28 Ocak 2024 Pazar

FARK

 

"Görmek ve resmetmek ve şiirleştirmek zorunda olduğum

Sizin için yalnızca bir bostan

Benim için oysa, bir gizemli selam."

(HERMANN HESSE)




İllüstrasyon: ALIREZA KARIMI MOGHADDAM



Şöyle izah edeyim. Çok sevdiğinizi bildiğim Vincent van Gogh'un, en yakın dostu Gauguin'in hasretinden çektiği acılarla yarattığı ayçiçekleri resimlerini getirin aklınıza. İşte o resimler, şimdilerde kimilerinin salonunda süs olarak boy gösteriyor. Şaraplı, sohbetli, bol kahkahalı gecelerde duvarları renklendiren yüz yıllık bir ızdırap! Sanatı bu yönden değerlendirince ne hazin bir vaziyet çıkıyor ortaya, değil mi?

(ARLİN ÇİÇEKÇİ / Beşerbazın Mârifeti - Holden Kitap)




VİNCENT van GOGH



"Bugün Van Gogh, 
ona yemek vermeyecek restoranların duvarlarını, 
onu akıl hastanesine kapatacak doktorların muayenehanelerini, 
ve onu hapse tıktıracak avukatların yazıhanelerini süslüyor." 

(EDUARDO GALEANO)





Resim: MICHELANGELO CARAVAGGIO - Meyve Sepeti Taşıyan Çocuk, 1593



Caravaggio'nun resimleri kaç para etti, fırçasını nasıl kullandı, boyasını nasıl karıştırdı, aynalarla ne yaptı, kullandı mı, tuvaline ışık gelsin diye odasının tavanının neresine delik açtı, artık beni ilgilendirmiyor. Bunları sanat tarihçileri tartışarak boşa kürek çeksin. Sanatçıyı sanat yapan bir çay kaşığı ilham, yüz çorba kaşığı ter. Para mı eder, çöpe mi gider, Nasreddin Hoca'nın kürkü bilir. Yakında herkes on beş dakikalığına bile olsa meşhur olamayacak. Meşhurluk bitti, bitecek.
1600'lerden bu yana unutulduktan sonra onu çağımızda meşhur yapan ne?
Resmi aynı kaldığına göre biz değiştik.


Resim: CARAVAGIO - Aziz Thomas'ın İnançsızlığı, 1603


Şu kesin:
Bir şey ne kadar gerçek görünüyorsa o kadar gerçekten uzak, ne kadar gerçekten uzak görünüyorsa o kadar gerçek. Boş felsefe yapmıyorum.
Antik Yunan ressamlarının hikâyesi.
Zeuxis ve Parrhasius resim yarışmasına katılır. Süre biter.
Zeuxis resmini örten perdeyi kaldırır. Bildik meyve tabağı. Herkes hayal kırıklığında. Sıra Parrhasius'a gelmişken bir kuş Zeuxis'in tablosuna dalıp resimdeki üzümleri gagalayınca alkış kopar. Sonuç bellidir.
Zeuxis, rakibini küçük düşürmek istemez.
"Eserini görmekten bizi yoksun bırakma," deyip resmini örten perdeyi kaldırmasını ister. Parrhasius oralı olmaz.
"Perdeyi kaldırsana. Bak, bizi güneşin altında bekletiyorsun."
 Parrhasius, "Resim karşınızda," der.
 Yakından bakarlar.
 Parrhasius duvara perde resmi yapmıştır.

 (GÜNDÜZ VASSAF / Ressamın İsyanı - Everest Yayınları)





İllüstrasyon: ALIREZA KARIMI MOGHADDAM






Merhaba!


21 Ocak 2024 Pazar

GÜNCEL

 

ÇETİN ALTAN, 1981 yılında yazmış:


Gökte bulut kümeleri, ağaç yapraklarında bayağı üşütmeye başlayan Eylül rüzgârı... Yollarda da gitgide daha geç kuruyan yağmur ıslaklığı... Bu yıl da tatil bitiyor işte.

Karşımda gözlüklü bir genç:

- Türkiye'nin durumu ne olacak, diye soruyor.

Geçen yüzyılın başından beri bir türlü yanıtı verilemeyen soru, bütün katılığıyla yine dikilmiş duruyor önümüzde.

Genç:

- Siz bu gidişe ne diyorsunuz, diyor.

Gözlüklerimin camlarını silerek:

- Ne varmış ki gidişte, diyorum.

- Battı ağabey, battı...

- Ne battı yahu?

- Türkiye battı.

- Yok canım, niye batsın?

- Öyle deme ağabey gerçekten battı.

Türkiye'nin durumunu konuşmak, bu durumu yeni yeni görmeye başlayanlar için ateşli bir ilginçlik taşıyor, ama benim için o kadar bilinen bir şey ki... Ne yeni bir yönü, ne bir sürpriz, ne de kafa yormaya değer, oyuncaklı bir bilmecesi var.

- Ne diyorsun ağabey bu iktisadi çıkmaza?

- Gayet normal diyorum. Koşullar gitgide daha da ağırlaşacaktır.

- Nasıl ağırlaşacak?

- Önümüzdeki yıl yumurta beş liranın üstüne çıkacak örneğin.

On yıl önce bir sorgu sırasında, bir savcıya söylediğim sözün iki kez daha büyütülmüşü bu...

Savcıya:

- Benim yazılarıma kızıyorsunuz ama demiştim, yumurta iki buçuk liraya çıktığı zaman, çoluğunuza çocuğunuza bir kahvaltı masası bile hazırlayamayacaksınız.

Sonra o savcı emekli oldu. İki yıl önce bir sabah yürüyüşünde karşılaştım kendisiyle, iki elimi birden tuttu:

- Ne kadar haklıymışsın, ne kadar haklıymışsın, deyip durdu. Oysa emekli olmadan önce yedi buçuk yıl hapsimi isteyenlerdendi.

- Haklı olup olmamak neyi çözdü ki, dedim, gülümseyerek devam ettim yürümeye.

Gözlüklü genç:

- Hiçbir çare yok mu sizce, diye soruyor.

Sorduğu soruların yanıtları kitaplarda yazılı ama, bir kez okumak hemen anlamaya yetmiyor. İkincisi de, konuşmak daha tatlı geliyor bizim insanlarımıza.

- Ağabey bütün suç yönetimde değil mi?

"Öyle" desem rahatlayacak belki ama, dilim varmıyor buna... 

- İki yüz yıldır neden yönetim bir türlü düzelmiyor ki..

- Bilinçsizlikten...

Aman bu düz ayak, klişe sözcüklerden.. Bilinçsizlik ama neyin bilinçsizliği?

- Neyin bilinçsizliği, diye soruyorum. Bilinçsizlik bir neden değil, bir sonuç. İnsan malzemesindeki kalite eksikliğinin sonucu...

Boş boş bakıyor yüzüme genç dostum. Besbelli ki ilk kez karşılaşıyor böyle bir mantıkla.

- Sizi şaşırtan nokta, halklaşma süreciyle birlikte, su üstüne vuran insan malzemesindeki kalite eksikliği, toplumsal birikimsizlik yani...

- Bunda yönetimin bir suçu yok mu?

- Yönetimin böyle oluşunda toplumun hiç suçu yok mu?

- Peki siz ne öneriyorsunuz, ne yapmalı?

İşte padişahçılıkla, aşiret beyliğinin alışkanlığından kalma bir soru. Birikimsiz toplumlardaki halklaşma süreçlerinde öneriler uzun süre etkisiz ve boşlukta kalırlar. Ta ki makineleşme, ortalığı hurdahaş ederek toplumun üretici yönüyle, üretici olmayan yönünü elemeye ve dayanılmaz depremlerle insanlarda yeni değer yargıları pekiştirmeye başlayıncaya kadar...

- Ben mi ne öneriyorum? Ne önermemi istiyorsun? Örneğin hangi fakülteye gidiyorsun sen?

- İktisat...

- Yeryüzü ölçüsünde bir iktisatçı olma tutkusu var mı içinde?

- Var ama, koşullar elvermiyor tabii...

- Elvermiyor elvermesine, ama senin gözün kesiyor mu böyle bir doruğa varmayı... Örneğin dilediğin bir toplumdaki bir fakülteye gitsen yepyeni bir tezle çıkabilir miydin dünyanın karşısına? 

Gözlüklü genç dürüst davranıyor:

- Çıkamazdım, diyor.

- Neden?

- Yetişme biçimi, bilgi yetersizliği, çaba eksikliği...

Araba sürmesini kıvıramamak, helaları kullanamamak, bin altı yüz yıllık başkent olan İstanbul'u, kargaşa bataklığına çevirmek, denizde balık, karada orman bırakmamak, otuz altı padişahtan onunun adını sayamamak, yüzlerce ozandan elli dize bilememek, geçmişle gelecek arasında hiçbir köprü kuramamak, düşün dünyasına yabancılık, matematikten kopukluk, beyinsel donatımsızlık, hangi öneriyle bir anda düzelebilir ki? Hiç değilse bir kadro birikimi olsa, kalkınma alternatifleri üstünde daha renkli bir forum açılabilirdi. Böyle bir forumun oluşması çok zorlandığı halde orada da kadro eksikliklerinin boşluğu çıktı ortaya. Artık toplum kendi dinamizmasının depremlerini yaşamakla yüz yüze geldi. Bunların hepsini yaşayacak. Gözlüklü genç ise bunun birkaç öneriyle kestirmeden olmasını istiyor. Nerdeee o yoğurdun bolluğu?

- Yani siz umutsuzsunuz.

- Hiç de değilim.

- Öyle görünmüyorsunuz.

- Türkiye'nin gerçek yüzü çıkıyor ortaya. Bu zaten kaçınılmazdı. Bütün bu çapaçulluklar yavaş yavaş arınacaktır...

- Ne kadar zamanda?

- İki kuşak boyu, aşağı yukarı yüz yıl içinde... O süreçte toplum kargaşadan uyum dönemine geçecek... Tabii epey fire vererek. Verdiği fire eskiden görünmüyordu, şimdi görünüyor. O nedenle de Türkiye bazılarına batıyormuş gibi geliyor. Battığı falan yok, çağdaşlık karşısında ırgalanıyor sadece.

- Yani bizler yandık desenize.

- Zorlanacaksınız biraz... Donatımsızlar çatırdayacak okkanın altına gidecek. Sonra donatımsızları da yetiştirmenin yolları aranacak, otuz kırk yıl içinde...

Genç dostum pek hoşnut kalmadı otuz kırk yıl sözünden. Ona çok uzun göründü bu. Oysa o kadar hızlı geliyor ki eylüller, o da bunu yine böyle bir eylül ikindisinde anlayacaktır elbet...

(ÇETİN ALTAN - Gölgelerin Gölgesi, 1981)



İlahi ÇETİN ALTAN, sanki bugünleri yazmışsın!





Merhaba!

14 Ocak 2024 Pazar

DUVARI AŞMAK

 


Sana önce bu Kervansaray'da toplananlardan söz etmeliyim. Ama en başından söyleyeyim. Sen neysen buradakiler de o işte. Daha açık söylersem, yoksullar toplanmıştır burada çoğunlukla. Topraksız köylüler. Aybaşını getiremeyen küçük memurlar. İşçiler. Yolunu şaşırmışlar. Neyle karşılaşırsa karşılaşsın yolunu şaşırmayanlar. Hayat yorgunları. Sarhoşlar. Aramızda Vasya'lar da var, Sergeyler de, Madolar ve Sonyalar... Parasız yatılı öğrenciler. İncinmiş genç kızlar. Çok âşık adamlar. Yaralı kadınlar. Yazarlar, çizerler, ressamlar, oyuncular, müzisyenler... Bak, şurada çocukları kayıp anneler oturuyor. Onlar da anlattı burada hikâyelerini. Çocukları öldürülmüş tüm anneler. Anneleri, babaları öldürülmüş tüm çocuklar. Koca bir halk burada. Yalnızca borsa yok. Döviz yok. Altın yok. Fırtınadan kaçırılacak malımız yok. Yazıklanacağımız paramız da. En değerli korunağımız Kervansarayımız. Çünkü burada toplanıp dışarıdan gelecek saldırılara karşı kendimizi koruyabiliyoruz. Dünya açgözlüler yüzünden hâlâ tehlikelerle dolu. Tüm kapıların açıldığı, bütün duvarların yıkıldığı bir dünyada özgür yaşayacağımız günler gelecek elbette. Ama o zamana kadar biz bu Kervansaray'ı korumak zorundayız.

(FERDA İZBUDAK AKINCI / Kapıdaki Kadın - Delidolu/Tudem Yay.)


***


Duvar, geniş çağrışımlara açılan bir sözcük; en kısadan ifade ile "duvar", hem koruyan hem sınırlayan hem de aşılacak olandır. Tarih bize göstermiştir ki korunan iktidar, sınırlandırılan tebâ'dır. Duvarın aşılması eylemi ise bütün bir devrimci tarihin kendisidir.
(...)
Kadim kültürlerde günün ilk ışığının, duvarın önünde doğuya dönülerek beklenmesi, her gün ve her gün yaşamın yeniden doğması ve umudun da her gün yeniden boy vermesi... Ve duvar, önünde bekleyenlere karşı belleği ve umudu ortaya çıkartarak, onları, kendisini aşmaları için kışkırtıyor. İyi de duvarı aşmak kolay mı? Bilgi, kararlılık, emek ve direnç istiyor.

(İSMAİL MERT BAŞAT - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

9 Ocak 2024 Salı

CEMAL SÜREYA & SÜREYYA BERFE

 

   "Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."
  Cemal Süreya'yı Cemal Süreya yapan dizeler. Bugüne kadar aşka, sevdaya dair ne kadar şiir yazıldıysa, bu altı kelimede hepsinden biraz vardır. O kadar çok benimsemiştir ki şiir severler bu dizeleri, herkes kendince bir şeyler karalamaya çalışmaktadır artık sonu 'Keşke yalnız bunun için sevseydim seni' ile biten, ki bu zaman zaman asıl Cemal Süreya satırları hangileri idi diye kafaları karıştırmaktadır. 
   Bu dizeler ilk defa, birinci baskısı Dönem Yayıncılık tarafından 1 Nisan 1988'de yapılan Güz Bitiği isimli şiir kitabında karşımıza çıkmıştır. Şairin bu kitabında 1 düzyazı, 16 dize, 11 beyit ve her birinin sonu bu dizeyle biten 20 şiir bulunmaktadır. 
  Burada bahsi geçen 20 şiirin başlıkları sırasıyla: İki Kalp, Eşdeğeriyle Yan, Atı'lar Deltalara, Çekirge Bulutu, Sülünün Yüzü, İlkokulu Bitirdiği, Bilgisayar Olarak, Afyon Garındaki, Daha Ben, İçtim O, Bir Mineli, Metinlerde Buluştuk, Küçük Anne, 18 Aralık, Hiçbir Semtte, Mutsuzluk Gülümseyerek, Bir Kış, Piri Reis, Bir Çiçek ve Gece Bitkilerinden'dir. Şiirlerin son iki dizeleriyse yine sırasıyla şöyledir:

"Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Seni o kadar yakından görünce,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Hızla geçen otobüslerin ardında benzeşmek...
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Senaryocu bayanla bir bankta oturuyoruz
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"İyi anlarında sesin kalınlaşıyor.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Baktım yeri toparlıyor ayak izleri
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Eşiklere oturmuş bir dolu insan
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

" Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?..
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Ortaoyunumuzun dekoru bir kâğıt mendil
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"İkinci bir parıltı var senin bakışlarında
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Kehanet adlı kısacık bir şiir buldum
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Yürüyoruz bütünlemeye kalmış bir sessizlikte
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"İki çay söylemiştik orda, biri açık
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Bir şey var, ancak makilerin orda söyleyebilirim,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."


   (bizboyleyiz.wordpress.com)





   Kitapta dikkat çeken kimi ara metinler, göndermeler de var. O göndermelerden biri de Cemal Süreya'nın Güz Bitiği kitabına ve "Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni" şiirine. 
  Bu şiirin doğuşunun öyküsünü soruyorum kendisine, "Nereden başlayayım ki?" diyor. Süreya ile yaptıkları bir sohbette gırgır, şamata konuşup şakalaşırken konu Berfe'nin sevgilisine gelmiş. "O dönem sevgilimden ayrılmıştım. Cemal de konuyu dolaştırıp ona getiriyor. Başladı kızı methetmeye. O söylüyor, ben 'Yahu haklısın be keşke bunun için sevseydim' diyorum. O söylüyor, ben 'Yalnız bunun için sevseydim' diyorum. Bu hikâyeden doğdu o şiir." diyor tebessümle. Bu dizeden hareketle yazılmış, esin verenini dahi duygulandıran şiir.
   Bir derin ah çekiyor burada Berfe, "Cemal ile baş edilmez" diyor, "Ondaki zekâ, edebiyatımızdakilerde pek azdır." Giden dostun ardından bir an duraksayarak: "Ahhh Cemal ahhh... Kalk Cemal kalk, ortalığa bak!"

   (BERRİN KARADENİZ - Cumhuriyet Kitap)






Bugün Cemal Süreya'nın aramızdan ayrılışının yıl dönümü. 
Ne yazık ki Süreyya Berfe'yi de 34 yıl sonra aynı gün kaybettik.
Işıklar içinde uyusunlar.

7 Ocak 2024 Pazar

MASA DA MASAYMIŞ

 


 
Fotoğraf: GOETHE EVİ & MÜZESİ



Frankfurt'a gelen herkese "Goethe'nin evini gezdin mi?" diye sorulurmuş. Ahmet Haşim, kente geldiği ilk gün Goethe'nin evine koşar: 

"Evin içi talebe yaşındaki çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden müteşekkil gayet temiz ve heyecanlı büyük bir kalabalıkla" doludur. Goethe'nin çalışma odasına vardıklarında rehber, "Üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de 'Goethe, Faust'u bu masa üzerinde yazdı!'" deyince "kalabalığın son hadde varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden" taşar. 

 (GÜLTEKİN EMRE - Cumhuriyet Kitap)


***



CHARLES DICKENS


Dickens'ın yatak odasındayım. İki yıl bu evde yaşamış, bu odada yatmış kalkmış, düş kurmuş. Önemli romanlarını bu evde yazmış. 

Oda oda geziyorum. Ondan sonra başkaları oturmuş bu evde. Sonra, çok çok sonra müze yapmışlar. 1920'de Charles Dickens Dostları Derneği evi satın almış, bir düzene sokmuş, yazarın anısını yaşatan bir müze haline getirmiş. El yazıları, mektupları, resimleri, kitapları. Bütün yazdıkları, dünya dillerindeki bütün çevirileri. -Bütün dedim ama Türkçedeki çeviriler yok ne yazık ki!- Dickens için yazılan kitaplar. 

(...) Vitrinlerin içindeki resimler, mektuplar, içinde yaşadığım andan koparıp uzaklara götürüyor beni. İşte küçücük masası. O masaya dayanır, kitabını üstüne kor, romanlarından parçalar okurmuş. Para vererek gelirlermiş bu toplantılara. Amerika'yı, İngiltere'yi gezmiş böyle. Çok para getirmiş ona bu iş. Ama bu küçük masasını istermiş. Amerika'ya giderken yanında götürmüş. İşte bir gazete kupüründe bir resim. Romanını okuyor dinleyicilerine. Gene bu küçük masa. Dili olsa anlatsa, anılarını yazsa neler demez bu masa bize...

(OKTAY AKBAL - Yazmak Yaşamak / Kitaş Yayınları)  


***


Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu

(...)

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

(EDİP CANSEVER)






Merhaba!


1 Ocak 2024 Pazartesi

HAYDİ GÜLÜMSE

 

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar

Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.



EDİP CANSEVER
(Fotoğraf: ARA GÜLER)


Vapur bu, biraz çakırkeyif isen, kaçar da kaçırırsın da! Hele Can Yücel isen! Ne yapacaksın, e arkadaşın var, o da şair, iyi de yemek pişirir. Gidersin evine gece yatısına, çalarsın kapısını. Onun adı Edip Cansever. O sıralar Yerçekimli Karanfil kitabını yazıyor. E, sen Can Yücel'sin ya, rahat durmazsın, Edip'in notlarını karıştırır, kitabın taslağını bulur, çizip durursun sayfaların üzerini, "Burası fazla, şurayı at! Bu mısra olmamış" falan diye. Yıl 1956 olmalı. Yapma derdim sana, o tarihte dünyada olsaydım!
Edip bu, has şair, hoşlanır mı senin, şiirinin orasını burasını ellemenden! Hem de hiç hoşlanmaz. Sepet havası çeker sana, arkadaşsan şiire de ortak değilsin ya... Küser üstelik. Gün gelir karşılaşırsın yine Edip ile Beyoğlu'nda. Yanında eşin Güler abla. Bak ona abla diyorum, hanım değil! Bütün şairlerin ablasıydı o da ondan. Masanıza çağırır dargın şairi, Edip sana kızgın, Güler ablaya "Gel, seninle öpüşelim, ama ben bu herifle konuşmuyorum. Herifin önüne içki koyuyoruz, tutup benim şiirlerimi tasfiye ediyor. Huysuz! Ben o herifin yanına oturmam," der. Buldun mu şimdi papazı!
E, Güler abla da az cin değil, "Sen Can'a kıyamazsın, seversin Can'ı" der. "Niye ya?" diye sorar Edip. "Çünkü senin soyadın Cansever" deyip kahkahayı basar Güler abla. Edip'i de güldürür, barıştırır sizi.
Ve sen, Can Yücel, bir Nâzım Hikmet ölünce sabaha kadar ağlarsın, bir de Edip ölünce...

(AKGÜN AKOVA)


***



HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR


Gazeteci, araştırmacı, yazardır ama hepsinden önce sıkı bir okurdur Ergun Hiçyılmaz... Uzun yıllar bir sahaf dükkânında ahbaplık etmiştir kitaplarla, orada ağırlamıştır dostlarını, sohbetler orada koyulmuştur. Yeni şanslar vermek istediği kitaplardan bir bölümünü, o sımsıcak ama dopdolu sahaf dükkânının girişine yerleştirmiştir. Gece de orada bırakır onları. "Çalmıyorlar mı?" diye sorar bir gün, çocuk yazınının uzun yollar emekçisi Yalvaç Ural.
Gülümser, Ergun Hiçyılmaz: "Çalsınlar diye bekliyorum!"
İki sevgili dostun bu sohbetini anımsayınca bakın ki nerelere vardı yolculuğum:
Yıllar süren / bitmek bilmeyen savaş koşullarında kimi kitapları, kocaman bir yığın olarak her gece dükkân kapısının önünde bırakan Iraklı kitapçıya da aynı soruyu yöneltir dostları:
"Çalmazlar mı?"
"Hırsızlar okumaz, okuyanlar da çalmaz!"
Bir ara, hatta sıklıkla okumayı aralayıp kendi kitaplığımda ne zamandır hatırlarını soramadığım, seslenemediğim kitaplara göz gezdirdim; kimilerinin tozunu aldım, karıştırdım kimilerini, yerlerini değiştirdiklerim de oldu.
Sonra gözüm gibi koruduğum, yazarından imzalı olanlar düştü aklıma; hemen kapağın ardında sessizce bekleyen, yazarın benim için yazdıkları...
Onların birçoğunu okudum yeniden. İmzaladığım kitaplarımdan kimilerini kitapçı rafında görmelerimi de anımsadım. Tam da o an Hüseyin Rahmi'nin inceliğini anımsadım. Necati Güngör'ün köşe yazılarından birinde okumuştum.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, zaman zaman arşınladığı kaldırımlardan birinde, kendi kitabının da satıldığını fark edince kitaba uzanır. Bir arkadaşına imzaladığı kitabıdır bu! Hemen satın alır. İç sayfasını yeniden imzalayarak arkadaşına gönderir.
Üstat, ne mi yazmıştır: "Size ikinci kez saygılarımı sunma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler..."

(Y. BEKİR YURDAKUL - Cumhuriyet Kitap)







MUTLU YILLAR!