28 Haziran 2020 Pazar

ŞİİRE DAİR - KAVAFİS




"Şiir öyle bir dildir ki, başka hiçbir dile çevrilemez. Hatta yazılmış göründüğü dile bile."


JEAN COCTEAU



***



   Yabancı bir dili bırakın, "Ben sana mecburum" dizesini başka kelimelerle Türkçe yazmaya kalktığınızda bile bütün büyüsünü yitirdiğini görürsünüz. Bu yüzden, şiirin başka bir dile çevrilemeyeceğine, sadece yeniden yazılabileceğine inanıyorum. Nâzım Hikmet, Lorca gibi devleri çevirirken çevirinin aslına eşdeğer olabileceğini düşünmek safdilliktir. Bunun gerçekleşmesi için -örneğin- benim Sophokles ya da Seferis ayarında bir şair olmam gerekirdi. Çeviriler erek dile orijinal dilin taşıdığı sihrin sadece küçük bir yüzdesini nakledebilirler. 
   Kavafis'in bir özgünlüğü var. Hayatının son yıllarına kadar yüzlerce kez elden geçirip düzelttiği dizelerinden bütün gereksiz ayrıntıları çıkararak, söylemek istediklerini en uygun kelimelerle en yalın şekilde ifade etmeyi başarmıştır. Çevirmen, kelimelerin doğru karşılıklarını bulduğunda, şiir ana hatlarıyla kendiliğinden çevrilmiş olur. Bu yüzden, çoğu üçüncü dillerden yapılan çevirileri bile estetik duygular uyandırır. Konularının özgünlüğü, yergisinin acımasızlığı, dilinin ayırt edilebilirliği, dizelerinin çok katmanlığı, felsefî derinliği ve görünürdeki aldatıcı yalınlığı şiirlerinin başka dillere çevrilmesini özendirmiştir. Günümüzde İngilizceye elliden fazla çevirisinin olması bu yüzdendir. Aynı şekilde, Cevat Çapan, Erdal Alova-Barış Pirhasan ve Özdemir İnce-Herkül Milas gibi değerli aydınlar onu Türkçeye çevirme ihtiyacını duydular. İstos Yayınları'ndan Yunancasıyla birlikte yayımlanan benim çevirimi de eklerseniz, ondan başka Türkçeye dört kez çevrilen başka bir çağdaş şair yoktur. (ARİ ÇOKONA - t24.com.tr)



    
KONSTANTİNOS KAVAFİS


    ARİ ÇOKONA  (Gerçek Sanat)
  Kavafis gibi ben de İstanbulluyum, atalarının yaşadığı Fener semtinde doğdum, ben de onun gibi İstanbullu olmamla gururlanıyorum. Şiirlerini yazdığı ve Yunanistan'da hor görülmesine, Yunancaya hâkim değil diye suçlanmasına neden olan İstanbul Rumcası benim anadilim. (Kavafis sağlığında Yunanistan'da çok dışlanmıştı. Dönemin şair-i azamı Palamas, eserini "Bunlar şiir mi şimdi?" sözleriyle küçümsemiş, o zamanlar yeni yetme bir aydın olan Seferis de onun için "Yunanca bilmeyen millî şairimiz" demişti.) Onu şair olarak çok sevdiğimden başka, birçok duygusunu paylaştığım bir insan olarak da kendime yakın buluyorum. Şiirlerini okurken aldığım keyfi başkalarıyla da paylaşmak istediğimden, İstanbulluluğunu vurgulayarak, onu diğer anadilim olan Türkçeye çevirmeye cüret ettim:


Diyorsun ki, "bir başka ülkeye,
bir başka denize gitmek istiyorum;
bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz.
Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam,
ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki. 
Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa?
Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam
Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma
bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede."

Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın,
bir başka deniz de bulamayacaksın.
Nereye gitsen bu kent senin ardından gelecek,
aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine,
ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede,
hep aynı evlerde ağaracak saçların.
Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da
dönüp bu kente geleceksin sonunda.
Yanılma sakın, bir başka gelecek umma,
ne seni bekleyen bir gemi var limanda
ne de beklediğin bir başka çıkar yol.
Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte,
Öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde.



   TURGAY FİŞEKÇİ (Cumhuriyet Kitap)
   Kavafis deyince unutulmaz bir anıyı da aktarmadan geçemeyeceğim: Kutay Onaylı adlı günümüzün genç bir şairi, Kavafis'in şiirlerini Cevat Çapan çevirisiyle okuyunca o kadar hayran olur ki bu şiirlere, "Çevirileri bu kadar güzelse, asılları kim bilir ne güzeldir..." diye düşünüp şiirlerin asıllarını okuyabilmek için Yunanca öğrenir. Şiirlerin asıllarını okuduğunda ise Türkçelerinin de asılları kadar güzel olduğunu görür:


'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir  yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.



***



   Şiirler başka bir dile çevrildiklerinde güzelliklerinden çok şey yitirseler de o eksik halleriyle bile soylu duygular iletmeyi başarırlar. Şiir dünyanın geleceğine daha iyimser gözle bakmamızı sağlar.


ARİ ÇOKONA
(Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!

21 Haziran 2020 Pazar

AŞKI BEN YARATTIM




UYARILAR

                                                                         1. 
İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince,
Bu aşk var ya bu aşk;

Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak.


                                                                         2.
Sevmeye başlayınca birini
Kendimi yıkıp yeniden kurarım
Çünkü bu yeni bir aşktır
Ve temeldeki yerini mutlaka alacaktır.

Yabancılar için inşaata girmek
Tehlikeli ve yasaktır.


METİN ALTIOK



***



   "Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir."


MARCEL PROUST
(Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde)



***



"Aşkım yok oldu diye kendi kendimi yok edecektim. Oysa o aşkı da yaratan bendim."


TAÇLI YAZICIOĞLU
(Hep Sondan Başlar)







Merhaba!

14 Haziran 2020 Pazar

BİR GARİP YAHYA KEMAL




RİNDLERİN AKŞAMI

Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasından güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.


YAHYA KEMAL BEYATLI


   1949 yılının Ankara'sına, Karpiç lokantasına gidelim, ev sahibi, daha doğrusu davet sahibi Yahya Kemal'dir. Misafirleri ise her zaman eleştirdiği ve pek anlaşamadığı "Garip" şairlerinin çıkardığı Yaprak dergisinin şairleri ve yazarlarıdır. Sofrada Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu ve Mahmut Dikerdem vardır. 


   Yahya Kemal'in bu davetteki amacı aruz vezniyle yazdığı şiirleri okuyup Yaprak dergisi şairlerini sarıp sarmalayarak yaprak dolması yapıp tek tek yemektir. Hemen bir şiirini okur. Bunun üzerine Oktay Rifat, "Yalancı Dolma" adlı şiirini okur ve sofrada eksik olan dolmayı da tamamlar:

Şu zeytinyağlı dolma
Yemek değil rezalet
Rezalet rezalet rezalet
HÜRRİYET MÜSAVAT ADALET

   Yahya Kemal, şiirin kendisi ile dalga geçilmek için yazıldığını sanarak bozulur, öksürmeye başlar ve sürekli öksürür. Bu öksürüklerin Yahya Kemal'in onlara masadan kalkıp gidin anlamına geldiğini misafirler anlarlar ve kalkarlar. Bu olayı sonradan duyan Metin Eloğlu, "Çilingir Sofrası" şiiri ile Oktay Rifat'ın ellerinden tutar:

Bu zıkkımın yanında,
Arnavut ciğeri ister, bir
Çiroz salatası ister, iki
Cacık ister, üç.

Adalet, müsavat, hürriyet demeye
Sadece yürek ister.


METİN ELOĞLU



***



SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

YAHYA KEMAL BEYATLI


   Ahmet Muhip Dranas 14 Kasım 1950'de Ankara Radyosu'ndan bir şairin ölüm haberini tüm yurda duyurur: ölen şairin adı Orhan Veli Kanık'tır. Şairin cenazesi 17 Kasım 1950'de, Beyazıt Camii'nden kaldırılır. Cenaze, yazar, sanatçı ve arkadaşlarından oluşan kalabalık tarafından Sirkeci'ye kadar taşınır, oradan bir otomobil ile Aşiyan Mezarlığı'na götürülerek defnedilir.Gelin cenazenin birkaç saat öncesine gidelim... Yahya Kemal 17 Kasım 1950 cuma günü öğle namazından bir saat önce tıraş olup giyinirken, yanına gelen Cahit Tanyol'a "İyi ki geldin Tanyol, Orhan'ın cenazesine gidelim" derken de gidip gitmeme konusunda kararsızdır. "Tanyol, bu cenazeye gitmemiz doğru olur mu? Bu gençlerin şiir anlayışı bizimkine muhalif, hatta onun da önemi yok, fakat bunlar çıkardıkları 'Yaprak' adlı gazetede birçok defalar aleyhimde bulundular. Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler, sömürürler ve bundan bir nevi sığınma manası çıkarabilirler. Belki de gazeteler 'Yahya Kemal de cenazede vardı' diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışı için reklam olabilir. Şiiri bizim anladığımız gibi düşünenlerin yolunu şaşırtabiliriz. Oysa biliyorsun, ben bunların şiirlerine inanamıyorum. Şiir ne nükte ne de zihin oyunudur. Şiirin tabiatı realitedir. Şiir mücerret kavramlardan kaçar. Descartes, Kant, Hegel zihni spekülasyonda hiçbir şairin yetişemeyeceği mertebeye ulaşmışlardır" der ve gitmez...

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız,
Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar!..

İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.

YAHYA KEMAL BEYATLI
(Deniz Türküsü)




Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...


ORHAN VELİ KANIK
(Hürriyete Doğru)


   Yahya Kemal, Orhan Veli'nin kendi şiir anlayışıyla çok farklı olan bir büyük şairin cenazesinde yaptıkları hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip değildir! 28 Aralık 1936 günü Orhan Veli, Beyazıt'ta yürürken dört hamalın Emin Efendi Lokantası'nın önüne üstü örtüsüz bir tabut bıraktıklarını görür. Tabutun etrafında iki elin parmakları kadar insan yoktur. Yaklaşır ve "Cenaze kimin?" diye sorar. "Mehmet Akif Ersoy'un..." yanıtını alınca telaşla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne koşar. Abdülkadir Karahan'ı görür, durumu anlatır. Hemen fakülteden ve üniversiteden yaklaşık dört yüz öğrenci Emin Efendi Lokantası'na koşarlar ve ilk iş lokantadan aldıkları bayrak ile tabutun üzerini örterler, sonra tabutu omuzlarına alıp Beyazıt Camii'ne getirirler. Cenazenin Mehmet Akif Ersoy'un cenazesi olduğu duyulunca kalabalık artar. Cenazeyi yüzlerce kişi yürüyerek Edirnekapı Mezarlığı'na kadar omuzlarında taşır. (FATİN HAZİNEDAR - Balkondan Düşen L)



DÜŞÜNCE

Ülfet belalı şey, fakat uzlet sıkıntılı,
Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?
İnsanlar anlaşıldı. Cihanın da sırrı yok,
Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok
En tatlı bir hayal için atmazdım ufkuma.
Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!
"Yalnız duyan yaşar" sözü, derler ki, doğrudur
"Yalnız duyan çeker" derim, en doğru söz budur.
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,
Bakiyse ruh eğer dilemezdim bekâsını.
Hulyası kalmayınca hayatın ne zevki var?
Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

YAHYA KEMAL BEYATLI









Merhaba!
  

7 Haziran 2020 Pazar

PLASTİK İNSAN







    Fransa'da Chauvet-Pont d'Arc Mağarası'nda yaklaşık 30 bin yıl önceden kalan bir insan eli izi. 30 bin yıl önceden "Buradaydım" diye bir iz bırakmış.

    Hâlâ buradayız.

   Hâlâ buradayız da neden buradayız? Sık sık aklıma takılan, bu dünyada işimiz ne sorusu bu salgın sırasında evlere kapanınca daha çok aklıma düşer oldu. Fiziki çevremizi oluşturan dünyaya ve bizden başka diğer canlılara baktığımda cevap daha da içinden çıkılmaz oluyor. Yağmur yağmazsa kuraklık oluyor. Arılar olmazsa yiyeceklerimizin bir kısmı, çiçeklerin çoğu olmuyor. Öyle ince bir denge ki kuş gribinden tavuklar ölünce her yeri hastalık yapıcı kene sarıyor. Şu sıra herkesin lanet okuduğu yarasalar bile ekosistemin önemli bir parçası. Geceleri çalışan birçok tohum toplayıcı, orman ve tarım ürünlerine zararlı parazit ve haşereleri yok eden bir bitki örtüsü koruyucusu.

   Peki biz, biz insanlar olmasak ne oluyor? Biz yok olursak dünyanın döngüsünde aksayan, eksik kalan bir durum var mı? Yoksa tam tersi mi? Üç aylık küresel kapanmada doğa kendini temizledi, hayvanlar rahat etti, atmosfer temizlendi ve daha iyiye doğru yoluna devam ediyor.

   İnsanlığın bir şekilde dünyadan yok olması durumunda, geleceğe yönelik yapılan projeksiyonlarda bir iki gün içinde elektrik şebekelerinin, pompa ile çalışan su, kanalizasyon gibi sistemlerin destek sistemleri de çökünce tamamen durması ile dünya sessizliğe bürünüyor. Fabrikalar duruyor, nükleer santraller belki sızıntı yapıp çevresini öldürüyor ya da çevresinde yeni mutasyonlara sebep oluyor. Fabrika atıklarından ve nükleer kirden etkilenmeyen doğal alanlar otlar, ağaçlar ve çalı örtüsü ile kaplanıyor. Haftalar içinde bile yavaş yavaş şehirler, asfalt yollar bitki ve diğer canlılar tarafından kolonize edilmeye başlıyor. Evde mama yemeye alışmış, kendimize benzettiğimiz ev hayvanları aç ve çaresiz doğada hayatta kalmaya çalışıyor. Geriye de orada burada çözünemeden kalmış paslanmış metaller, beton, plastik ve milyarlarca araba ve araba lastiği kalıyor.


  



   İnsanlar yok olunca, en baş düşmanından kurtulan sivrisinekler çok mutlu oluyor, türü tehlike altında olan canlılar tekrar çoğalmaya başlıyor. Atmosferdeki karbon, artan bitki örtüsü tarafından emilip temizleniyor, ısı ve deniz seviyesi düşüyor. Filler ve aslanlar bile Avrupa'ya kadar yayılma şansı buluyor. Nehirler, denizler, atmosfer daha temiz, doğal hayat canlı. Evet bizsiz dünya çok daha mutlu.

   O çok övündüğümüz, güvendiğimiz, bir tek bizde var dediğimiz aklımızla kurduğumuz sistem ise kendini sadece üç ay idame ettirebiliyor. Sağlımızı bile hiçe sayarak bu pamuk ipliğine bağlı düzeni sürdürmek için yakında evlerden çıkacağız. Çarklar yine dönmeye, yollar araçla dolmaya, atıklar, zehirli gazlar salınmaya başlayacak. Ormanları yıkıp oteller, nehirlere hidroelektrik santralleri kuracağız. Birleşmiş Milletler raporuna göre 20. yüzyılda üçte ikisini yok ettiğimiz dünya ormanları ve sulak arazilerinin kalan üçte birine musallat olacağız. 

   Sonra birileri bir film yapacak. O gözden kaçıp kurtulmuş ya da ekonomik değeri olmadığı için insan eli değmemiş ya da ısrarla korunmuş doğayı görüp hayran kalacağız. 






   Biz hâlâ buradayız ve aynı kafadayız. Okyanuslarda sekizinci kıta adı verilen büyük adacıklar halinde yüzen plastikler gittikçe çoğalacak. İnsanlar yok olsa bile bu adalar ancak uzun yıllar sonra çözünüp mikro partiküller olarak okyanus tabanına çökecek. Belki evrim sonucu bir gün plastik yiyen bakteriler oluşacak ama bu milyarlarca yıl sürecek.






    İnsan türü olarak ardımızda bıraktığımız en kalıcı iz sanırım bu plastikler ve araba lastikleri olacak. 


L. GÜLDEN TRESKE
(BirGün Gazetesi)







Merhaba!

1 Haziran 2020 Pazartesi

BU HASRET BİZİM




   Yıl 1988, Altay Dağları'ndaydım. Moğolistan, Sibirya ve Çin'in birbirine iyice yaklaştığı sınır bölgesinde... Önümde uzanan düzlükler, birbiri peşi sıra yükselen dağlar ve çevremdeki sonsuz boşluk, bana "dünyanın öbür ucundayım" duygusunu veriyordu.
   Türkolog arkadaşım Vera Feonova ve ben o zamanlar Sovyetler Birliği'ne bağlı, Gorno Altaysk özerk bölgesinde dolaşıyorduk. Gittiğimiz köy ve kasabaların kültür merkezlerinde Türkiye, Türk kültürü üzerine konuşmalar yapıyordum. "Şişman güvercinim" dediğim Vera, Türkçe Rusça çevirileri yapıyordu.
   Yine bir gün bir kasabadan ötekine giderken cipimiz yolda kaldı. Sürücümüz elinde boş bir benzin bidonuyla yollara düştü. Hava kararmak üzereydi. Bu uçsuz bucaksız düzlükte, yolda kalmış aracımızın başında yardım gelmesini bekliyorduk. Ne gelen vardı, ne giden... Görünürlerde de ne köy, ne kasaba... Kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında, yola benzemeyen bir yoldaydık... Güneş iyice alçalmıştı.
   Bir ara, uzakta bir karartı belirdi. Karartı yaklaştı, yaklaştı... Bu bir traktördü. Traktörün arkasındaki kasadan iki köylü kadın, altı çocuk, bohçalarıyla indiler. Traktör yoluna devam etti. Kadınlar, çocuklar ve bohçalar, yolun öteki yanına tam karşımıza yerleştiler. Karşılıklı bakışmaktansa yanlarına gittik. Vera onlarla Rusça konuşuyordu. İki saat sonra oradan geçeceğini umdukları otobüsü bekliyorlarmış. Birlikte beklemeye başladık...
   Vera, benim Türk olduğumu söyleyince, önce pek inanmadılar. "Madem Türk, hele bir Türkçe konuşsun" dediler. Benim Türkçemle, onların Türkçesi çok farklıydı. Vera'nın çevirileriyle anlaşıyorduk. Ama yine de kimi sözcüklerin aynı olduğunu bilecek kadar yörede kalmıştım.
   "Bir, iki, üç..." diye saymaya başladım. 
   "Yok bunu herkes bilir, başka şeyler söyle" dediler...
   Başka şeyler söyledim. Yine inanmadılar. Ne dediysem bir türlü ikna olmadılar. Bir ara aralarında tartışıp durdular. Sonunda Vera'ya "Sor bakalım bu Türke, Nâzım Hikmet'i bilir miymiş? Gerçekten Türkse, Türkiye'dense, bize Nâzım'dan bir şiir okusun" dediler.
   Ve işte 1988 yılının 9 Ekim Pazar günü, akşamın saat sekizinde, Sibirya'nın en güneyi, Moğolistan'ın en kuzeyinde, Altay Dağları'nın uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez bir vadisinde, iki köylü kadınına ve her yaştan altı çocuğa Türk olduğumu kanıtlamak için Nâzım'dan dizeler okurken buldum kendimi...
  Yüzlerinde gülümsemeyle dinlediler. Sonunda hepsi birden boynuma sarıldılar. Yeryüzü mucizelerle doluydu! Dünyanın öbür ucunda, bir dağ başında, Altaylı iki kadına ve çocuklarına Türk olduğumu kanıtlamak için Nâzım Hikmet'in şiirine sarılışımı hiç ama hiç unutmadım, unutmayacağım...
  Nâzım Hikmet'i hapse atanları, eserlerini yasaklayanları, vatandaşlıktan atanları dünya tanımıyor, tanıyanlar da lanetliyor. Ama o, 118 yaşında yaşamayı sürdürüyor ve sürdürecek.
   Kendisi zaten Piraye'ye mektubunda yazmıştı:
  "Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuşlar umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Halbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme." (ZEYNEP ORAL, Cumhuriyet Gazetesi - 16 Ocak 2020)  




***








    Nâzım Hikmet sorar:
    Başlayayım mı Üstad?
    Bedri Rahmi yanıtlar:
    Başla Reis!
   Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Bu kaydı çok iyi saklayın, aman ha!" diye vasiyet ettiği kayıttaki ses Nâzım Hikmet'e ait. 1960'ların teknolojisi bir makara bantta tam 50 yıl bekledikten sonra Nâzım ülkesine sesiyle de olsa dönüyor...
   Bedri Rahmi ve Nâzım Hikmet 1961 yılında Paris'te bir araya geliyorlar. Bedri Rahmi "Patırtı yapmayın" diyerek başlıyor "Yeşilden, mordan, pembeden" şiirine, sonra Nâzım'a bırakıyor mikrofonu:

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da.
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum. 

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
açlıktı, susuzluktu demiyorum
sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil
giderilmesi imkânsız bir şey
ne sevinç ne keder
şehirlerle, bulutlarla, türkülerle de ilgisiz
içimdeydi dışımdaydı.

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan
hasretten gayrı.


   Nâzım tam elli yedi şiirini teybe okur. Bedri Rahmi ülkeye dönerken yasaklı şair Nâzım Hikmet'in kayıtlarına el konulmaması için özel önlemler alır. Evini sık sık ziyaret eden polislere karşı "Mor" şiirini okuyarak kendi sesini Nâzım'a siper eden Bedri Rahmi, kayıtları oğlu Mehmet ve gelini Hughette Eyüboğlu'na bırakır. Kayıtta Nâzım'ın Vera'ya söylediği ve Eyüboğlu'nun vasiyeti haline gelen sözleri de yer alıyor: 
   "Sana tüm şiirlerimi banda kaydedeceğim. Yaşamımın tüm sesi seninle kalsın... Sonra Türkiye'ye de ver bu sesi. Bizim barışmamız ölümümden sonra olacak. Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım."



Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani... 







Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna'dan,
işitiyor musun?
Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan, 
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,
işitiyor musun?
Memet! Memet!






Merhaba!