29 Ocak 2023 Pazar

EDEBİYAT ASİDİR !

 

"Edebiyat, yaşamın anlatımından çok onun yorumlanmasıdır."

(ROBERT MUSIL)


***



AYLA KUTLU


  (...) Edebiyat, toplum ve insan için anlamlı olan her konuya yanıt arayan, yeterli yanıt bulmayı başaramadığı durumlarda bile, yaşama, topluma ve insan gerçeklerine yanıt verme amacıyla sorular üretebilen, devamında; ulaştığı insanın dünyasını büyütme yolunu açabilecek bir sanat dalı. Edebiyatçının insanın içsel dünyasıyla derinden bağ kurabilmesi de bu yapısal gücünden geliyor diye düşünürüm.
   En özgür sanat dalıdır edebiyat. Başlangıcı herkese açıktır: Bir kalem ile bir kağıttır tohumunu yeryüzüne savuran nesneler. 
   (...)
   Ve tüm sanat dalları gibi edebiyat da asidir.

   (AYLA KUTLU - Söyleşi: GÜLSEREN ENGİN / Cumhuriyet Kitap)  


***


"Sanatçının görevi, gerçeği nesnelliği ile ortaya koyarken kurtuluşu sezdirmek,
var olan düzenin sürekliliğinden insanları kuşkuya düşürmektir."

(ADALET AĞAOĞLU)


***


   "Kötü giden şeyleri bize büyük edebiyat gösterir. Shakespeare, Dostoyevski, büyük yazarlar gösterir. Bu da çok ama çok faydalıdır. Ama üzerine basarak söylüyorum, edebiyat eğer faydalı olmak istemiyorsa çok faydalıdır. Eğer faydalı olmak istiyorsa propaganda ve pedagojiye dönüşür ve faydalı olmayı bırakır. Edebiyatın temel büyük paradoksu budur."

(JAVIER CERCAS)


***


  (...) Bugün, dünyada her şeyin ama her şeyin bir çözülme, yıkılma sürecine girdiği, büyük paranın hizmetindeki teknolojik hızın hepimizi şaşkına döndürdüğü artık görünen bir gerçek:
  "...Hız ideolojisi küreselleşme kültürünün bir parçasıdır... Diğer parça da pop ideolojisidir. Bu ideolojiler dünyayı ikiye bölmüştür; seyredenler ve seyredilenler, büyük çoğunluk ve küçük azınlık. Bir sanatçı büyük panoramayı görmek, yaşanan kaosu tanımlamak durumundadır. Gerçek sanatçıya ve yazara düşen yaşamı yavaşlatmaktır." Kitaptan (HÜLYA SOYŞEKERCİ / Günışığı Demeti - Pagos Yayınları)
  Yani fındık fıstık yer gibi hızla tüketilebilen ve sonra unutuluveren metinler yazmak değil, diye vurgulamak istiyorum.
   (...)
  Edebiyat eğer bir sanat dalı olarak yaşayacaksa, yavaşlamaktan, dikkat ve yoğunlaşmadan, durup hissetmekten yana metinler kaleme alan yazarlar ve böyle metinler üstüne düşünmeye niyetli ve gönüllü okurlar sayesinde yaşayacaktır, yoksa magazinleşip sanat özelliğini yitirecektir...

   (ERENDİZ ATASÜ - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!
    

22 Ocak 2023 Pazar

HÜZÜN ZAMANI AĞIRLAŞTIRIR

  

 "Geçmiş, mahkûmu olmadığımız tek şeydir. 

Geçmişte dilediğimizi yapabiliriz. 

Yapamadığımız ise sonuçlarını değiştirmektir."



JOHN BERGER
(Fotoğraf: EMILIO NARANJO / epa)


***


   "Biliyor musun, zaman kelimesi ilk defa dört bin küsur yıl önce kullanılmış. Kökeni Akadlara kadar gider. Muhtemelen onlar da başka kültürlerden devraldılar. Zaman kelimesi çok ağır. Tıpkı tarih gibi. İnsanlar hep parçalara ayırarak hatırlamak istiyorlar bu yüzden. Yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye, olmadı mikro saniye falan. Ama iyi tarafı da var. Böyle parçalara, katmanlara böldüğümüz için basamak basamak geriye gidip, geçmişte yaşadıklarımızı sağaltabiliyoruz. Değiştiremiyoruz ama başka bir açıdan bakıp yaşadıklarımıza verdiğimiz anlamları yumuşatabiliyoruz. Zamanın, insanı olumsuz olaylardan uzaklaştırıp, iyileştiren bir gücü olduğunu düşünüyorum."

   (AYŞE ÖVÜR / Botter Apartmanı - Remzi Kitabevi)


***

 
  "Ah," dedi ve Paris Şarküteri'den içeri girer girmez İgal Moreno'yu ahşap sandalyelerden birinde biçare otururken buldu. Kendini, onun hemen yanındaki boş sandalyeye bıraktı. Diğerleri de çok geçmeden birer birer yerleştiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Şarküteriye gelen birkaç müşterinin sesi, dışarıdaki hayatın devam ettiğinin habercisiydi. Dışarıdaki zamanla içerideki zaman nasıl olur da böylesine farklı seyrederdi? Ya da devinimin içinde sarkaç misali salınan insanla durgunluğun ortasında kaskatı kesilen insan nasıl aynı zamana, çağa, devre ait olabilirdi? Çok uzakta değil, hemen şuradaki caddede akıp giden saatlerde Paris Şarküteri'nin ahşap masa ve sandalyelerine, porselen fincanlarına, duvardaki kocaman aynasına asılı kalmış dakikaların aynı sürekliliğin bir parçası olduğuna kim inanırdı, bunu dile getirmeye kim cesaret edebilirdi? Az önce neşeyle içeri giren ihtiyar adam bile Madam Bonnet ile sohbeti bir an için bıraksa, masanın etrafına dizilmiş han sakinlerine baksa burada zamanın durduğunu, İgal Moreno ve Lena'nın bedenlerini ele geçirmiş hüzünden pekâlâ anlayabilirdi. Kendi varlığının ait olduğu zaman ile onların içinden geçip gittiği zamanın farklı bir ritimle aktığını görebilirdi. Çünkü hüzün zamanı ağırlaştırır, onu insanın içine işleyen, eşyanın üzerine sinen bir varlığa dönüştürürdü. İyice ağırlaşmış ve akmaya mecali kalmamış zaman ise hüznü katılaştırıp belirgin hale getirir, gözle görülür, elle tutulur kılardı.

    (BAŞAK BAYSALLI - Sarkaç / Everest Yayınları)   


***


"Her şeye rağmen şimdiye dek yaşadıklarımıza, bildiğimize tutunmaya çalışıyoruz, 
geçmişimizden başka bir şeyimiz yok. Tutunacak başka bir şey yok."

(ÖMER F. OYAL / Gemide Yer Yok - Yapı Kredi Yayınları)


***


"Geçmişin bize iyi gelmesi belki de gelecekten korktuğumuzdandır."

(FARUK DUMAN / Sus Barbatus! 1 - Yapı Kredi Yayınları)






Merhaba!

14 Ocak 2023 Cumartesi

BENİ BEKLEME KAPTAN

                                   Hiroşima'da öleli                                      

oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım,

büyümez ölü çocuklar.


Saçlarım tutuştu önce,

gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim,

külüm havaya savruldu.



  Nâzım'ın son günlerinde Vera, Merkez Çocuk Tiyatrosu'nun isteğiyle bir oyun yazmaktadır. Oyunun adı "Turnalar"dır. Aslında ilk başta Nâzım'dan isterler bu oyunu. Ancak Nâzım bu işi Vera'ya bırakır. Vera, Hiroşima'da külü havaya savrulan kız çocuğunu okuya okuya yazmaya çalışır oyunu. Ve çocukların bin turnası bir çocuğu diriltecektir. İnanç bu... Kâğıttan turnalar uçururlar, anka gibi küllerinden doğacak çocuklar için.
   Acının alkışlarına bıraktığımız 3 Haziran'dan yirmi gün sonra Hiroşima Kâğıt Turnalar Derneği'nden Nâzım'ın mezarına bin tane turna kuşu uçar.

    (BERFİN ŞENGİL - BirGün Gazetesi)


***


   (ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)

  Yıl 1992. Nâzım Hikmet Kültür Sanat Vakfı olarak, şairin 90. yaş günü kutlamaları için kolları sıvamışız, tüm hazırlıklar tamamlanmış. Paneller, açıkoturumlar, şiir, müzik geceleri vb...
  Bir akşam evimdeyim. Telefon çaldı. San Fransisco'dan Joan Baez arıyor. Sohbet ediyoruz. Şu sıralar ne yapıyorsun deyince, ben de Nâzım Hikmet kutlamaları için hazırlıkları anlatmaya başladım. Zaten şairin İngilizce tüm şiirlerini okuduğunu ve ona hayranlığını biliyorum... Genco Erkal ve Zülfü Livaneli'li geceden söz edince çok heyecanlandı. Gülerek "Ben de geleyim" dedi. 
    Ben daha çok güldüm. "İmkânsız" dedim, "Vakfın çok az parası var, sana konser kaşesi ödeyemeyiz."
    Çok bozuldu. "Senden kaşe isteyen mi oldu! Ne ayıp!" dedi.
   "Uçak bileti de alamayız" deyince, "Ben kendim alırım" deyiverdi...
  "Ama hiç paramız yok, otel odası da tutamayız" dediğimde ise "Evinde yere bir şilte de mi atamazsın!" diye şakacıktan öfkelendi.
   Sonra her sözcüğün üzerine basarak şöyle dedi: "Bak yanlış anlama, oraya gelip sizlerle Nâzım'ın yaş gününü kutlarsam, kendime bir yaş günü hediyesi yapmış olacağım." (Onun yaş günü 9 Ocak)
    Uzatmayayım: Uçak biletini aldı, coşkusunu, sevincini aldı, bir de gitarını aldı ve İstanbul'a geliverdi.
  Bütün kutlamalara katıldı. Nâzım'ın dostlarıyla tanıştı. Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi Vera'yla bol bol birbirlerine sarılıp ağlaştılar.


ZEYNEP ORAL & JOAN BAEZ


   Her 15 Ocak'ta Sarıyer Belediyesi'nin organizasyonuyla, Nâzım Hikmet dostları Tarabya Oteli'nin önünden, Boğaz'a karanfiller bırakır. Artık gelenekselleşmiş bir törendir bu... Nâzım Hikmet'in 17 Haziran 1951'de, Refik Erduran'ın kullandığı küçük bir deniz motoruna atlayarak İstanbul'dan ayrıldığı yerde, karanfiller Boğaz sularına kapılıp gider...
     İşte yine o törendeydik. Joan Baez, suda uzaklaşan karanfillere baktı baktı, "Her karanfil, sizin büyük şairinizin bir dizesi sanki... Buradan yola çıkıp her zerresi kim bilir nerelere uzanacak" dedi.
   Öyleydi. Sonra denize ulaşamamış, kıyıda taşa takılmış bir karanfili gördü. Canı sıkıldı. "Bak, o hangi şiir biliyor musun?" dedim ve "Mavi Liman" şiirini ona söyleyiverdim:


Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

Seyir defterini başkası yazsın.

Kubbeli, çınarlı mavi bir liman.

Beni o limana çıkaramazsın...






Merhaba!
       

8 Ocak 2023 Pazar

ALBERT CAMUS

 

   "Saçma kavramından üç sonuç çıkarıyorum: Başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum. Ölüme daveti, bilincim sayesinde bir yaşam kuralına dönüştürüyor ve intiharı reddediyorum." Albert Camus'nün tüm yaşamı ve eserleri bu temel ilke üzerine kuruludur.


  Sisifos Söyleni adlı denemesinde "saçma" kavramını irdeler: Tanrılar, kendilerine karşı gelen Sisifos'u koca bir kayayı dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûm etmişti. Taş kendi ağırlığıyla aşağıya yuvarlandığında, Sisifos da aşağı inerek yeniden başlamak zorundaydı. 
   Sisifos, tüm çabalarımızın boş olduğunu, hayatın bir anlamı olmadığını gösterir. Ancak yaşadığı yerden başka bir dünya olmadığını, "mutluluk ve absürt kavramlarının aynı toprağın iki oğlu" olduğunu öğrenmiştir. Kan ter içinde ama sızlanmadan yuvarlar önündeki koca taşı.
   İşte bu nedenle dünyayla uzlaşabilir çünkü tepeye ulaşmak imkânsız olsa bile, "salt zirvelere doğru mücadelenin insan kalbini doldurmaya yeter olduğunu" kavramıştır. Bu yüzden evren her ne kadar anlamsız olsa da intihar bir çözüm değildir.
   (...)
   Esas ilke şudur: Her şeye rağmen yaşamak, yoldan çıkmadan, kayamızı yuvarlamaktan korkmadan, sonuna kadar, yaşayabildiğimiz kadar yaşamak. İşte bu yüzden "Sisifos'u mutlu hayal etmeliyiz".
   (...)
  Camus'nün Paris'te verdiği bir konferansta telaffuz ettiği şu sözleri hatırlayalım: "Nefes almamıza yardım eden, varlığını ve özgürlüğünü ancak her bireyin özgürlüğünde ve mutluluğunda bulan bir insan soyu vardır. Bu yüzden yenilgilerde bile yaşamak ve sevmek için nedenler bulurlar. Onlar yenilseler dahi asla yalnız kalmayacaklardır."  


   "Günümüzde de insanlığın vicdanını zorlayan sorunlara ışık tutan" eserleri nedeniyle 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldükten üç yıl sonra, bir trafik kazasında öldüğünde Albert Camus 46 yaşındaydı.
   İlginçtir ki, ölümünü çevreleyen tuhaf ayrıntılar aracılığıyla bile "saçma" felsefesine somut bir örnek teşkil etmiş gibidir. 
  Yaşamının son yılında dostlarıyla sohbetlerinde, en anlamsız ölüm şeklinin trafik kazası olduğunu çok kez yinelemişti. Üstelik ölümünden iki hafta önce büyük aşkı Maria Casarés'le son görüşmesinde birden "Bir gün artık görüşemeyeceğimizi düşünmüş müydün hiç? Ben asla!" demiş ve gözünden yaşlar boşanmıştı. (Çok şaşıran Casarés, bu sözleri sonradan bir önsezi olarak yorumlamıştır.) Kaza sonrası ölüm belgesini dolduran görevliyle soyadları aynı çıkar: Dr. Marcel Camus! Ve ölünün paltosunun cebinde bir tren bileti bulunur:
   Camus, Güney Fransa'dan Paris'e trenle dönmeyi planlamışken ziyaretine gelen editör dostu Gallimard'ın ısrarı üzerine onun kullandığı arabayla dönmeyi tercih etmiştir. Çantasından ise Birinci Dünya Savaşı'nda ölen ve hiç tanıyamadığı babasının izini sürdüğü otobiyografik romanın el yazmaları çıkar.
  İlk Adam adını verdiği bu kitap kaderin bir cilvesi gibi son yapıtı olacaktı. Kaldırıldığı morgda, yazar dostu Emmanuel Roblés, Camus'nün yüzünü son kez görmek ister: "Çıplak bir lambanın ışığı altında, çok yorgun bir uykuda gibiydi" der ve ekler: "Alnında uzun bir çizik vardı, bir sayfanın altındaki son çizgi, bizzat ölümün imzası gibi..."  

    (FERDA FİDAN - Cumhuriyet Kitap)





Merhaba!

1 Ocak 2023 Pazar

YAZAR HÂLLERİ


"Gözlemcilik, değerli olanı göz alıcı olandan ayırt edebilmektir."

ÖMER F. OYAL
(Zamanın Lekeleri)


***


   (...) Yazmak için ne gerekiyor derseniz; tutku derim ilkten. Sonra merak, sonra dünyayı dost edinmek; insanı anlamak... Her biri bir yolculuktur aslında. Yaşamın size sunabildiklerini algı ve duyularınızın imbiğinden geçirerek yazıyorsunuz. Elbette ki size bu ivmeyi taşıyan birçok neden var. Ama hayata karşı duruşunuz, yaşama sevginiz her şeyin başı. Kaleminizin gölgesi kâğıda dokunduğunda anlatacaklarınız insanın insanda çoğalan sesi olacaktır bir süre sonra. 
    (...) 
  Yazmak, farkına vararak görmektir; ayırdında olmak, ayırarak sezmek, sezgileriyle de o ayrı olanların neden niçinlerini sorgulamaktır. Bu, bir yeti midir? Evet!..

   (FERİDUN ANDAÇ - Cumhuriyet Kitap)


***



NAZLI ERAY


    Yazın dünyasına nasıl adım attınız? Her şey nasıl başladı? Neden yazma eylemini seçtiniz?

    Çok eskilere dayanır... Fakat ben seçmedim. İlk öyküm uçan kapıcı Mösyö Hristo'yu yazdığımda ortaokul üçüncü sınıf öğrencisiydim. İstanbul'da, Şişhane yokuşunda, annem babamla Saadet Apartmanı'nda otururken yazdım.
  Saadet Apartmanı kapıcısı Hristo'nun güvercin olup Pera'nın üzerinde dolaşarak yaşamının muhasebesini yapmasını, özgürlüğü tartmasını, 12 saatlik bir zaman diliminde yaşadıklarını yazdım. Daha önce hiç öykü yazmamıştım. 
   Güneşin az girdiği bir evde oturuyorduk. O zamanlar dünya hem çok küçük hem çok büyüktü. Bir tek bakalit telefonlar var, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi yapıtlar yok, televizyon yok. Sadece  Fransa'da Jean Paul Sartre, Albert Camus, Luis Buñuel gibi insanlar gerçeküstücülüğün temellerini atıyorlar ama Türkiye'de hiç bilinmiyor, ben hiç bilmiyorum. 
   Ama çok okuyan bir çocuktum ve kendimden çok emindim. Hristo'yu hissetmiştim, yazdığım öyküyü beğendim, sonra imza attım altına, katladım, zarfladım, okula koştum, edebiyat kulübünün kapısından zarfı attım. Edebiyat kulübüne alınmamıştım daha önce. Kayda değer biri olarak görülmüyordum. Yazdığım bu öyküyle keşfedilmeyi bekledim. Bir kere bu bile çok fantastik bir şey. 
  Sonra aklıma şu geldi: "Öyküyü okuyanlar, 'Yahu bir adam güvercin olup uçar mı?' diye düşünüp ya bana deli derlerse?" Çünkü o zamanlar ne büyülü gerçekçilik var ne fantastik öykü...
   Derken telefon çaldı, edebiyat kulübüne tesadüfen girmişler, zarfı görmüşler ve okumuşlar. Beni okula çağırdılar. Öğretmenler, öğrenciler beni tebrik etti, sonra da beni edebiyat kulübüne üye yaptılar. Sonra beni bir maroken koltuğa oturttular, tebrik etmeye devam ettiler. O koltukta yazar olduğumu anladım. 

   Yazdığınız ilk öykü büyülü gerçekçi. Büyülü gerçekçilikle nasıl tanıştığınızı sorayım.

   Ben dünyayı bir prizmadan görüyorum. Bu prizma zaten büyülü gerçekçilik. Örneğin, arkadaşlarım arasında en durağan hayat benim hayatım olmasına karşın çocuk kitaplarında çocukluğumu anlatırken olağanüstü, mutlu, büyülü bir çocukluk anlattım. Böyle bir çocukluğu öyle hissetmek, öyle görmek ve öyle yazmak işte bu büyülü gerçekçilik. Hayatı başka açıdan görüp, hissedip yazmak...
   Şöyle ilginç bir şey anlatayım: Ben bir çırpıda kitap yazabiliyorum. Türkçe öğretmenim sert bir kadındı. Bir gün kompozisyon konusu verdi. Ben arkada arkadaşımla konuşuyordum. Beni işaret edip "Sen oku" dedi. Elime kâğıdı aldım, bomboş. O an kendi kafamda yazdığım bir kompozisyon okudum, öğretmenin gözleri doldu. "Çocuklar bakın neler yazmış, hayretler içinde kaldım. Tekrar oku tüm sınıf duysun" dedi. Fakat kâğıtta bir şey yazmıyor ki. Bu yüzden sıfır almıştım...

    (NAZLI ERAY - Söyleşi: MEHMET S. AMAN / Cumhuriyet Kitap)    


***


   20. yüzyıl Alman tiyatrosunun en önemli ve etkileyici tiyatro adamı ve lirik şairi Bertolt Brecht'in daha okul yıllarında yazılı çalışmalarında Goethe'den alıntılar yaptığı bilinir. Öğretmenlerinin bütün Goethe sözlerini tanımadığına inandığı için de kimi çalışmasında kendi görüşlerini kullanırdı. Öğretmenleri de bunu fark etmez, öğrenci Bertolt'un Goethe'den alıntı yaptığına inanırdı.

   (AHMET ARPAD - Cumhuriyet Kitap)


***

  

JOSÉ SARAMAGO


   Lizbon devlet hastanelerinin idari kısmında düşük bir maaşla kıt kanaat geçinen bir "işçi" olan Saramago'nun 1947 yılında önce kızı doğacak sonra ilk romanı yayımlanacaktı. Taşrada yaşadığı dönemde birkaç ağaç da diktiği için kendi ifadesiyle hayatta yapacak bir şeyi kalmamış gibidir... Çünkü Portekiz'de yaygın bir deyişe göre hayatta üç şeyi yapmadan ölmemelidir: Evlat sahibi olmak, ağaç dikmek ve kitap yazmak.

   (EGEMEN BÜYÜKCAN - Cumhuriyet Kitap)


***




   Amerikan edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen ve yaşamını geçirdiği yerlere öykülerinde yer veren Mark Twain, 1857 yılında bir süre kılavuz yardımcısı olarak Mississippi Irmağı'nda gelip giden bir buharlı gemide çalıştı. 
  Kaptanlık sınavlarına hazırlık için çalıştı; nehrin her yerini öğrenmesi iki yılını aldı. Çok iyi öğrendiği bu yerler romanlarının mekânını oluşturdu. 24 yaşında kaptanlık ehliyetini aldı ve Amerikan İç Savaşı çıkıp nehir gezileri yasaklanana kadar nehirde kaptanlık yaptı. 
  Yapıtlarında Mississippi Irmağı kıyısındaki yaşamı ve farklı sınıflardan insanları betimledi. Toplumsal gerçekleri mizahi bir dille ustaca yazıya geçirdi. Bu gemide ve Mississippi Irmağı kenarında geçirdiği zamanların birçok eseri için ilham kaynağı meydana getirdiği kabul edilir. 
  Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan Amerikalı yazar, öykülerinde ırmakta gemilerin seyredebilmesi için gerekli derinliği belirten ve "iki kulaçlık derinlik" anlamına gelen bir gemici terimi olan Mark Twain takma adını kullandı. 
   Halley kuyruklu yıldızının dünyaya geldiği 1835 yılında Missouri eyaletinin Florida şehrinde doğdu ve 1900 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide kuyruklu yıldızın bir dahaki gelişinde, 1910'da ölmesinin iyi olacağını söylemişti, öyle de oldu! Halley kuyruklu yıldızının dünyanın yanı başından geçişinin ertesi günü öldü. 

   (Cumhuriyet Gazetesi)






Merhaba!