Şiir yazmak kutsal bir şeydir.
Diğer taraftan da sokak işidir, serseriliktir.
Yüce ve serseri.
Şiir hatırladıklarımızdır.
HAYDAR ERGÜLEN
***
ağzının kenarında biraz Samatya kalmış
deyip siliyor annem camları
sırtlarken çınlıyor kulaklarım sur
çizip boyarken ahşap
evlerde uyku yarım perdeler tastamam
kaplıyor hayatı kapıdan geçen eskici
iki büyük leğen eder
deyip değiştiriyor annem geceyi.
MAHİR KARAYAZI
***
Zaman gece yarısını çoktan geçmiş, tepemizdeki topalak ay, karşı kıyıdaki Rumelihisarı'nın üzerine yaklaşmaya başlamıştı.
(Güz başlar, dolunayın mehtabı da Delisu'nun üzerini bir cibinlik gibi örtmeye başlar.)
"Bu gece şairliğim tuttu reisim."
Reis yüzüme boş gözlerle baktı. "Sırası mı, nereden çıktı şimdi bu?" der gibiydi bu bakış.
"Öylesine konuşuyorum işte!" diyerek boynumu büktüm.
Reis üzüldüğümü sandı.
"Sen şiir yazıyor musun?"
"Eh işte, arada sırada karalıyorum."
"Anladığımdan değil de... Ezberinde varsa okur musun?"
Söylediği bu son kelimelerdeki ses tonu, gönlümü almanın bahanesiydi.
"Peki!" dedim, "geçen gün yazdığım ezberimde..."
"Tamam, oku işte ve daha fazla kafa ütüleme!" Bu kez sesi sertti.
"Tamam, okuyorum:
Sarhoşum Hisar biliyor musun?
Kafamın içi bihisar olmuş,
Ben belki de şairim.
Bir gülümserim, dağılır bulutlar,
Deniz değişir.
Karadeniz, Marmara,
Ege, Akdeniz,
Hepsi birbirine karışır."
Reis yüzüme aval şaşkın bakıyordu. Bir şey anlamadığı aşikârdı.
(Söylenildiği zaman, anlaşılamayan sözlere şiir deniliyor Reisim.)
Şiir okunmuştu ya, suskunluk oldu!
Coşmuştum bir yol ve iri laflar etmiştim, şiirle karışık, denize dair. Reis manidar baktı bana.
"Burası ırmak kardeşim! Boğaziçi ırmağı... Burada deli deli akar su. Delisu'dur Boğaz. Bunu böyle bil ve böyle davran ona."
"İyi de ne yapayım?"
"Ne mi yapacaksın? Bunu da bana mı soruyorsun?"
"Evet!"
"Peki söyleyeyim sana. Kulağını aç da dinle. İyi belle dediklerimi.
Avcunun içini bilmesen de olur ama Boğaz'ın huyunu, suyunu ve balıklarını çok iyi bileceksin. Balıklar denizlerin ahalileridir. İçini, dışını, dibini karış karış, yosun yosun, midye midye bileceksin...
Rüzgârını da bileceksin. Çıkmışsa hangisidir, çıkmamışsa hangisi çıkacaktır ki ketenpereye gelmeyesin sularda!
Akıntının artmışını, artacağını, anafora yakalanmamayı, oltacıların, ağcıların hangi balıkları av verdiğini pek iyi bildiği gibi sen de gelincik sepetleri nereye fundalanır, onu pek iyi bileceksin...
En çok kürek çekmeyi seveceksin. Iskarmoz meşini yağlanmamış kürekten nefret edeceksin. Küfredeceksin karadaki sandalın altındaki feleklere. Ve omurlarının altından suların eksik olmaması için dua edeceksin sandalına.
Küreğe geçtin mi tasalarını unutmalısın, kendini bularak neşeni yerine getirip ritmini bulmalısın. Küreklerin batıp çıkacağı ânı bil ve kayığın burnunu pürüzsüz bir çizgi yap ki Boğaz'ı bir tüccar makasının ipek atlası yardığı gibi yar, geç git...
Velhasılıkelam, sandalınla giderken onun üzerinde, dünyayı yanından geçir...
Ver bana şimdi sevdalı bir çift kürek, gör bak nasıl gidiyorum onun suyunda...
Anladın mı şimdi ne yapacağını, andavallı!"
İşte! Gerçek şiir Reis'in söyledikleri olmalıydı.
(Reis şairmiş de haberim yokmuş!)
Gözlerine baktım. Deniz gibiydi.
VECDİ ÇIRACIOĞLU
(Son Voli)
***
denizi düşünürdüm zerdali ağacının altında,
dergilerde resmini gördüğüm denizi.
ikindi nasıl sarmalardı o büyük suyu?
ya okyanusu?
sökün ederdi sorular
okuduğum sözcüklerden süzülerek:
denizin tuzu nereden gelir,
gözyaşlarından mı denizkızlarının?
yakamoz
anıları mıdır balıkların?
ÜLKÜ TAMER
"Şiir her sabah kalkar, kelimelerini tarar, yola çıkar, işe gider.
Yokluğu bir şeyi değiştirmese de ondan kalan boşluğu hüzün doldurur."
***
"Bir şiirin içinden bakmak dünyaya" neyi değiştirir?
Bakış açımızı değiştirdiğimizde dünyayı yorumlama ve anlama biçimimiz de değişir. Şiir yaşantısı bir insanın dünyasını zenginleştiren ve güzelleştiren bir yapıya sahiptir. Bugün insanlığın karşılaştığı birçok sorun dünyanın ve hayatın yanlış yorumlanması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Hayatında en az bir şiiri gerçekten okumuş ve hissetmiş bir kişinin başka bir insana veya başka bir canlıya zarar vermeyi aklının ucundan bile geçiremeyeceğini düşünüyorum. Bu da çok şeyi değiştirir. Şiirin estetik boyutu, kelimelerle yarattığı sihirli atmosfer, Herbert Marcuse'ün "Tek Boyutlu İnsan" kitabında eleştirdiği modern bireyin içinde bulunduğu anlam kaybını ortadan kolaylıkla kaldırabilir. Geçenlerde vapurda yanıma bir anne ile küçük çocuğu oturdu. Çocuk çok geçmeden cebinden son model büyük ekranlı bir cep telefonu çıkardı ve küçük parmaklarından beklenmeyen bir maharetle dokunmatik ekranı bazen dikey bazen yatay tutarak kullanmaya başladı. Derken ekranda ağır makineli bir tüfek belirdi. Çocuk bu sanal silahla sanal insanları vurmaya başladı. Annesi hiç oralı değildi. "Kötü bir oyun oynuyorsun," dedim. Çocuk başını ekrandan kaldırmadan "Görev gereği," dedi iki kere, "Görev gereği! Belli ki yaptığı işe şartlanmıştı. Annesi hiç ilgilenmiyordu. Canım sıkıldı. Vapurun camından dışarı baktım. Manzara insana huzur veriyordu. Güneş batmak üzereydi. Martılar o solgun kızıllıkta uzak bir gezegenden gelen uzay kuşları gibi süzülüyorlardı. Denizin mavisi göğün laciverdiyle takım elbise olmuştu sanki. Uzaklarda adaları aradı gözlerim. "Adalar!" dedim birdenbire çocuğa dönerek yüksek sesle: "Bak birazdan adalar görünecek!" Bunun üzerine başını ekrandan ilk kez kaldıran çocuk yüzüme dik dik baktı. Sonra sanal silahıyla sanal insanları öldürmeye devam etti... O çocuk şiir okuyor olsaydı ne demek istediğimi anlardı. Şiirin toplumsal işlevi işte tam da burada başlıyor. Her şey aslında yanı başımızda olup bitiyor. Ve müdahale etmek için hiçbir zaman geç değil. Toplumsal şiddeti kaynağında kurutmak bir demet şiirle mümkün...
VOLKAN HACIOĞLU
(Söyleşi ve fotoğraf: KADİR İNCESU - BİRGün Gazetesi)
***
İnsanı kinden, nefretten, hırstan, öç alma duygularından kurtaracak,
edebiyattan ve genel olarak sanattan başka nasıl bir sihirli güç olabilir ki?"
FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
***
İllüstrasyon: ALIREZA DARVISH
Merhaba!
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder