23 Nisan 2016 Cumartesi

GELECEK ÇOCUKLARIN




   İranlı şair akademisyen Prof. Dr. Asgar Ferdi anlatıyor:


   Nazım Hikmet'le tanışmam İran'ın meşhur yazarı Samed Behrengi'nin bir çocuk kitabı aracılığıyla oldu. Behrengi kitabında Nazım'ın bir şiirini tercüme ederek yayımlamış, ben oradan okudum ve çok beğendim. Çocuktum ama çok sevdim. Acaba bunun aslını bulabilir miyim diye de araştırmaya girdim. Nazım aşkıyla Türkçeye merak sardım. 12 yaşındaydım. Sonra Nazım'ın şiirleri basıldı İran'da. Türkiye'de hukuk okumuş olan, Onat Kutlar'ın da yakın arkadaşı Celâl Husrevşahi ile en büyük çevirmen Rıza Seyit Hüseyni ortak çalışmayla " Güneşi İçenlerin Türküsü" nü kitaplaştırdılar. Onu okumuştum. Sonra Nazım'ın diğer kitaplarının peşine düştüm.
   Türkiye'den kamyon şoförleri gelip giderdi Tebriz'e, mal getirip götürürlerdi. Tebriz'deki buğday silosunun önünde uzun kuyruklar halinde beklerlerdi, onları görürdüm. O şoförlerden yardım isteyerek getirtebileceğimi düşündüm kitapları. Bir kış günüydü. Şoförler sıralarını beklerken ateş yakmış, ısınıyorlardı. Nazım'ın kitaplarını okumak istediğimi ve parasını vererek getirtmek istediğimi söyledim. Hiç unutmuyorum, şoförler bana bir çıkıştı. " Vay sen o vatansız komünistin kitaplarını nasıl istersin. Nasıl Türksün? " diye... Küfür bile ettiler. Sonradan anladım ki bunlar sağcı... Nazım'ı da sevmiyorlar. Canım sıkılarak ve şaşkınlık içinde onların yanından ayrılırken, biraz ileriye gitmiştim ki birisi arkadan ıslık çalarak beni durdurdu ve yanıma geldi. Sessizce beni kamyonun arkasına çekti ve " Sen Nazım'ı nereden tanıyorsun? " dedi. Ben de şiirlerini okumak istiyorum dedim. Adının Murat olduğunu söyledi ve " Ben sana bulurum " dedi, telefonumu aldı. Heyecanla evin yolunu tuttum. Para vermek istedim almadı, " Gelince ararım " dedi. Neredeyse bir yıl geçti haber çıkmadı. Tam ümidimi kesmiştim ki bir telefon geldi ve kitapları getirdiğini söyledi. Çok heyecanlandım, hemen onun bulunduğu yere koştum. 
   Oturduk. Merakla çıkarıp kitapları vermesini bekliyorum... İlk sözü " Bana bir çay ısmarlar mısın, anlatacaklarım var " oldu. Memnuniyetle diyerek bir kahvehaneye götürdüm. Oturduk konuştuk. Elinde de benim kitapların paketi... Merakla anlatacaklarını dinlemeye başladım. Anlattıkça da şaşkınlığım arttı.
   " Senin kitabını İstanbul'da kitabevlerini tek tek gezerek sordum, bulamadım. Gittiğim bir kitabevinde durumu anlattım, telefon numaramı aldılar, bulacaklarını söylediler. Bir gün sonra aradılar, 'Kitaplar hazır gel al' dediler. Ertesi gün gittiğimde daha kapıdan girer girmez polisler gözaltına aldı. Neye uğradığımı şaşırdım. Karakola götürüp sorguladılar. Bana durmadan 'Sen bunları nereye götürüyorsun. Kimlerle temastasın. Yabancılarla mı, hangi örgüte bağlısın? diye soruyorlardı. 
   'Abi ne örgütü, TIR şoförüyüm. İran'dan birisi rica etti, ben de ona götürüyordum' diyorum, onlar da 'TIR şoföründe Nazım Hikmet'in toplu kitapları ne arıyor. Bunların yasak olduğunu bilmiyor musun?' diyorlar. Ne desem kâr etmiyor. İlla beni bir yerle ilişkilendirecekler. 
   Mahkemeye çıkana kadar üç ay tutuklu olarak Bayrampaşa Cezaevi'nde  yatmış. Hale bak... Benim yüzümden başı belaya girmiş, haberim yok. Şaşırdım kaldım. 13 yaşındayım, ne diyeceğimi bilemiyorum... Yıl 1976.
   Bizim şoför ahdetmiş, bu kitapları illa bulacak... Bu arada cezaevinde de solcu olmuş. Duymuş ki bu kitaplar Bulgaristan'da bulunur. Ambardan özellikle Bulgaristan'a yük almış. Oraya gitmiş. Sormuş soruşturmuş dört gün bunun için uğraşmış ve sonunda yedi cilt kitabı bulmuş. " Çocuğa söz verdik yerine getirelim " diye...
   Başına gelenlerden sonra olur da Türkiye'de kamyonu aranır diye, kitapları plastik torbayla sıkıca sarıp sarmalıyor, arabanın altında bir yere de zulalıyor. Sonra Türkiye'den Tebriz'e yük bularak geliyor.
Murat Can... 30 yaşındaydı o zaman. Sonra çok sıkı dost olduk. Her gelişinde görüştük. Tebriz'in her yerini gezdirerek borcumu ödemeye çalıştım. Gerçekten kahraman bir adam. Düşünebiliyor musunuz? Bir çocuğa söz verdim diye başına gelmedik kalmıyor ve inat edip kitapları alıp bana getiriyor...(ERCAN DOLAPÇI -  Aydınlık Gazetesi) 








İnsanlar sizi çağırıyorum:
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.

NAZIM HİKMET










   " O günler aklıma geldikçe hep gülümserim. Mutlu olmak için çok şeye sahip olmanın gerekmediği zamanlarda çocuktum ben. Şimdiki gibi değil! Bugün insanlar, başkalarının sahip olup, kendilerinde olmayanlar yüzünden inanılmaz mutsuzlar. Bizim de pek bir şeyimiz yoktu. Zaten o zamanların Yugoslavya'sında kimse zengin değildi. Annem, babam, kardeşim, büyükannem ve ben kooperatif bloklarında yaşıyorduk. Ne yüzme havuzuna ücret öderdik, ne basketbol sahasına. Belki de bunlar mutlu bir çocukluk geçirmemin nedenleriydi, çünkü hep birilerinin bizi sevip kolladığına inanmıştım."

SLAVEN BİLİC 










" Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin varlığı, şerefi için çalışmakla bulunabilir..."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK










Merhaba!

17 Nisan 2016 Pazar

GERÇEK DEMOKRASİ






   İsmail Hakkı Tonguç'a göre, köy insanı yüzyıllardan beri ezilmiş ve geri bırakılmıştır. Halk egemenliğine dayanmayan imparatorluk düzeni, köylülere devlet yönetimine katılma hakkı tanımamıştır. Cumhuriyet rejimini gerçek bir halk egemenliğine dayandırabilmek için de insanları bir siyasal bilince kavuşturmak gerekir. Köyü kalkındırmak yetmez. Onun rejime sahip çıkması, daha demokratik özlemlere sahip olması onu "canlandırmak"la mümkün olur. Tonguç şöyle diyor:
   Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki bir surette 'köy kalkınması' değil manalı ve şuurlu bir şekilde köyün içten canlandırılmasıdır. Köyü öylesine canlandırmalı ve şuurlandırmalı ki, hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi, her zaman haklarına kavuşabilsinler...Köy meselesi bu demektir. (Canlandırılacak Köy,1939)








"Köy Enstitüleri, Kurtuluş Savaşı'nın eğitim kesiminde sürdürümüdür. İkinci Kuvay-ı Milliyedir."

MEHMET BAŞARAN





   Kurulduğu tarih olan 17 Nisan 1940 ile 1946 yılları arasında Köy Enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Köy Enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek olmak üzere toplam 17. 251 köy öğretmeni yetişmişti. 







   Köy Enstitüleri ile ilgili en ciddi araştırmalardan birini gerçekleştirmiş olan Fay Kirby, Köy Enstitüleri için şunları söyler:
   "Batı uygarlığını anlama, öte yandan bu uygarlığa geçiş yollarını Türk toplumunun kendi gereksinimlerine göre bulma düşününün bir utkusu olmuştur... Hiçbir ülkenin başaramadığı bir eserdir."








    Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Daha sonra Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülen enstitüler Demokrat Parti döneminde 17 Ocak 1954'te kapatılmıştır. 


   




   Müjdat Gezen'in Cumhuriyet Gazetesindeki röportajından:

   Aziz Nesin'in bir öyküsü var. Bir Amerikalı arkeolog son gün arkeolojik kazılar yaptığı bir köy evinde kalıyor. Köylünün bir tane tavuğu var onu kesmiş, ekmek, yoğurt ikram etmiş. Sabun kokan çarşaf sermiş.
   Arkeolog da 'Geleneksel Türk misafirperverliği bu işte, ne güzel bir milletsiniz' demiş. Sonra da 'tuvalet nerede' diye sormuş. Köylü açmış kapıyı tarlayı göstermiş 'git oraya yap' demiş. Adam da 'siz gerçekten çok güzel insanlarsınız, değişik milletsiniz, seviyorum sizi, ama sizde her şey var bir tek organizasyon yok' demiş. Köylü de 'Bey, o senin dediğin bizde olsaydı eğer, sen gelip bizim değil, biz gelip babanın toprağına sıçardık' demiş.
   



   
    

Merhaba!

10 Nisan 2016 Pazar

KÜBA VE ÜTOPYA




   Bu kadar merak etmeleri anlaşılabilir, çünkü Küba hiç ABD'ye benzemiyor. Obama devlet başkanlarının basın toplantısında insan haklarından bahsetmeye kalkınca Raul tarafından azarlandı, elini sahtekarca omzuna atmayı denediğinde Raul o kolu öyle bir yakaladı ki Obama'nın eli uzun bir süre ölü martılar gibi havada sallandı durdu.




   Gerçekten bir ABD başkanının uyduruktan da olsa "insan haklarından" bahsedebileceği son yer Küba. Bunun nedenini, Sol Haber okuru Küba'yı zaten çok iyi bildiği için ABD'de arayacağım.
   Amerikalıların toplumsal eşitsizliklerin boyutunu bilmedikleri ve farkına varmaları durumunda isyan edecekleri söyleniyor. Bir araştırmada Amerikalılara bir çalışan ile CEO arasında kaç kat ücret farkı var ve sizce ideali ne olmalı diye soruluyor, yanıt olan 30 kat ve ideali 7 kat. Oysa gerçek 354 katmış.
   Sosyalizmde de bir sosyal motivasyon olarak ücret makası kullanılır, ama bu bir çok örnekte 2 katı bile aşmaz. Ayrıca bu farkın kaynağı diğer emekçilerin sömürülmesi değildir.
   50 milyona yakın Amerikalı yoksulluk içinde yaşıyor ve Kübalıların bütün kısıtlarına rağmen bilmedikleri şey ABD'de çok doğal: 1,5 milyon civarında insanın evi yok, sokakta veya bir arabada yatıyor. Bir çalışma; insanların % 62'sinin acil bir durumda harcamak için bir kenarda biriktirilmiş 500 dolarının olmadığını ve her an insanların evsizlerin durumuna düşebileceğini bildiriyor.
   Yine Kübalıların hiç anlayamayacakları bir konu, 48 milyon ABD vatandaşının hiçbir sağlık güvencesinin olmaması. Sağlık hizmeti Küba'da her vatandaşın doğuştan kazandığı bir hak olduğu için, bunun ticareti ve giderek artan güvencesiz insan sayısı akla sığmayacak bir "insan hakkı" ihlali olarak ortaya çıkıyor. (ERHAN NALÇACI-soL Haber)




FİDEL CASTRO


   ABD Başkanı Barack Obama'nın Küba ziyaretinin ardından, Fidel Castro ziyaretle ilgili 1500 kelimelik uzun bir mektup kaleme aldı.
   Casto "Kardeş Obama" başlıklı yazıda Küba'nın "onurlu ve özverili" bir ülke olduğunu belirterek "Küba halkı eğitim, bilim ve kültürel gelişmelerle elde edilmiş zaferlerden, haklardan ve manevi zenginliklerden asla vazgeçmeyecektir" ifadelerini kullandı.
   "İmparatorluğun bize bir şey hediye etmesine muhtaç değiliz. Bizim çabalarımız yasal ve barışçı yollardan olacaktır. Çünkü bu bizim, gezegen üzerinde yaşayan tüm insanların barış ve kardeşliğine karşı olan sorumluluğumuzdur" diyen Castro, Küba halkının sahip olduğu güç ve zekası ile "gıda ve maddi zenginlik üretecek kapasiteye sahip" olduğunu vurguladı.
   89 yaşındaki devrimci lider, Obama'nın Havana Gran Teatro'da yaptığı konuşmada "geçmişi unutup geleceğe bakalım" sözlerini de "allı pullu sözler" olarak nitelendirerek ABD Başkanı'ndan Kübalılar ve Amerikalılar hakkında "arkadaş, aile ve komşu" gibi sözler duyan Kübalıların "kalp krizi geçirme" riskiyle karşı karşıya kaldıklarını yazdı.
   Obama'nın konuşmasında Küba ve ABD'nin afroamerikan kökenlerine yaptığı vurguyu da eleştiren Fidel Castro "Yerli halklar Obama'nın havasında hiçbir yer tutmuyor. Irk ayrımcılığının Devrimle birlikte süpürülüp yok edildiğine dair tek bir laf etmedi. Sayın Obama daha on yaşını bile doldurmadan tüm Kübalıların çalışma ve emeklilik hakları ilan edilmişti. Siyah vatandaşların eğlence ve kamusal alanlardan men edilmesi için haydut tutulması gibi iğrenç ve ırkçı burjuva alışkanlığı Küba Devrimince bu topraklardan süpürülmüştü" dedi.  (BirGün Gazetesi) 







    



   (!) İyi eğitilmiş insanlara birkaç yasa yettiği için, pek az sayıda yasa vardır Utopia'da. Utopialıların başka uluslarda en çok ayıpladıkları şeylerden biri, sayısız hukuk kitabının ve yorumların bile yetmeyişidir. Bir insanın, ya okumayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Ütopialılar. Bundan başka hukuk işlerini kurnazca ele alan, hilelere başvurarak tartışan avukatların, noterlerin, dava vekillerinin yeri yoktur Ütopia'da. Herkesin kendi davasını savunmasını, avukatın söyleyeceklerini doğrudan doğruya yargıca söylemesini daha doğru bulurlar. Yargıç, hiçbir avukattan yalan söylemeyi öğrenmemiş bu adamların sözlerini aklıyla tartar; safları, düzenbazların kötü niyetli ve kurnazca dolaplarından korur.
   Uzun süre önce Ütopialıların yardımıyla baskıdan kurtulan, hiç kimseye boyun eğmeden özgür yaşayan komşu ülkelerin halkı, Ütopialıların hukuk işlerindeki ustalığını bilirler. Onlardan, bazen bir yıl bazen de beş yıl için yönetici ve yargıç alırlar. Bir yargıcın çalışma süresi bitince; şerefler ve ödüller bağışlayarak, onu Ütopia'ya geri götürüp, bir yenisini alırlar yerine. Bu sayede komşu ülkelerin kendi devlet işlerini çok akıllıca düzenledikleri su götürmez. Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da, o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Ütopialılar, bir süre sonra kendi ülkelerine döneceklerini, orada paranın hiçbir değeri olmadığını bildikleri için, rüşvet alıp namus yolundan şaşmazlar. O ülkede yabancı oldukları, halkı tanımadıklar için, ne kimseyi kayırırlar, ne de kimseye kötü niyet gösterirler. Oysa bu iki şey, yani yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir. (Özet : Dertsiz Başım Azıcık Aşım)

 THOMAS MORE
(Ütopia)





    



Merhaba!
        

3 Nisan 2016 Pazar

BOSNALI KIZ





   İnsanların tarihlerini yazmaya başladıkları çağda dünyanın bütün nüfusu,
 20. yüzyıl savaşlarında öldürülen insanların sayısından daha azdı. 
Uygarlığı tanımladık. 
Ama uygar olamadık.

(DOĞAN KUBAN - Cumhuriyet Gazetesi)









   Šejla Kamerić'in kendi portresi üzerine yerleştirdiği orijinal grafiti Hollandalı bir asker tarafından 1994/95'te Srebrenica'daki kışlanın duvarına yazılmış: "DİŞSİZ...? BIYIKLI...? LEŞ GİBİ KOKUYO...? BOSNALI KIZ!" (İmla hataları askere ait). BM Koruma Gücü'ne bağlı olarak Bosna-Hersek'te bulunan Hollanda Kraliyet Ordusu birlikleri oradaki sivil halkı korumakla yükümlüydü. Ama korumakla görevli oldukları insanlara acımasız bir biçimde yaklaştılar. Srebrenica çevresindeki ilk toplu mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Fohde, "Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikayesi ile büyümesine hiç gerek yoktu" derken eleştirdiği tam da bu tavırdı. (FATMA BATUKAN BELGE - Aydınlık Gazetesi)








   6 Nisan 1992'de başlayan ve 1.425 gün süren Saraybosna kuşatmasında ölen 11.541 kişi için kuşatmanın 20. yıldönümünde Saraybosna'da "Kırmızı Hat" ismi verilen bir etkinlik düzenlendi. Kentin merkezindeki Mareşal Tito Caddesi'nde sıralanan 11.541 sandalyeyle kuşatma sırasında öldürülmüş olan Saraybosnalılar anıldı.
  Savaşta hayatını kaybetmiş 1.600 çocuk anısına, 1.600 tane de küçük kırmızı sandalye vardı. Diğer sandalyelerden daha küçük olan bu minik kırmızı sandalyeler, "kırmızı hat"tın en ağır sandalyeleriydi. Ölen çocuklar, savaşın en ağır cesetleriydi. (ÖZGÜR DİRİM ÖZKAN - soL Portal)












Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

NÂZIM HİKMET









Merhaba!