sorunu kökten çözülmüş olacaktı. 
Sağlık Kolu'nun ömrü kısa oldu ve ancak 1599 gezici köy sağlık memuru yetiştirilebildi. Hemşire ve ebe yetiştirilemedi. Köy Hekimliği ise kâğıt üstünde kaldı.
Yine de asırlar sonra, 1599 gezici köy sağlık memuru, her biri 15-20 köye bakarak yaklaşık 20-25 bin köyün koruyucu ve birinci basamak sayılabilecek düzeyde çağdaş sağlık olanaklarına kavuşma şansı oldu. 
Bebek ve anne ölümleri düştü, aşılama köylere ulaştı, kızamıktan, sıtmadan ölenlerin sayısı azaldı. Köylere hijyen, temiz su, sağlıklı yaşam kavramları ulaştı.
Böylesi dünyaya örnek projenin erken sonlandırılması bugünkü çapraşık, içinden çıkılmaz hale gelmiş sağlık sorunlarımızın nedenidir.
Çözüm olarak da Köy Enstitüleri aracılığı ile yapılmak istenen koruyucu ve birinci basamağa dayanan sağlık hizmeti anlayışının tam tersi sağlık hizmetini tedavi edici hizmet olarak görme anlayışı galebe çalmış ve Cumhuriyetin kuruluşundan 100 yıl sonra yeniden ağır bir sağlık sorunu ile karşı karşıya kalınmıştır. 

*Bugün, Köy Enstitüleri modelini felsefe edinecek nasıl bir modele ihtiyacımız var?

MUALLA AKSU - Köy Enstitüleri, özgün bir model olarak yüzde 80'i köyde yaşayan kendi toplumumuzun gereksinimlerinden doğmuştur. Sürekli gelişimi öngördüğü için de okul yerine enstitü adı verilmiştir. 
Günümüzde yanlış tarım ve kentleşme politikaları ya da politikasızlığı yüzünden ülkemizde köyler boşalmış, tarım gerilemiş, kentler devasa köylere dönüşmüştür.
Oysaki dünyada doğal yaşam ve organik beslenme eğilimi artmış, ülkeler yüksek katma değerli üretime yönelmiştir.
Bizde ise en temel gıda ürünleri dahi dış alıma dayalı hale getirilmiş, plansız tarım da köylüyü üretimden uzaklaştırmıştır.
Bugün Köy Enstitüleri kurulabilir mi? Bugünkü gereksinimleri karşılayabilecek nitelikte, enstitünün laik ve üretici eğitim felsefesiyle elbette yeni kurumlar oluşturulabilir.
Kışlalı'nın "Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür" söylemini konumuza uyarlarsak, Kemalizm'in Aydınlanma Devriminin bir kurumu olan Köy Enstitüleri de özlemini duyduğumuz eğitimin esin kaynağı olacaktır.
Bunu ancak bilimsel, kamucu, demokratik, laik ve üretici bir eğitimi önceleyen bir siyasal irade gerçekleştirebilir.
O zamanlar Atatürk'ü ve devrimlerini çok iyi anlayan Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç vardı.
Bugün de onların yetiştirdiği kuşaklar ve o kuşakların etkilediği nice yeni kuşaklar var. Geçmişte örnek kurumlar yaptık, bugün yine yapabiliriz.

*Çalışmanızın yazarlarından, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Pakize Türkoğlu'nun emekleri de büyük kuşkusuz.

HİLMİ UYSAL - Pakize Türkoğlu ve onun Köy Enstitülü arkadaşları, Cumhuriyet Devrimlerinin heykelleri değil, kaideleri idiler.
Minicik elleriyle taşıdıkları tuğlalarla örüyorlardı kaideyi, hünerli elleriyle yazıyorlardı kaidenin duvarlarına gerçekleştirmeye çalıştıkları hayalleri.
Yaşamları boyunca kaideden sökülen tuğlaları onardılar, silinen yazıları yenilediler, yazdılar.
Karalandı yaptıkları yine yazdılar. Kıstırıldı sesleri, ezgileri mırıldandılar. Susmaları beklendi, haykırdılar.
Gerçeğin kayalarını sırtlanıp zirvelere taşıdılar, taşıdılar, taşıdılar. O ve onlar, Cumhuriyetin Devrimlerine, aydınlık gelecek güzel günlere adadılar, masalımsı dağ çiçeği yaşamlarını.

(Söyleşi: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!    
   

17 Kasım 2024 Pazar

BEETHOVEN: MÜZİĞİN OZANI

 


LUDWIG VAN BEETHOVEN


Müzikle iç içe bir yaşam sürse de istediği başarıyı bir türlü yakalayamayan mutsuz, öfkeli bir babanın neden olduğu sıkıntılı bir evde, iki oğlan kardeşiyle büyür Ludwig.
Dört beş yaşlarındayken başlar müzik yaşamı ancak kendisiyle ve eviyle (aslında hayatla) kavgalı babasının zorbalığı bütün aile için gün günden çekilmez olur. 
Ludwig, ortanca kardeşi Karl'la Ren Nehri kıyısında doğanın seslerine kulak vererek baş etmeye çalışır bu hoyratlıkla...
Baba Johann, üç oğlunun da müzikle uğraşmasını, başarılı olmasını ve eve para getirmelerini beklemektedir.
Ludwig'i o gün ne yaptığı, ne kadar çalıştığı konusunda öfkeyle sorguya çekmesine kardeşi Karl dayanamayıp babasına direnir.
Öfkelenen Johann'ın Karl'ı cezalandırma tavrı üzerine o şiddetli tokadı araya giren Ludwig yer.
Anlatının başında tanık olduğumuz bu sahne, Ludwig'in ağrılı, kederli yaşamına ilişkin de ipuçları verir bize.
Sağlığının genç yaşlarında bozulmaya başlaması ve yaşamının büyük bölümünü duyma yetisinden yoksun geçirmesinde çocukluk yıllarının bu hoyrat ortamının yerini ve payını hikâyenin akışında derinden duyumsarız.


"Ben müziğin eliyim. Bulutların arkasını gören, doğanın dilini bilen..."

Bir bestecinin çok ötesinde bir sanatçıdır Beethoven, notalarla şiirler söyleyen bir ozandır o. Doğayı başka türlü görür, algılar, duyumsar.
Çocuk yaşlarda Ren kıyılarında yakaladığı doğanın seslenişini, renklerini, kokularını yaşamının her anında derinden duyumsamış, bestelerini hep o seslerle bezemiş, esinini bütünüyle doğadan almıştır.

Beethoven: Müziğin Ozanı [GÖKNİL ÖZKÖK - Can Yayınları], bize büyük bir sanatçıyı yakından tanıma, onun yaşam gerçeğine sızma olanağı verirken çağdaşı sanatçılarla da buluşturur bizi. Salieri, Mozart, bir dönem dersler aldığı Haydn bu sanatçılar arasındadır. Viyana'da, imparator Joseph saraya davet eder Beethoven'ı. Sarayın baş bestecisi Salieri, bestelerini yorumladığı Mozart'la da orada tanışır genç Ludwig. Ve onlara son yazdığı piyano sonatını çalar. İmparator çok beğense de Mozart için Avrupa böylesi genç sanatçılarla doludur. Hayranı olduğu sanatçının sözlerini duyan Ludwig, "Bay Mozart bana bir tema çalsınlar, ben de onun üzerine doğaçlama yapayım" der. Mozart ufak tefek haliyle, kendinden daha cüsseli olan Beethoven'ın yanına yaklaşır, "Peki öyleyse, güzel fikir, gösterin marifetinizi" diyerek piyanonun başına geçer. Oturur oturmaz da çok güzel bir tema çalar. Sonra aynı ifadeyle tabureyi işaret eder Ludwig'e. Mozart'ın ilk notasıyla tüm ezgi kafasında çalmaya başlayan Beethoven'ın yorumu olağanüstüdür. Doğaçlaması çok başarılı olan Beethoven yorumunu bitirdiğinde Mozart, "Bravo, ne diyebilirim ki... Piyano çalışınız muhteşem ama müzikle konuşabilmeniz etkileyici..." demekten alamayacaktır kendisini. 

Desen: KUTLAY SINDIRGI

Beethoven'ı farklı kılan bir yanı da sarayın, seçkinlerin, tuzu kuruların müzisyeni / sanatçısı olmayı, sarayın doğadan uzak, boğucu havasında ekmek elden su gölden de olsa yaşamayı ve yaratmayı ömür boyu reddetmiş oluşudur. 
Sarayda her şey vardır, güzeldir belki ama Beethoven için müzik böyle şatafatlı ortamlarda yapılacak ve erişilmesi güç bir şey olmamalı aksine "Bir çocuğun söylediği şarkı kadar kolay ulaşmalıdır kulaklara". Sarayların altın sırmalı, dev tokmaklı kapılarının ardında tutsak olmamalıdır.

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

10 Kasım 2024 Pazar

SEV KARDEŞİM

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun, vatan bütünlüğümüze gözünü dikenlere inat bugün de geçerli olan sözleri hepimize bir ders, bir vasiyet niteliğindedir:

"Ressamım, yurdumun taşından sürüp gelir nakışlarım.

Taşıma toprağıma toz konduranın alnını karışlarım."


SABAHATTİN & BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU


***


Yurdu yurt yapan, taş toprak değil, orada insanların yaşıyor olmasıdır.
O yüzden yurtseverliğin ilk şartının, insanlara, suçlu bile olsalar, insanca davranmak olduğunu sanıyorum.


TURGUT ÖZAKMAN
 (Romantika)



***


Bu memleket niçin bizim? Dört yüz atlıyla Orta Asya'dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, yurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde. Hititler, Frigyalılar, Yunanlar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu'yu. Ne olmuş sonunda? Anadolu onların değil onlar Anadolu'nun malı olmuş.
Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramıza dışarıdan gelenler çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten biziz eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi.
Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi Anadolu'nun tarihidir. (...) Sayısız devletler, medeniyetler bizim sırtımızda yükselmiş, bizim sırtımızda çökmüş.
Yetmiş iki dil konuşmuşuz Türkçede karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller, ne değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz. Doğuyla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz...

(SABAHATTİN EYÜBOĞLU - Mavi ve Kara)


***


Çağımızın çeşitli bunalımları, insanların birbirlerini sevmez, sevemez olmalarından doğuyor bence. Irk ayrımları, solcu avcılıkları gibi çeşitli tutumlar, davranışlar, birbirimizi dinlemez, dinlesek de anlamaz, anlamaya yanaşmaz, kısaca sevmez olmamızdan gelmiyor da nereden geliyor?


VEDAT GÜNYOL
(Devlet İnsan mı?)


***


"İki kişinin birbirini sevmesiyle başlar uygarlık."

(SABAHATTİN EYÜBOĞLU)






Merhaba!

3 Kasım 2024 Pazar

YALANCI TANIK OLMAMAK

 



"Müddeiumumi istiyor ki roman gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştirsin. Riya, cehil ve taassuba âlet olarak hakikati diri diri gömmeye razı olsun. Fakat o zaman hikâyenin, sanatın mânâsı, lüzumu kalır mı? Hayır efendim hayır.. Hiçbir hükûmet, hiçbir memleket sanatı asâletinden soyup yalancı şahit derekesine indiremez. Akiste iyi şeyler görmek istiyorsak, aslı ıslah etmeliyiz."

Hüseyin Rahmi Gürpınar 1924'te mahkeme karşısında kendini böyle savunuyordu. Kırk iki yıl sonra bir şair, Fazıl Hüsnü Dağlarca "Savcı'ya" şu mısralarla sesleniyor:

"Savcı nedir, düşündün mü
Yazıları suçlu kılan
Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı
Ama nedir çağlar üzre
Beni senden güçlü kılan."




Her çağda, savcısı, mahkemesi, polisi, jandarmasıyla "kurulu düzen"in savunucuları bir yanda, o düzenin içindeki çirkinlikleri, bozuklukları, haksızlıkları gösteren sanatçılar, yazarlar, şairler öte yanda...




Baudelaire'in "Les Fleurs du Mal"inin de "açık saçık" şiirler yüzünden Adalet'e verilmesi, mahkeme kararıyla altı şiirin kitaptan çıkartılması, şairin üç yüz frank para cezasına mahkûm edilmesi de edebiyat tarihinin eğlendirici anılarındandır. Kitap basıldığı için o altı şiir makasla kesilerek çıkartılmıştı! O altı şiir yıllar yılı kitabın yeni baskılarına alınmadı, ancak 1950'den sonra başka bir mahkemenin verdiği kararla bu haksızlık ortadan kaldırılacaktı. O şiirleri okuyoruz şimdi. Hiç de ahlak duygularımız "rencide" olmuyor! Ama o günlerde bir mahkeme başkanı, bir savcı o şiirleri mahkûm etmişti. Kimdi onlar? Kim biliyor adlarını? Dağlarca'nın dediği gibi "Ama nedir bilir misin - Beni senden güçlü kılan..."

Ya Dreyfus'un suçsuzluğuna inanan Emile Zola'nın yalnız Adalet önünde değil, çağının iktidarına, hatta halkın çoğunluğuna karşı tek başına giriştiği inanç savaşı.. "Suçlandırıyorum" yazısı ile Dreyfus Davası'ndaki yolsuzlukları Cumhurbaşkanı'na bildiren büyük yazar, duruşmada kendisine çatan bir generale şöyle karşılık vermişti:

"Fransa'ya hizmet etmenin çeşitli yolları vardır. Generale hatırlatmak isterim. Kılıçla olduğu gibi, kalemle de insan yurduna hizmet edebilir. General de Pellieux herhalde büyük zaferler kazanmış olmalıdır. Ben de kendi zaferlerimi kazandım. General Pellieux ile Emile Zola adlarından hangisinin yarına kalacağına gelecek kuşaklar karar verecek."




Bir yanda güçlü bir iktidar, polisi, jandarması, ordusu, aşırı milliyetçilik duygusuna kapılmış kalabalıkları... Öte yanda bir yazar. Gerçeğe inanan, gerçeği arayan bir insanın gücü, sadece yalana dayanan, yalanı kullanan yetkililerin silahlarından üstündür. Zola savunmasını şu sözlerle bitiriyordu:

"Beni yıkmak istiyorlar. Ama bir gün gelecek Fransa bugün şerefini kurtarmaya çalıştığım için bana teşekkür edecek."

Bugün elbette ki Emile Zola'nın adı var yaşayan. O generalleri, bakanları, polis müdürlerini, başkanları, savcıları anan, hatırlayan var mı?

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat,1968)







Merhaba!

28 Ekim 2024 Pazartesi

KEMALİST CUMHURİYET

 


ATTİLÂ İLHAN

1948'de Duvar'la başlattığı, Nâzım Hikmet'e "Duvar beni çok sevindirdi. Attilâ İlhan gayet soylu, özlü şair. Pek beğendim. Aşkolsun delikanlıya!" dedirten şairliğini ömrü boyunca sürdürdü Attilâ İlhan. Şiirle aşkı, siyaseti, özgürlüğü bütünleştirerek "Attilâ İlhan Şiiri"ni yarattı.

Bana bir şimşek çak
yolumu aydınlatacak 
gazi'nin gözlerinden
mavi bir şimşek
kuva-yı milliye mavisi
aynı emaneti taşımaktayım
'hürriyet ve istiklal benim karakterimdir'
çünkü hain sinsi ve korkak
aynı düşmana karşı savaşmaktayım.

1950'lerde Paris'teyken bir Fransız devrimci dostunun "...Devrim iyi hoş ya, sizin orda 1920 yılına doğru basbayağı antiemperyalist bir savaş verilmiş, Mustafa Kemal diye bir adam çıkmış, nedir bu adamın özelliği, bu savaşın ve devrimin özü" sorusu karşısında utandı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'le ilgili bildiklerinin okullarda öğretilenlerden öteye gitmediğini fark etti.
Kuvayı Milliye ve önderini öğrenmeye başladı. Mustafa Kemal hareketinin antiemperyalist nitelikleri açıkça belli olan bir ulusal demokratik devrim olduğu, Osmanlı ümmet toplumundan Türk ulus toplumuna geçişi öngören bir süreci başlattığı bilincine ulaştı.
(...)
Bu uyanıştan sonraki romanlarının kahramanları, belirli bir tarihsel yaşantı içinden çıkmış insanlar oldu ve Kurtlar Sofrası'nda Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştiren kuşak, "Kuvayı Milliye ruhu"nu arayan boyutuyla karşımıza çıktı. Romanın kahramanı Mahmud Ersoy, "Biz yarım kalmış bir inkılâbın çocuklarıyız" dedi.
(...)
Sosyalizmin kendini bulabilmesi için Kemalizmle arasındaki bağları koparması gerektiğini söyleyen kimi sol düşünüşlerin karşısında "Kemalizmin sosyalizme aykırı olmadığı"nı söyledi:
"Kemalizm tarih sahnesine bir halk kurtuluş hareketi olarak çıkar; radikal jacoben Cumhuriyetçiliği sonradan, laikliği daha da arkadan gelecektir.
Kim ki Kemalistliğini bu tarihi sacayağına oturtmaz, acaba ne kadar Kemalisttir.
Hele o antiemperyalist olmadan Atatürkçü geçinen sürüngen politikacı, hangi tarih mahkemesi önünde beraat edecektir, çok merak ederim."

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)


***


Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı. Şartlardan, ihtiyaçlardan, imkânlardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlıdan borca batık bir miras kalmış. O altın kuşağın iki gücü vardı sadece: Akıl ve yurtseverlik. Bu iki güçle yola çıktılar.
Mucizeler yarattılar.
Her şeyi başarabildiler mi? 15 yıla sığabilecek her şeyi çok fazlasıyla başardılar. Eksikleri tamamlamak sonraki kuşaklara düşerdi. Sonraki kuşaklar görevlerini yaptılar mı? Bunu duygusallığa, partizanlığa kapılmadan dürüstçe sorgulamamız gerek.


TURGUT ÖZAKMAN
(Cumhuriyet-Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi)


***


Devrim, insanın insan tarafından sömürülmesine son veren bir kavganın adıdır.

Ulusal bağımsızlık, bir devletin bir başka devlet tarafından sömürülmesini reddeden bir onurlu ortak bilinçtir.

Sosyalizm, bu ulusallığı ve sınıfsallığı iç içe taşıyan bir kuram, bir yaşam biçimi ve devlet yönetimidir.

"Emeği ile yaşayanların devlet yönetiminde söz sahibi olacakları bir düzeni savunuyorum. Kurtuluş Savaşı'mızın antiemperyalist bilincinden kaynaklanan Kemalist Devrimi ve emekçi halkımızın nasırlı elleriyle kuracağı bağımsız Türk sosyalizmini savunuyorum, var mı bir diyeceğiniz?"


UĞUR MUMCU
(Kemalizm ve Sosyalizm-TAYLAN ÖZBAY, telgrafhane yayınları)







EN BÜYÜK BAYRAM KUTLU OLSUN !

20 Ekim 2024 Pazar

AKROSTİŞ DEYİP GEÇME

 

Mülkiye Mektebi'nin 1950'li yıllardaki öğrencileri Cemal Süreya ve Sezai Karakoç, gönüllerini sınıf arkadaşları Muazzez Akkaya'ya kaptırdı.

Aynı zamanda yakın arkadaş olan, birbirlerine Akkaya'ya yazdıkları şiirleri okuyan iki büyük şair, genç kadın için kaybeden tarafın soy isminden bir harf eksilteceği iddiaya bile tutuştu.

Kim Muazzez'in gönlünü kazanırsa diğeri soy isminden sonsuza kadar bir harfi silecekti. Rivayet o ki iddiayı Cemal Süreyya kaybetti ve soy ismindeki "y" harfinden vazgeçti. Şair Karakoç ise Akkaya için edebiyatın en dokunaklı şiirlerinden, "Tek Gül" anlamına gelen "Mona Rosa"yı kaleme aldı.

Bu şiirde kıta başlarındaki harfler yan yana getirildiğinde "Muazzez Akkayam" akrostişi ortaya çıkıyordu. (A A)


Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. / Geyve'nin gülleri beyaz ve yatak.

Ulur aya karşı kirli çakallar, / Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.

Açma pencereni perdeleri çek, / Mona Rosa seni görmemeliyim.

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi, / Bende çıkar güneş aydınlığına.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar / Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Ellerin, ellerin ve parmakların / Bir nar çiçeğini eziyor gibi.

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. / Saat onikidir söndü lambalar.





***



İLHAN SELÇUK


Yıl 1971. 12 Mart dönemi. İlhan Selçuk, rejimi değiştirmeye kalktı gerekçesiyle gözaltına alınmış, işkence merkezi diye de bilinen sorgu merkezi Ziverbey Köşkü'ne götürülmüştür. İşkence altında ifadesi alınıyor...

İlhan Selçuk, malum yazı ustası. Türkçeye egemen, eleştirel oklarını sakınmayan bir dil ve zekâ cambazı. İfade verirken akrostiş yöntemini kullanma kararı alıyor. Ancak her cümlenin ilk harfini kullanırsa, askerler aptal değil, okumuş insanlar, anlayabilirler; her cümlenin sondan ikinci sözcüğünün baş harflerinden bir akrostiş oluşturuyor. Her tümcenin sondan ikinci sözcüğünün baş harfleri yan yana sıralandığında "İŞKENCE ALTINDAYIM" tümcesi çıkıyor.

İlhan Selçuk, daha sonra mahkemedeki savunmasında akrostiş yöntemini açıklayacak, ifadesinin işkence altında alındığını kanıtlayacak ve beraat edecekti.

(ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)






Merhaba!