31 Ocak 2016 Pazar

BU KALP SENİ UNUTUR MU?


"Kimi ölümlerle dünyadan bir kişi eksilmez; yaşamın renkleri solar."

TANJU CILIZOĞLU





   Yaz aylarında Bodrum'daki teknesinde yaşardı...
   
   
   Günün birinde teknesine atlamış, Mikis Theodorakis'in adasına yanaşmış. Söylediğine göre, accaip zenginmiş bu Mikis (baksana, adası var, diğer yandan da komünist partisi milletvekili).
  "Ben balıkçıyım, fırtına beni bu tarafa sürükledi" demiş. Mikis de onu konuk etmiş üç gün boyunca saray yavrusu evinde. Kış ya da sonbahar olmalı, şömine başında siyasî sohbetler falan, Mikis şaşıp kalıyormuş Türk balıkçısının genel kültürüne, akıcı konuşmasına. Ha babam "işçi kardeşlerim" mavrasıyla bizim "balıkçı"yı  pohpohluyormuş.
   Sular seller gibi Fransızca konuşan Türk balıkçısı (yani Fikret Kızılok) bir ara şöminenin yanında duran gitarı sanki merakından kurcalarmış gibi eline alıp birkaç tane de şanson patlatınca Mikis iyice apışmış kalmış, işçi sınıfına olan hayranlığı kat be kat artmış.
   Ama Fikret Kızılok durur mu, üçüncü gün tartışmalar alevlenmeye başlamış ve sonunda bizim "kültürlü balıkçı" Theodorakis'e "ulan, hem komünist geçiniyorsun, hem de burada padişah hayatı sürüyorsun! " diye şarlayınca misafirlik de sona ermiş. (NECDET ŞEN)




   

uzun ince bir yoldayım
gidiyorum gündüz gece
bilmiyorum ne haldeyim 
gidiyorum gündüz gece

dünyaya geldiğim anda
yürüdüm aynı zamanda
iki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece






hiç inceye inmedin mi canım oy
dert nedir hiç bilmedin mi canım oy
fikre gönül vermedin mi canım oy

benim aşkım beni geçti canım oy
damla damla gönül deşti canım oy
ben değil o yolum seçti canım oy






   Benim kuşak daha onlu yaşlarını sürerken, Fikret Kızılok bu ülkenin en ünlü şarkıcılarından biriydi. (diğerleri Cem Karaca, Timur Selçuk, Barış Manço, Selda, Erkin Koray, 3 Hürel falan; haa bir de Moğollar tabiiki...) Onun yeşil asker parkasına özenip, biz de benzerini bulup geçirmiştik sırtımıza.
   Ama Fikret Kızılok şöhretten çabuk sıkıldı. Çok genç yaşında Aşık Veysel'den el almıştı, Anadolu-Pop akımını başlatanlardan birisi de oydu, Veysel ölünce gitti sazını Veysel'in mezarı başında kırdı ve "ben bu işi bıraktım arkadaş" dedi... (NECDET ŞEN)

















Merhaba!

24 Ocak 2016 Pazar

HERKES İÇİN DEMOKRASİ




   General Oliver Cromwell (1599-1658), insanlığın ilerlemesi yönündeki katkıları açısından İngiltere tarihinde en derin iz bırakan tarihi bir şahsiyettir. Avrupa'da cumhuriyet ateşinin ilk kıvılcımını o yakmıştır! Kral I.Charles'ın tahttan indirilmesine öncülük etmiş ve Parlamentoyu ülkedeki en yetkili kurum haline getirmiştir...Ancak milletvekillerinin yoldan çıkması üzerine, bastığı Parlamento'da söylediği şu sözler tarihe geçmiştir:
   "Her kötü eyleminizle lekelediğiniz, bütün erdemleri aşağılayarak onursuzlaştırdığınız bu Meclis'te oturmanıza artık son vermeye geldim! Aranızda bir tek erdemli kişi var mı? Sizin Allah'ınız altındır. İçinizde vicdanını rüşvet karşılığı satmayan var mı? Allah'ın tapınağını bir hırsız inine çevirmediniz mi? Bütün milletin günden güne şiddetlenen nefretini kazandınız...Halk sizi, sorunlarını çözsün diye gönderdi, siz en büyük sorun oldunuz. Şimdi, Allah aşkına defolun gidin!"
   Cromwell'in ölümünden üç yıl sonra monarşi İngiltere'de yeniden iktidarı ele geçirmiştir. Yeni Kral II.Charles, 1661 yılında mezarından Cromwell'in cesedini çıkarmış, zincirlere bağlamış, temsili olarak asmış ve daha sonra kafasını keserek bir kazığa geçirmiştir!









Ne yürüyüşe geçen tüm ordular
Ne de oturumu açan tüm parlamentolar
Etkilememiştir
Yeryüzündeki insanın yaşamını
Şu yalnız yaşam kadar.

Olduğum şey olmaktan gurur duyuyorum
Bu baskı fırtınası ardından
Kanımın yağmuru boşanacak
Yaşamımı vermekten gurur duyuyorum,
Şu yalnız yaşamımı.




  Bu şiir, 18 Ekim 1985 yılında Güney Afrika Irkçı Beyaz Rejimi'nin idam ettiği şair Benjamin Moloise'nin hücresinde yazdığı son şiir. "Darağacına tahta veren çınar bir gün anlar" diyordu şair, "Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar / Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar"...Bu idamın ardından, çok geçmedi ırkçı rejim iflah olmayıp yıkıldı, o "son yoksul çocuğun yüzü" güldü ve Güney Afrika'da çoğunluğa dayalı yeni ve demokratik bir ülke kuruldu. Şairlerini öldürenler iflah olmazlar asla! (MECİT ÜNAL- Aydınlık Gazetesi)










   "Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline tek bir taş bile konmuş olamaz. Unutmayalım ki  cesur bir kez, korkak bin kez ölür. Önemli olan, insanın böyle bir toplumda mezar taşı gibi suskunluk simgesi olmamasıdır..."

UĞUR MUMCU










kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz

NAZIM HİKMET








Merhaba!

17 Ocak 2016 Pazar

MAYINLAR ÇİÇEK AÇMAZ



Hikâyemin bugünün insanlarına bir masal gibi geleceğini biliyorum. Ama ben bu masalın içinde yaşadım.

OKTAY AKBAL







   Doğruydu...Kaçakçıydı hepsi...Arap atlarının üzerine yığdıkları gâvur eskisi giysileri mayınlı tarlalardan geçirip Urfa'nın Kötüler Mahallesi'ne getirene kadar canları çıkardı...
   Kurşun sesleri ve jandarma korkusu geride kaldığında, terlemiş atlar bir mağaraya sığındığında; poşuya sarılmış yürekler rahat bir nefes alırdı!.. "Yılbaşı"nda tek eğlencesi vardı o kaçakçıların ve de tezek ateşinde ısınan cılız bedenli çocukların!..
   Kötüler, Urfa'nın güneyinde, Neolitik Çağ'dan kalma mağaralar üzerinde kurulmuş bir mahalleydi...Kimse bilmezdi "Kötü" isminin aslında "Guti" kavimlerinden kalma olduğunu...
   Sanırlardı ki, bütün cihanın tüm kötüleri bu mahalleye birikmişti!..Oysa yanılgı, kötülükle iyiliği çelişkisi kadar derindi orada!..
   Kimileri gecekonduları şehre yakın araziler üzerinde kurarken, Kötüler'in sakinlerinin dağ başını seçmesinin bir tek nedeni vardı...Çünkü orası kaçakçıların gizlenebileceği devasa mağaralarla çevriliydi!..
   Yani aslında insanlar yaşamak için değil, yakalanmamak için sığınmıştı o kayalık ve gizemli coğrafyaya!..
   Orada yaşayanlar; korkuyla atan bir yüreğin, toprağa pusulanmış paslı bir mayının kölesi olabileceğini çok iyi bilirlerdi!..Kaçakçılıkla kötülüğün arasında yaşayanlar için çelişkiler o kadar sıradandı ki;
   Oralarda mayın da iyiydi, kurşun da!..Puslu sabahlarda kaçakçı gözleyen jandarma da iyiydi, ekmeğini ihanetle çıkaran ihbarcılar da...
   Bir tek onlar, yani kaçakçılar kötüydü!..Kaderleri doğdukları mahalle yazılmıştı ya alınlarına, işte o yüzden "Kötüler" di!..(MEHMET FARAÇ-Aydınlık Gazetesi)




   Çocukluğumun Urfa'sında, yani yaşamlarını Suriye üzerinden kaçakçılık yaparak sürdürenlerin yaşadığı Kötüler Mahallesi'nde, tam da evimizin karşısındaki gecekonduda "Suriye" adlı bir kız yaşardı.
   Babası kaçakçı hamalı olan o kıza neden "Suriye" ismi verildiğini hep merak ederdim... Halen aklıma her geldiğinde şaşarım; "Suriye diye kadın ismi olur mu?.."
   Biraz büyüyünce ve Kötüler'deki çarkın nasıl işlediğini görünce, mayınlı arazilerin ardındaki komşu ülkenin, bir genç kızın sadece yaşamını sürdürmesine değil, nüfus kağıdına da çok şaşırtıcı bir damga vurabildiğini anladım...
   Eğitimsiz ve topraksız bir kenar mahalle insanı, kaçakçılık yoluyla da olsa, kendisine ekmek kazandıran ve çocuklarının karnını doyurmasını sağlayan bir komşu ülkeye saygı gösterisinde bulunmuştu belki de...
   Anladım ki, kaçakçı atlarının terli sırtında getirilen eşyalar, bir aileye ekmek ve can verirken, bir genç kızın kimliğinde adeta sevgi ve dostluk nişanesine de dönüşmüştü...
   Yani "Suriye", 40 yıl önce Güneydoğu insanına ekmek kazandırırken, aynı zamanda kadınların "adı"nda emeği ve onuru da tanımlıyordu!..(MEHMET FARAÇ- Aydınlık Gazetesi)





FİKRET OTYAM






   Ya kadınları?..Koynunda bir bacağını mayına vermiş delikanlı yatıran kadınlar!..Gözlerinde Halep sürmesi...Saçlarında "Acem kınası" taşıyan Şark çıbanlı kızlar...(MEHMET FARAÇ-Aydınlık Gazetesi)







   Fikret Otyam, Urfa-Kısas'ta konuk olduğu Cafer Kaya'ya sorar:"Bu mayınları nasıl geçiyorsunuz?" 
Cafer: "Baba mayın olan yerde ot bitmez. Biz de ona göre çiçek açan yere ayağımızı basarız!"








Merhaba!

10 Ocak 2016 Pazar

ÖLÜM HEP GARİBANA MI DÜŞER USTA?




   Niyazi Berkes (1908-1988), 60'larda Yön dergisinde yayımladığı yazılardan oluşan "Türk Düşününde Batı Sorunu" adlı kitabında bugün karşılaştığımız sorunların Türkiye'nin "Birinci Cihan Savaşı'ndan sonra kesin olarak gerçekleştirmeyi göze aldığı toplum ve uygarlık devriminin tamamlanmadan kalması yüzünden, İkinci Cihan Savaşı sonrasında gelişen gerici güçlerin yarattığı sonuçlar" olduğunu saptar...
   Niyazi Berkes, toplumsal devrimi durduran üç sorun; başlıca iki siyasal güç ile bir iktisadi olgu saptıyor: Emperyalizm, gericilik/karşı devrim ve ekonomik yoksullaşma. Ekonomik yoksullaşma arttıkça emperyalizm soruna dahil oluyor ve emperyalizm soruna dahil olunca karşı devrim hortluyor, güçleniyor ve devrimi galebe çalıyor...(MECİT ÜNAL- Aydınlık Kitap)





   Kimilerinin Doğu sorunu, kimilerinin Kürt sorunu dediği sorunun temel çözümünü Toprak Devrimi'nde aramakla yoksulları da içine alacak çözümlerin üretilmesi, Kürt feodallerinin de Türk egemenlerinin de işine gelmiyor. Kürt ve Türk kökenli yoksulların örgütlü olarak devrede olmaması da işlerine geliyor. Bir başka deyişle sorunun çözümünde, sendikalar ve köylülerin örgütleri devrede değildir. Yani, çözüm arayışında, Kürt tarafının yok sayılan toplumsal güçlerinin karşılığında Türk tarafının yok sayılanları da yoktur. Özetle çözüm, emek ekseninde, emek ve sermaye ilişkisinde aranmıyor. Aslında hiçe sayılan ya da emeği ile üreten Türk ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın çıkarları ortak. Bu konunun farkına varıldığında çözüm kendiliğinden gelecektir. (Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı- Aydınlık Gazetesi)








   Uzman Çavuş Nuh Özdemir, Diyarbakır'ın Sur ilçesinde devam eden çatışmalar sırasında şehit oldu. İki yıldır TSK'de görev yapan ve 1,5 yıllık evli olan 26 yaşındaki Nuh Özdemir'in babasına ve eşi Leyla'ya acı haberi vermek için Samsun'daki evlerine giden askeri yetkililer, daha sonra şehidin annesinin yaşadığı Ordu'nun Akkuş ilçesine bağlı Salman köyüne doğru yola koyuldu.
   Ancak yoğun kış şartlarının hüküm sürdüğü bölgede yollar geçit vermiyordu. Bunun üzerine Karayolları'ndan yardım isteyen yetkililer, önde iş makinesı, arkada kaymakamlığa ait araç, güçlükle ilerlemeye başladı.
   8 kilometrelik yolu tam 4 saatte alan yetkililer, köye ulaştıklarında ise adeta yıkıldı. Ailenin sıvası bile olmayan tuğladan evini resmi araçların ışıkları aydınlatırken, şehidin annesi Esme Özdemir'in (60) ellerinde sıkı sıkı tuttuğu şey ise herkesin dikkatini çekti.




   Dikkatli bakıldığında, tek katlı köy evinin naylonla kaplı duvarının önünde gözyaşlarına boğulan annenin, oğlundan yadigar kalan yün çorapları tuttuğu anlaşıldı.
   Oğlunun, 4 gün önce helallik alarak evden ayrıldığını ve Diyarbakır'a döndüğünü söyleyen acılı anne, kendisine de giderken çoraplarını verdiğini anlattı.
   Acısını ağıtlarla dile getiren annenin sözleri yürek burktu:
  "Çoraplarını bile bana bıraktı giderken. Onu doya doya kucakladım. 'Anam hakkını helal et, ben gideyim' dedi. 4 oğlum vardı, 3 oğlum kaldı. Vatan sağ olsun, ne diyeyim yavrum senin için. Şehit anaları ağlarken ben de ağlıyordum, onlarla yavrum. Ben de ağlayacakmışım tatlı yavrum..." (Cumhuriyet Gazetesi)   






Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?

REFİK DURBAŞ







"Bu ölümcül kavga oralarda dağlarda sanırsınız, ama öyle değil, 
bu kavga anaların ciğerlerinin üstünde yapılır da kimseler görmez."

MUHAMMET GÜZEL
(Son Göç)








Merhaba!

3 Ocak 2016 Pazar

SOMA - YERYÜZÜNDEN MEKTUPLAR




   Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük maden faciasının yaşandığı Soma'da yaşamını yitiren işçilerin aileleri, acılarını mektuplarla anlattı. Türkiye Barolar Birliği mektupları kitap haline getirdi.
   Soma'da şehit olan 301 madencinin yakınlarının yazdığı mektuplar, geride kalanların yaşadığı acıları gözler önüne seriyor:

   Ali Yüksel'in eşi Ergül Yüksel:

"...Hava buz gibi soğuk...Üç kişi çıkarılıyor. Birinin yüzü bizden tarafa dönük, ağzında maske var ama ceset...hareket yok...maskenin ucu battaniyenin altından görünüyor. Bu kadar soğukta maske buhar bile yapmıyor. Yaşasa nefesi ile buhar yapar. Arkasından biri daha geliyor. Yüzü diğer tarafa dönük ama çenesi görünüyor. Sakallı...'Ali' diye bağırıyorum. Bazen sakallı, bazen sakalsız gezerdi. Ali'nin sakalı var mıydı, sakallı mıydı, traş olmuş muydu? Sanki işe ben göndermemiş gibi o an hatırlayamadım. Umudumu, hayallerimi, yaşanacak olan her şeyimi o toprağın altında bıraktım."




   Uğur Çolak'ın annesi Gülsüm Çolak:
  
  "Kurtulma imkanları varken bizim çocuklarımızı diri diri yaktılar ve bunu devlet yaptı, önlemlerini almadı. İnsan hayatı ekmek parasından ucuz bu ülkede. Bizden üç çocuk, beş çocuk boşuna istemiyormuş. Şu para denilen şey karıyı kocadan, evladı da anadan babadan ayırırmış be oğul. Köpeğin önüne atsan yemez o parayı. Uğurum kara gözlüm, ömrüm var olduğu sürece, senin yanına gelinceye kadar davanızı bırakmayacağıma söz veriyorum."




   Mustafa Kaya'nın eşi Naciye Kaya:

   "Abim Veli Varol göçük altında kaldı, öldü. Mustafam kendi elleriyle çıkardı kayınbiraderinin cenazesini. 5 sene sonra Soma'da işe başladı. 'Çok iş baskısı var, çok çalıştırıyorlar' derdi. O kahrolası maden bizi mahvetti. Sebep olanlar paşalar gibi bakılıyor cezaevinde. O kadar rahat davranıyorlar ki, bize mahkeme salonunda gülüyorlar. Çünkü biliyorlar, para her şeyi çözer. Bu ülkede gariban ezilir, gariban ölür. Madende göçük altında ölürsün, dağda askersen ölürsün. Zenginsen paşalar gibi yaşarsın."




   Şinasi Tokmak'ın eşi Tuğba Tokmak:

   "Kardeşi askerdeydi. Bu acı haberi asker ocağında almıştı. Kayınçoma 'Bak sen kara dağın ardından geldin ama ağabeyini bir kara topraktan çıkardık, bir kara toprağa koyduk' dedim. Bizim evimizde ekmek baba, su baba, yaşamak baba. Çocuklarımın yüreğine baba sevgisi yerine bir avuç kömür yangını bıraktılar."






Canı cehenneme rahat uyuyanın
Kapısını örtenin perdesini çekenin
Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın
Duvarları ancak çarpınca görenin
Canı cehenneme başkasının yangınıyla
Evini ısıtıp yemeğini pişirenin

ŞÜKRÜ ERBAŞ



.





Unutma!