25 Ağustos 2024 Pazar

KOMÜNİST

 

"Tut ki o neoliberal masalları yuttuk. İyi, hoş, güzel de... Devekuşu gibi kafamızı kuma gömsek bile, kokusu burnumuzun direğini kıran mevcut düzenin pisliklerini ne yapacağız?"
"Hadi diyelim ki Afrika'yı sildik haritadan... Nasıl olsa yakında hepsi AIDS'ten, açlıktan ya da kabile savaşlarında ölecek. Brezilya'daki milyonlarca sokak çocuğunu da unuttuk... Zaten polis onları tek tek 'itlaf' ederek nesillerini kurutuyor. Hindistan'daki nüfus patlaması için tasalanmamıza bile gerek yok... Yarın nasıl olsa Pakistan'la kapışırlar, nükleer teknoloji sayesinde o mesele de kökünden hallolur! Irak gibi yaramazlık yapanlara da bir iki bomba salladık mı, işler yoluna girer... Emperyalizmin politikası bu!"
"Peki, ucuz Üçüncü Dünyacılık yapmayalım... hay hay... Ya Avrupa'nın göbeğindeki kırk milyon işsizi ne yapacağız? Enikonu çürüyüp umutsuzluğa kapılarak, yarın faşist partileri iktidara getirmelerine nasıl engel olunacak? Böyle bir şey hiç mi etkilemez o sözümona uygar Batı'yı? Kentlerin varoşlarına yığılan yerliyabancı göçmenlerin, başka umut kapısı kalmadığı için fanatik dinci ya da etnik kimliklere sarılıp çağımızın Romalarının yoz saltanatına son verecek olmalarının da mı hiç önemi yok? Alttakilerin umutsuzluğunun er ya da geç her şeyi yakıp yıkarak barbarlığı getireceğini kimse gömüyor mu?"
"Sonracığıma... İnsanlığın yarıdan çoğu açlıktan kırılırken, zengin ülkelerin üretim fazlası tarım ürünlerini, bir de üstüne para verip imha etme saçmalığını daha ne kadar sürdüreceğiz? Çevrecilerle dalga geçmekten, uyarılarını hafife almaktan vazgeçmek için gezegende, insanlar dahil tüm canlı yaşamın yok olmasını mı bekleyeceğiz?"
Konferansın uzamakta olduğunu gören Devrim, muzipçe sözünü kesti: "Aman baba, sen de nelerle uğraşıyorsun, ne gereksiz şeylere kafa yoruyorsun." Erdinç, bir an için Devrim'in ciddi olmasından ürkerek donup kaldı, sonra oğlunun alaycı ifadesini görünce rahatladı. "Haklısın," dedi aynı muziplikle, "Artık tüm insanlığın kaderiyle ilgilenen benim gibi birkaç 'komünist fosil' dışında kimse kalmadı, çok şükür." Birden yüzü asıldı. "En çok neye kızıyorum, biliyor musun? Düzeni fütursuzca savunan o sinik yazarların çoğu eski solcu. Her şeyin farkındalar, bile bile yalan söylüyorlar. İnsanı aptal yerine koymalarına, çokbilmiş edalarla mevcut düzeni insanlığın kaderi olarak kabullendirme gayretkeşliklerine deli oluyorum."

(YİĞİT BENER - Eksik Taşlar / Everest Yayınları)


***


"Yoksulların, açların karnını doyurduğum zaman benim bir aziz olduğumu söylüyorlar.
Ama yoksulların neden yiyecekleri olmadığını, 
açların neden aç olduğunu sorduğum zaman da benim bir komünist olduğumu söylüyorlar."


HÉLDER CÁMARA






Merhaba!

19 Ağustos 2024 Pazartesi

AY BÜYÜRKEN UYUYAMAM !

 


Aylı geceler, büyüyen ayla birlikte daha da uzardı uykusuzlukları! Odasına dolan ay ışığı, aşksızlığını, yalnızlığını ansıtır, bütün özlemlerini uyarır, bütün anılarını karanlıktan aydınlığa çıkarırdı sanki.
Ay dolanırdı odasında!
Ah o taşra geceleri! O küçük kıyı kentinde akşam oldu mu işleyen saatler dururdu sanki. Akşam karanlığından gözü uyku tutuncaya kadar geçmek bilmez bir süre uzanırdı önünde. Evliler, yerli arkadaşları çeker giderlerdi evlerine. Mermer masalı bir lokantada, çoklukla yalnız, iştahsız iştahsız yerdi yemeğini. Bazı geceler üç beş arkadaş toplanır, içerler, poker oynarlardı. Gösterilen film iyi mi kötü mü diye düşünmeden kentin tek sinemasına giderler, filmden çok sinemaya gelen kadınlar kızlarla ilgilenirlerdi. Ama çoğu geceler şaşırıp kalırdı ne yapacağını. Dükkânları erkenden kapanan, ıssızlaşan, susan kentin küçük alanında, lokantadan çıkınca tek başına bulurdu kendini.
(...)
Ayın erkenden doğduğu bir gece, her akşamkinden daha yalnız kaldı. Yemekte iki kadeh rakı içti. Gece yarılanırken, gidecek başka bir yer bulamayarak, biraz yorgun, oda kiraladığı eve döndü. Kapıyı gürültüsüz açtı. Alt katta, bir oturma, bir yemek odası, bir sofa vardı. Pencerelerden sızan ay ışığı, sessizliğini bozuyordu sanki sofanın. Evin üst katında, denize bakan yönündeydi odası. Evin karaya bakan yönünde iki oda daha vardı. Birini yaşlı bir öğretmen kiralamıştı. Öbüründe evini kiraladığı kadın kendi oturuyordu. 
Üst kata çıkan merdivenlere bir türlü gitmiyordu ayakları. Konuşmak, dertleşmek, eski aşklarını anlatmak, yaşamak istiyordu kısacası. Bir kımıldama oldu sofada. Hiç dikkat etmemişti, baktı, denize bakan pencerenin kenarında birinin oturduğunu gördü. Karaltı ayağa kalkınca tanıdı. Evin kadınıydı.
Kadın yavaşça:
- Benim, dedi. Sinemaya mı gittin?
Kadına doğru yaklaştı:
- Dolaştım. Sinemaya gitmedim. 
- İyi etmişsin..
Üç aydır evinde oturuyordu. İlk kez dikkatle baktı kadına.
(...)
- Bu aylı geceler deli ediyor beni, dedi..
Kadın iç çekti:
- Kimi etmiyor ki?
- Ay büyürken uyuyamıyorum! Silip alıyor gözümden uykuyu..
Kadı daha uzun bir iç çekti:
- Hep öyle..
Dalgaların hafif hafif kıyıya çarptığı duyuluyordu pencereden. Köpek ulumaları duyuluyordu. Bir köpek uzun uzun uludu.
Kadın:
- Aya uluyor! dedi.
O, biraz şaşkın karşıladı bu sözü:
- Aya mı?
- Aya elbet! Bu ay hangi canda rahat bırakır ki?

(NECATİ CUMALI - Ay Büyürken Uyuyamam)




Aynı saatlerde, Sinanlı'da Siren Hanım, yatağında dönüp durmaktan sıkılıyor. Kalkıp pencereden bakıyor. Tepede kocaman bir ay. Gökyüzü pürüzsüz lacivert bir cam. Bir fiske vursa çınlayacak. Ay büyümüş. Köpek ürümeleri o tepeden öte tepeye kadar birbirine eklenip uzuyor böyle gecelerde. İnsanların huzursuz uykusuzluğunda biraz da eski vahşet çağlarından kalma tedirginlik yok mudur?

(AYLA KUTLU - Asi... Asi)







Merhaba!

  

11 Ağustos 2024 Pazar

DÜŞÜNMEK - ANLAMAK

 

Anlama, çok az kimse tarafından anlaşılan bir kavramdır."

(FRIEDRICH SCHLEIERMACHER)


***



PAUL VALÉRY

Paul Valéry'nin "Çok tehlikeli bir durum: Anladığını sanmak" sözünde ise bambaşka bir anlam var. Bir konuyu 'iyi anlamak' için onu 'iyi bilmek' gerektiği... Söz gelişi "sizi anladım, bu konuyu anladım" derken kişinin yanlışlar batağına yuvarlanacağını belirtmek istiyor. Kolay iş değildir 'anlamak' diyor. Kişi kendini bile anlayamaz, tanıyamaz. Bir ömür boyu 'kendisi' diye bambaşka birini 'anlar'. Son soluğunda belki kendine gelir, ama iş işten geçmiştir artık!
Yine Paul Valéry der ki: "Bizim için söylenen her söz yanlıştır. Ama bizim kendimiz için düşündüklerimizden daha yanlış değil." Valéry'ye göre "Kişi, düşüncesine oranla çok daha karmaşık" bir yaratıktır. Paul Valéry'nin 'Defterler'inde, böyle binlerce 'düşünce' vardır. André Gide, "Valéry'nin 'Defterler'inin yanında benim 'Günce'm önemsiz kalır" derken hiç de yanlış bir şey söylememiş. 
Bugün de 'anlamak' konusundaki sözleri beni aldı götürdü bir yerlere... Anlamak için önce düşünmek gereklidir. Düşünmek, belli bir bilgi, bir deneyim, belli bir çaba ile gerçekleşir. Herkes 'düşünemez', ama 'düşündüğünü' sanır. En çok kötü politika adamlarında görülür bu 'düşündüğünü sanma' olgusu... Ağzına geleni söyler, nasıl olsa karşısındaki kalabalık dinlemektedir. Ama 'anlamak'ta mıdır? Neyi anlasın? Gerçek bir düşüncenin ürünü olmayan laf kalabalığının anlaşılacak bir yanı yoktur ki! Bu tür sözlerin, konuşmaların 'anlam'lı bir niteliği bulunmaz. Halk dinler, belki alkışlar ama sonra kendi kendine sorar, ne dedi, ne istedi? Nereye varmaktı amacı, bize ne gibi bir katkısı oldu ya da olacak? Uçmuş gitmiştir o sabun köpüğü sözcükler... Bir anlamsızlık, bir düşüncesizlik, bir 'zamanı geçirme' boşluğu kalmıştır geriye...
Öte yandan "Anlamak, hep anlamak, ama ben anlamak istemiyorum" der Jean Anouilh'un bir kahramanı... Ne olacak 'anlayacağız' da?.. Kendimizi ya da başkalarını! Keyfimiz kaçabilir, canımız sıkılabilir. Gelmiş gidiyoruz işte! Anlasak ne olur, anlamasak ne olur? Bu da kişinin bir yanıdır, 'boş veren, aldırmayan' bencil yanı... Aragon da bir dizesinde "Anlamak için çok zaman harcadım" demez mi? Demek ki 'anlamak' bir çaba işi, yorucu, üzücü, zaman zaman da kızdırıcı, bıktırıcı bir uğraş... Ne kendimizi, ne başkalarını, ne olayları, ne gidişi, ne çıkışı... Hiçbir şeyi anlamaya bakmamalı öyleyse! Bizden istenen, hep istenen budur, anlamadan benimsemek sözleri, istekleri, buyrukları... Düşünmeden, anlamaya kalkışmadan...
Ama gerçek bir 'insan' isek olacak iş değildir bu! İnsanoğlu düşünür, düşünmeyi öğrenmek ister, önüne ne denli engeller dikseler, ne gibi cezalar verseler de düşünme çabasından döndüremezler onu... Descartes "Düşünüyorum, var oluyorum" demişti. Valery ise düşünmenin zorluğunu bilen bir yazar olarak, şöyle düzeltmiş bu ünlü sözü: "Bazan düşünüyorum, bazan var oluyorum."

(OKTAY AKBAL - Yaşayıp Görmek)






Merhaba!     

4 Ağustos 2024 Pazar

YA REÇELİN KOKUSU ?

 

Arketipler yüzyılların ötesinde çıkarılıp havalandırıldı, nörolojik çalışmalar, genetik araştırmalar insanın sırrını çoktan çözdü, şimdi yapay zekânın, kimilerini korkutan kimilerini heyecanlandıran dünyasına giriyoruz.

İnsanı çözmek muamma olmaktan çıktı, fizyolojik bütün veriler elimizde. Ya duygular... Hayatı birdenbire karmaşık hale getiren duyguları kim irdeliyor? Evet tabii yine bilim, ama insanı en çok inceleyen sanatçılardır.

(ECE ÖZBAŞ - Cumhuriyet Kitap)

***


GEORGES DUHAMEL

Uygarlık sözü hangi anlama geliyor? Fabrikalar, makineler, uçaklar, kısacası başarıdan başarıya giden teknik ilerleme uygarlık mıdır? Yoksa uygarlık insanoğlunun kafasına, yüreğine yerleşecek bir insanlık anlayışı, sevgisi mi? Teknik gelişmeler insanı eskisinden daha mutlu mu kıldı, yoksa akla hayale gelmez mutsuzluklar mı getirdi ona? 
Georges Duhamel, daha 1918'de "uygarlık" sözünün gerçek anlamını çizmeye, aramaya girişmişti. İlk Dünya Savaşı'nı cephelerde bir doktor olarak geçiren yazar, sayısı dört bine varan askerin ameliyatını yapmıştı. Dost, düşman, hepsi insanlığa yararlı olmayan bir teknik gelişmenin kurbanıydılar. Çünkü insan teknik uygarlığa egemen olamamış, yarattığı araçlara kendini kaptırmış, giderek ona tutsak haline girmişti. Duhamel'in ilk yapıtlarından "Uygarlık" bu anlamı derinliğine işleyen öykülerle doludur.
Duhamel, gerçek uygarlık bütün bu toplardan, tüfeklerden, uçaklardan ötededir diyordu. Ona göre uygarlık "birbirinizi sevin" ya da "kötülüğe karşı iyilikle karşılık verin" diye bağıran bir sesti; şarkı söyleyen bir insan topluluğuydu. Makine tekniğinin gelişmesi insanoğlunu gerçek uygarlıktan uzaklaştırmıştı. Duhamel'e göre insanlığın yararına bir uygarlık yalnızca bilime ve tekniğe dayanmamalıydı. O, estetiğe ve aktöreye dayanan bir uygarlığın kurulmasını özlüyordu. İnsanlar kendilerini makine uygarlığına kaptırmamalıydılar, tersine, onu gerektiği gibi incelemeli, tanımalıydılar. 
(...)
O, Batı uygarlığının, Avrupa kültürünün bir aydınıydı. Ancak böyle bir toplulukta yetişebilirdi. Sovyetler Birliği'ne ve Amerika'ya yaptığı gezilerde düş kırıklığına uğraması tam bir Avrupalı olmasının sonucudur. Şu kısa öykü Duhamel'in kişiliğini yansıtır: Bir gün evlerde reçel pişirmenin hem yorucu hem de masraflı bir iş olduğunu, fabrikalarda seri halinde yapılan reçellerin çok daha ucuza çıkacağını söyleyen bir iktisatçıya Duhamel şu soruyu sormuştu: "Ya reçelin evin içine yayılan kokusu, onun hiçbir anlamı yok mu?" 
(...)
Duhamel 82 yıllık yaşamınca özlediği uygarlığı bulamadı. Tam tersini, tekniğin dev adımlarıyla ilerlediğini, "insanca uygarlığın" gittikçe ortadan silindiğini gördü. Bugün insanoğlunun yararına olmayan bir uygarlık kavramıyla karşı karşıyayız. Ona büsbütün tutsak olmadan önce yapılacak şeyler var. Bu uygarlığı eleştirmek, incelemek, anlamını duymak. Kısacası, bütün yeryüzü insanlarının, devlet adamlarının, bilginlerinin, savaşçılarının Duhamel'in şu tek cümlesindeki korkunç anlamı duymaları gerek: "Uygarlık insanoğlunun kalbindedir, orada değilse, hiçbir yerde değildir."

(OKTAY AKBAL - Konumuz Edebiyat, 1968)







Merhaba!