Resim: FİKRET OTYAM
Fikret Otyam'dan:
Çoban Mustafa buralarda yaşar, karısı Ezo, oğulları Ali, Şeyhmuz ve de kızları Melek..
Aldı Çoban Mustafa, bakalım ne dedi:
"...Ben de okuyamadım babam gibi. Nasıl okuyacaksın? Okul yoktur. Hadi bizi geçin, geldik gidiyoruz, ama bebelerim var üç tane, güller gibi. Daha dillerini bilmezler doğru dürüst. Çünkü okul yoktur, öğrenemezler hiçbir şeyler, ondan.
Ben olsam şu koca Harran topraklarına okullar açarım. Milletin çocukları okusunlar, adam olsunlar. Bir adam okumadı mı ne farkı var şu güttüğüm koyundan? Hiçbir farkı yoktur. Çocuklarımız okumak ister ama istemekle olur, biter? Hayır. Önce okul olması gereklidir. Nasıl olacak? Şöyle olacak, devlet baba buralara da okul açacak. Örtmenler tutacak gönderecek, onlar okutacak çocuklarımızı, adamlar edecek. Basacağız örtmenleri bağrımıza. Bakınız, bir insan okumadı mı, toprak sahibi olmadı mı, ko gitsin şu Harran Ovası'na, yesin onu kurtlar kuşlar, sürünsün..."
"Haklısın Mustafa," dedim. Ne diyebilirdim başka. Haklıydı Mustafa, şu koca Harran Ovası kadar.
İki ay mı ne geçti aradan, mektup geldi oradan.
Keşke hiç gelmeseydi:
Çoban Mustafa, yani Şeyhmuz'un babası, koyunlarını almış her zamanki gibi, yaylıma götürmüş kavalını çalarak. Bilirsin, Mustafa çok iyi kaval çalardı. Uyanık da yanında, koyunların can bekçisi.
O gece köye dönmemişler, eh olur, sabah döner demişler, demişler ama sabahleyin de dönmeyince telaşlanmışlar. Koyunlar sağılacak, sütleri alınacak, koyunların sahibi deli olmuş. 'Bu demiş koyunları alıp sınırı geçti, kaçtı Suriye'ye, sattı oralarda'. ' Fakat bizim bildiğimiz, tanıdığımız Çoban Mustafa böyle bir iş, hele hırsızlık yapacak tipte bir insan değil, aksine yoksul ama namuslu, güvenilir bir kişi, buna olasılık yok' dedik.
Şeyhmuz yollara düşmüş, yaylım yerlerini tek tek dolaşmış. Bir yerde sürüyü görmüş, tam sınırın yakınında hayvanlar birbirine sokulmuşlar, başlarında Uyanık sıkıntılıymış, Şeyhmuz bağırmış: ' Babaaaaaa!..Babaaaaa!..' Neden sonra bir inilti gelmiş, yaşamasız.' Suuuuuu!..Suuuu!..Yandım suuuuu'..diyormuş.
Şeyhmuz, yeniden bakınmış sesin geldiği yana. Bir de ne görsün? Babası Mustafa, mayınlı topraklarda, orada yatıyor, neredeyse paramparça. Anladık ki koyunlar mayınlı topraklara kaçmış. Ne yazık ki ayağı bir mayına basmış ve kaldırınca...
Derken Şeyhmuz soluk soluğa köye geldi, bağırıyordu bir yandan:
'Ey köy halkı, buldum, babamı buldum!..Babam mayına düşmüş, paramparça yatıyor ve yandım suuu, diyor. Koşun yetişin!..' Tüm köy halkı traktörlerle, atlarla, kimi yayan koşup geldi olay yerine. Bir insan, neredeyse paramparça, mayınlı topraklarda yaşamla boğuşuyor, köpeği yanında onu kurtlara kuşlara karşı koruyor, siz ama siz, köy halkı, hiç ama hiçbir şey yapamıyorsunuz, sadece acı acı çaresiz bakıyorsunuz duruma.
Ezo Kadın, yani karısı bağırıyor bir yandan: 'Mustafaaaaaamm!.. Mustafaaaam!.. Yiğidim benim, ne edelim, ne yapalım, çaresiziz, dayan Mustafam! Dayan!..' Yanında kızı Melek bağırıyor: 'Babaaaa! Babaaa!' diye...
Mustafa'nın sesi geliyor giderek yavaşlayan. Sadece 'Suuu!' dediğini anlıyoruz. Su, evet su, ama nasıl vereceksin? Mayının nerede olduğu belli değil ki. Zaten jandarma da fazla yaklaştırmıyor, ne yapsınlar? Biz haberi alır almaz, ilçeye, il merkezine gerekli haberleri duyurmuştuk. Ne yazık ki yetişemediler, biliyorsun mesafe uzak. Hani görmüştük bir gün, pırpır dediğimiz askeri uçaklar var, onlar geldi, yakından uçtu, dolandı, dolandı sonra uzaklaştı...
Zamanla tüm sınırı, çölü ağır bir koku sardı. Dayanamadık, hane hane gerilere çekildik, koku yine geliyordu hafif bir yel esişte. Pırpır uçağı yine geldi, alçaktan uçarak kağıt torbalarla kireç atmaya başladı. Kireç paketleri düştükçe pat diye, bir beyaz duman yükseliyordu Mustafa'nın üzerinden. Derken Mustafa kireçten bir mezara gömüldü.
Başsağlığına Ezo Kadın'a gitmiştik. Ezo Kadın anlattı:
O sabaha karşı, evin kapısı tıkırdamış, kadın belki rüzgardır diye aldırış etmemiş. Daha sonra kapı tırmıklanmış. Gaz lambasını almış, gitmiş kapının yanına, dinlemiş dışarısını, kapı yine tırmalanıyor, iniltiler de geliyormuş. Kapıyı açmış, bir de ne görsün? Kapıda Uyanık, Mustafa'nın o sadık, o kocaman köpeği. Mustafa'nın köpeğinin ağzında Mustafa'nın kopmuş tek bacağı. Uyanık, bu sadık köpek, sahibinin o kopuk tek bacağını ağzına alıp, sürüye sürüye evine getirebilmiş.
Hepimiz kahrolduk.
Mustafa'yı sanki tümmüş sayarak o tek bacağı gömdük, törenle.
Fikret Otyam 1978 yılında yazmış Çoban Mustafa'yı.
Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitüleri'nde 1.308'i kadın olmak üzere toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. Kapatılmasalardı Sabahattin Eyüboğlu'nun "Bir kişinin atacağı dev adımlardan çok, bin kişinin atacağı insan adımlarını istiyordu" dediği Hasan Ali Yüceller, İsmail Hakkı Tonguçlar kim bilir kaç köy çocuğunu daha yetiştireceklerdi Köy Enstitülerinde.
Haber: GAZİANTEP GÜNEŞ GAZETESİ-2011
Emin Özdemir," Kendi üreten, kendi tüketen kurumlardı. Yediğimiz ekmeğin tarlada tohumunu eker, ekinini biçer, buğdayı öğütür, unumuzu kendimiz yapardık. Devlete yük olmazdı bu kurumlar," diye tanımlıyor Köy Enstitülerini
" Her devrimci kurum gibi Köy Enstitülerini de dışarıdan ve içeriden yıkanlar oldu. Dışarıdan yıkanlar, bilerek bilmeyerek, Para'nın uşaklarıydı; içeriden yıkanlar, bilerek bilmeyerek Para'nın uşaklarının uşakları oldular."
(SABAHATTİN EYUBOĞLU)
Merhaba!