24 Nisan 2022 Pazar
ÖLÜM AKLIMDA
17 Nisan 2022 Pazar
ENSTİTÜ CENNETİ
"Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, köyler kent olurdu. Kapatıldı, kentler köy oldu!"
Tüm Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının emekleri ve bir grup yurtsever eğitimci eliyle kurulmuş, benzersiz eğitim yuvalarıdır. İnsanı bir bütün olarak geliştiren, mutlu eden, beceri kazandıran, güven veren kurumlardır.
Enstitüler, köylü çocuklarının emeği ile köye ve köylüye can veren, susanları konuşturan, oturanları yürüten, düşündüren, türkü söyleten, resim yaptıran, hastaları sağaltan, ürettiren, mutlu eden, bilinçli ve planlı birer eğitim dizgesidir.
Her işin zevkle ve yarışarak yapıldığı (yerlerdir). Kimsenin boş zamanı yoktur. Türkü söyler, oyun oynar, mandolin çalar. Yatmışsa elinde kitap vardır. Yedikleri ekmekleri, meyveleri, sebzeleri üretenler, balıkçılık, hayvancılık, arıcılık yapanlar, derslikler, yatakhaneler, hamamlar, tarım yapıları gibi büyük işleri başaranlar, sıra, tahta, sandalye, masa, dolap, el aletleri yapanlar onlardır.
Her okulda okunan kültür dersleri, enstitüde daha uygulamalı olarak verilmektedir. Her öğrencinin öğretmenlik dışında bir mesleği vardır. Yüzmeyi, bisiklet, motosiklet kullanmayı öğrenen, dikiş-nakış bilen ve kendi giysilerini üreten de onlardır.
Çevrelerinden halkbilim derlemeleri yapan, oyunları, söylenceleri, halk danslarını, türkülerini derleyen, onları yeni formlarda sahnelere, alanlara ve kentlere taşıyan, basının gündeminde düşmeyen de onlardır. Yurt ve dünya klasikleri, mandolinleri ve diğer çalgıları, fırçaları ellerinden düşmeyen onlardır.
İşte tüm bunları büyük bir zevk, yarış ve mutlulukla yapanlar, kendilerini nasıl çok yönlü geliştirdiklerinin de bilincindedir. Bu nedenle, yarattıkları ve yuva saydıkları enstitüye "Enstitü Cenneti" diyen onlardır. Hani diyesim var: "Destanımızda yalnız onların maceraları vardır." (KARABEY AYDOĞAN - Söyleşi: MUSTAFA YAKUT - Cumhuriyet Kitap)
***
KEMAL ATEŞ
"Çok gazete okuyorduk biz, yedi gazete okurduk, Meclis'te olup bitenleri biliyorduk."
Şaşırıyorum:
"Yedi gazete mi, kim alıyor bunları, okul yönetimi mi?"
"Hayır, biz öğrenciler... Yedi kişi aramızda anlaşıyorduk, herkes bir gazete alıyor, değişerek okuyoruz. Böyle her konuda kolayca örgütlenirdik."
Küçük, basit gibi görünse de müthiş bir okuma aşkı ve örgütlenme örneği... Yedişer kişilik kümelere ayrılıyorlar, her öğrenci bir gazete alınca, toplam yedi gazete okuyabiliyorlar. 1940'larda her gün yedi gazete okuyan köy çocukları... Görülmemiş bir şey... Bugün bile...
Ülkemizde ilk özel gazete seksen yıl önce basılmış... İlk roman yetmiş yıl önce yazılmış. Çok değil, on küsur yıl önce de yeni bir abecesi olmuş bu toplumun. Kırklı yıllarda abecemiz henüz çok yeni. Geçmişi, kültür tarihi bu olan bir ülkede 1940'lı yıllarda her gün yedi gazete okuyan köy çocukları...
(...)
Her gün yedi gazete okuyan bu köy çocuklarından toprak ağaları çok rahatsız olmuşlar...
(...)
Babasının bucak müdüründen yediği dayağı tiyatro oyunu haline getirip sahneye aktaran yazarlar çıkıyor aralarından. Bu tiyatro oyunlarını halk alkışlarken, kaymakam, vali hoşlanmıyor. Meclis'te enstitülü çocukların yazıp oynadıkları oyunlar tartışılıyor. Yaşadıkları olaylarla ilgili bir şikayet dilekçesi bile yazamayan köy çocukları yaşadıkları üzerine tiyatro eserleri yazıyorlar. Romanlarla, öykülerle anlatıyorlar dertlerini.
Ağalar bundan rahatsız oluyorlar.
(KEMAL ATEŞ - Sessiz Şampiyon / Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü))
Merhaba!
14 Nisan 2022 Perşembe
DAHA ADİL BİR DÜNYA MÜMKÜN
10 Nisan 2022 Pazar
NE OKUMALI?
Resmi tarih toptancıdır savaşı rakamlarla anlatır. Roman, askerlerden birinin dramını anlatır, savaşın ruhsal, fiziksel röntgenini çeker. (İNCİ ARAL - Cumhuriyet Gazetesi)
***
Benim çocukluğum, babamın anlattığı kahramanlık hikâyelerini dinleyerek geçti. Lütfü Ustamsa Gülhisar'ın tek savaş kahramanı olduğu halde, bu konuda dilsiz sayılırdı. Bir defasında ona bacağını nasıl kaybettiğini sormaya kalkışmıştım, "Sana ne, sen işine bak," cevabını almıştım. Sonra makinenin üstüne bir kitap atmıştı.
"Al bu kitabı oku!" demişti.
Kitabın başlığına baktım; "Fihi Mâ-Fih!"
"Ne demek bu?" diye sordum.
Lütfü Ustam gülümsedi. Raftan Osmanlıca Türkçe sözlüğü çıkarıp kitabın yanına koydu.
"Lügate bak!" dedi. "Ben söylersem aklında kalmaz; lügate bakarsan kalır."
Kitabı bitirince, beni sigaya çekti.
"Dert ağacı nedir, anlat bakalım!" dedi.
Cevap veremedim. O akşam eve gittiğimde, kitaptaki dert ağacı sayfasını bulup bir defa daha okudum.
Hazreti Meryem doğum sancısı çekiyordu; İsa'yı doğuracaktı. Herkes onu terk etmişti; bir çöl çalısı kadar yalnızdı. Yalnız bir çöl hayvanı kadar çaresizdi.
Sonra, çölün ortasında yalnızlığına ortak olacak bir hurma ağacı buldu. Ağaç bir seraptı sanki. Dallarını, doğacak çocuğunun sevgili kolları gibi açmıştı. "Ben bu ağaca yaslanmalıyım," dedi Meryem. Yaslandı. O ağaç, onun bütün acısını, bütün sancılarını aldı. Böylece Meryem, İsa'yı huzur içinde doğurdu.
Ertesi gün Lütfü Ustam yine sordu:
"Dert ağacı nedir?"
Ben yine cevap veremedim. Aklıma bir şeyler geldiyse de düşündüklerimi açıklamaya cesaret edemedim.O zaman Lütfü Usta takma bacağını salladı.
"Bu bacağa iyi bak," dedi. "Ne görüyorsun?"
Sustum. Çok utandım.
"Bu bir kayıp değil," dedi Lütfü Usta, "bu bir dert."
Sonra kollarını açıp farlardaki kitapları gösterdi.
"Bunlar da benim dert ağaçlarım. Başka bir deyişle tahammül ağaçlarım. İnsan, dünyaya, hakikatlere tahammül edebilmek için değişik yollar buluyor. Benimki de bu; okumak! Kimi işine sarılır, kimi paraya sarılır, kimi sevgiye, kimi de nefrete. Ben bunlara sarıldım. Bazılarına bu da kifayet etmiyor; okuduğumuz bu kitapları yazıyorlar. Âdemoğlunun dertlerine ortak olmak için, o dertlere tahammül edebilmek için yazıyorlar. Bazen ben de yazıyorum ama onlar gibi yazamıyorum. Yalnızca kendi hayatımın hakikatleri hakkında yazıyorum. Ayrıca, şu Meryem olma işini de henüz tam manasıyla çözebilmiş değilim. Okudukça derdim azalıyor mu, yoksa çoğalıyor mu; bunu bile bilmiyorum."
(HÜSNÜ ARKAN / Gülhisarlı Terziler - Sia Kitap)
***
André Maurois'nın anneannesi doksan yaşına çengel attığı vakit bile, bir gün olsun, yeni yazarları okumaktan geri kalmamıştır.
Okumak budur.
Yaşamın boyunca binlerce ton kitap devirmedinse hiçbir şey okumamış sayılırsın. Aralık aralık, yasak savmak, bir toplulukta utançlı duruma düşmemek, ya da geceleri uykuyu egavlamak için fıştıklanan kitaplar okuma sınırı içine girmez.
Uzun lafa ne gerek, okumayı seven kişi, bir kitabı bitirdi mi, bir başkasının üstüne atılmadan duramaz. Kimileri de birini bitirmeden ötekine başlar, ya da birini okurken, ona ara vererek bir başkasını mideye indirir. Şu var ki, çok çok okumadan, boyuna okumadan dünya ve dünya yazını üzerine öksürüksüz bir yargıya varmanın yolu yoktur. İngiliz romancılarından Virginia Woolf şöyle der günlüğünde:
Tanrım, okunacak ne çok kitap var!
3 Nisan 2022 Pazar
AYLARIN EN ZALİMİ
Yeryüzünün kışı geldi
Ve ben hepsinin parçası olurum
Ve içimde kımıldayan her şeyin ruhu oturur.
Soğukla süzgün ve saatlerle bozlaşan
Ve anlık bir güneşle neşelenen
Yeryüzünün kışına katlanmak zorundayım.
Bak işte, baharımın gelişini beklemekten soldum!