ÇETİN ALTAN, 1981 yılında yazmış:
Gökte bulut kümeleri, ağaç yapraklarında bayağı üşütmeye başlayan Eylül rüzgârı... Yollarda da gitgide daha geç kuruyan yağmur ıslaklığı... Bu yıl da tatil bitiyor işte.
Karşımda gözlüklü bir genç:
- Türkiye'nin durumu ne olacak, diye soruyor.
Geçen yüzyılın başından beri bir türlü yanıtı verilemeyen soru, bütün katılığıyla yine dikilmiş duruyor önümüzde.
Genç:
- Siz bu gidişe ne diyorsunuz, diyor.
Gözlüklerimin camlarını silerek:
- Ne varmış ki gidişte, diyorum.
- Battı ağabey, battı...
- Ne battı yahu?
- Türkiye battı.
- Yok canım, niye batsın?
- Öyle deme ağabey gerçekten battı.
Türkiye'nin durumunu konuşmak, bu durumu yeni yeni görmeye başlayanlar için ateşli bir ilginçlik taşıyor, ama benim için o kadar bilinen bir şey ki... Ne yeni bir yönü, ne bir sürpriz, ne de kafa yormaya değer, oyuncaklı bir bilmecesi var.
- Ne diyorsun ağabey bu iktisadi çıkmaza?
- Gayet normal diyorum. Koşullar gitgide daha da ağırlaşacaktır.
- Nasıl ağırlaşacak?
- Önümüzdeki yıl yumurta beş liranın üstüne çıkacak örneğin.
On yıl önce bir sorgu sırasında, bir savcıya söylediğim sözün iki kez daha büyütülmüşü bu...
Savcıya:
- Benim yazılarıma kızıyorsunuz ama demiştim, yumurta iki buçuk liraya çıktığı zaman, çoluğunuza çocuğunuza bir kahvaltı masası bile hazırlayamayacaksınız.
Sonra o savcı emekli oldu. İki yıl önce bir sabah yürüyüşünde karşılaştım kendisiyle, iki elimi birden tuttu:
- Ne kadar haklıymışsın, ne kadar haklıymışsın, deyip durdu. Oysa emekli olmadan önce yedi buçuk yıl hapsimi isteyenlerdendi.
- Haklı olup olmamak neyi çözdü ki, dedim, gülümseyerek devam ettim yürümeye.
Gözlüklü genç:
- Hiçbir çare yok mu sizce, diye soruyor.
Sorduğu soruların yanıtları kitaplarda yazılı ama, bir kez okumak hemen anlamaya yetmiyor. İkincisi de, konuşmak daha tatlı geliyor bizim insanlarımıza.
- Ağabey bütün suç yönetimde değil mi?
"Öyle" desem rahatlayacak belki ama, dilim varmıyor buna...
- İki yüz yıldır neden yönetim bir türlü düzelmiyor ki..
- Bilinçsizlikten...
Aman bu düz ayak, klişe sözcüklerden.. Bilinçsizlik ama neyin bilinçsizliği?
- Neyin bilinçsizliği, diye soruyorum. Bilinçsizlik bir neden değil, bir sonuç. İnsan malzemesindeki kalite eksikliğinin sonucu...
Boş boş bakıyor yüzüme genç dostum. Besbelli ki ilk kez karşılaşıyor böyle bir mantıkla.
- Sizi şaşırtan nokta, halklaşma süreciyle birlikte, su üstüne vuran insan malzemesindeki kalite eksikliği, toplumsal birikimsizlik yani...
- Bunda yönetimin bir suçu yok mu?
- Yönetimin böyle oluşunda toplumun hiç suçu yok mu?
- Peki siz ne öneriyorsunuz, ne yapmalı?
İşte padişahçılıkla, aşiret beyliğinin alışkanlığından kalma bir soru. Birikimsiz toplumlardaki halklaşma süreçlerinde öneriler uzun süre etkisiz ve boşlukta kalırlar. Ta ki makineleşme, ortalığı hurdahaş ederek toplumun üretici yönüyle, üretici olmayan yönünü elemeye ve dayanılmaz depremlerle insanlarda yeni değer yargıları pekiştirmeye başlayıncaya kadar...
- Ben mi ne öneriyorum? Ne önermemi istiyorsun? Örneğin hangi fakülteye gidiyorsun sen?
- İktisat...
- Yeryüzü ölçüsünde bir iktisatçı olma tutkusu var mı içinde?
- Var ama, koşullar elvermiyor tabii...
- Elvermiyor elvermesine, ama senin gözün kesiyor mu böyle bir doruğa varmayı... Örneğin dilediğin bir toplumdaki bir fakülteye gitsen yepyeni bir tezle çıkabilir miydin dünyanın karşısına?
Gözlüklü genç dürüst davranıyor:
- Çıkamazdım, diyor.
- Neden?
- Yetişme biçimi, bilgi yetersizliği, çaba eksikliği...
Araba sürmesini kıvıramamak, helaları kullanamamak, bin altı yüz yıllık başkent olan İstanbul'u, kargaşa bataklığına çevirmek, denizde balık, karada orman bırakmamak, otuz altı padişahtan onunun adını sayamamak, yüzlerce ozandan elli dize bilememek, geçmişle gelecek arasında hiçbir köprü kuramamak, düşün dünyasına yabancılık, matematikten kopukluk, beyinsel donatımsızlık, hangi öneriyle bir anda düzelebilir ki? Hiç değilse bir kadro birikimi olsa, kalkınma alternatifleri üstünde daha renkli bir forum açılabilirdi. Böyle bir forumun oluşması çok zorlandığı halde orada da kadro eksikliklerinin boşluğu çıktı ortaya. Artık toplum kendi dinamizmasının depremlerini yaşamakla yüz yüze geldi. Bunların hepsini yaşayacak. Gözlüklü genç ise bunun birkaç öneriyle kestirmeden olmasını istiyor. Nerdeee o yoğurdun bolluğu?
- Yani siz umutsuzsunuz.
- Hiç de değilim.
- Öyle görünmüyorsunuz.
- Türkiye'nin gerçek yüzü çıkıyor ortaya. Bu zaten kaçınılmazdı. Bütün bu çapaçulluklar yavaş yavaş arınacaktır...
- Ne kadar zamanda?
- İki kuşak boyu, aşağı yukarı yüz yıl içinde... O süreçte toplum kargaşadan uyum dönemine geçecek... Tabii epey fire vererek. Verdiği fire eskiden görünmüyordu, şimdi görünüyor. O nedenle de Türkiye bazılarına batıyormuş gibi geliyor. Battığı falan yok, çağdaşlık karşısında ırgalanıyor sadece.
- Yani bizler yandık desenize.
- Zorlanacaksınız biraz... Donatımsızlar çatırdayacak okkanın altına gidecek. Sonra donatımsızları da yetiştirmenin yolları aranacak, otuz kırk yıl içinde...
Genç dostum pek hoşnut kalmadı otuz kırk yıl sözünden. Ona çok uzun göründü bu. Oysa o kadar hızlı geliyor ki eylüller, o da bunu yine böyle bir eylül ikindisinde anlayacaktır elbet...
(ÇETİN ALTAN - Gölgelerin Gölgesi, 1981)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder