25 Mayıs 2020 Pazartesi

GÜNDÜZ DÜŞLERİ




"Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun? dedi. Öleceğini bildiği halde yaşadığını unutmuştu."


GABRIEL GARCIA MARQUEZ



***



Aramak her sabah,
kırıntıları bulmaya çalışmak
bir gün daha yaşamayı sağlayacak.
Bilmek uyandığında
bu yasal çölde
hiçbir hakkın olmadığını.
Tecrübe etmek yıllar yılı
hiçbir şeyin iyiye gitmediğini
yalnız kötülediğini.
Ezikliğini duymak
neredeyse hiçbir şeyi değiştirememenin
ve sarılmak bu 'neredeyse'ye
hep başka bir çıkmaza götüren.
Dinlemek binlerce vaadi
senin ve sevdiklerinin yanından
dönmemecesine geçip giden.
Görmek bombalarla unufak edilmeye
direnenlerin sunduğu örneği.
Hissetmek katledilen yakınlarının ağırlığını,
bir ağırlık ki örter
masumiyeti sonsuza dek
öyle çok ki ölüler...


JOHN BERGER
(Kıymetini Bil Herşeyin - Çeviri: BERİL EYÜBOĞLU)



***



   Kapitalizm şişirilmiş bir Sodom'dur, büyük bir ahlaksızlıktır. Tanrı olsanız, yıkmamak için içinde bir gerekçe arasanız bulamazsınız.
   Kapitalizmin ruh hali bu, kazdığı kuyuya düşen herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalı, sürekli beslemeli hırslarını, kesintisiz tüketmeli. Halbuki yaşama olduğu gibi ölüme de hazır değil bu düzen. Ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali, yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebeb-i hikmeti. Kötü yaşadıysan iyi ölmen mümkün değildir yani.
   Ölülere ağlayanlar kendisine ağlamaktadır, denildiği gibi. Gidende değil sorun, geride kalanda çünkü. Çürümüş bir düzenin kokusu sindi üzerimize, silemiyoruz, oturup ağlıyoruz halimize. Oysa ölüm eşitler hepimizi; hayat karşısında dinlerden, inançlardan, duruşlardan, sınıflardan, cinsiyetlerden azat eder. Doğduğumuz gibi, çırılçıplak başka bir gerçeğimizle yüzleşmeye çağırır bizi. 
   Demek çürüyünce çok ölüyoruz. Öyleyse çürümüşlüğün ortasında yeni bir hayat yeşertme görevimiz var.

"öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese"

   Çürümüş olanı yeşertmek mümkün değildir. Yani yine yanacak Sodom, yıkılacak yıkılması kaçınılmaz olan. Öyleyse Edip Cansever'in vahyettiği gibi, hayata sımsıkı sarılarak karşılayacağız kaçınılmaz olanı. Bir gül daha ekeceğiz balkondaki saksıya. Ve uğurlayacağız ölülerimizi arkalarından ağlamadan. Hep birlikte yeni bir hayatı karşılayacağız sonra...
   Yalnızlığınızı süpürün öyleyse, sessizliğinizi yırtıp atın. Gözlerinizle, ellerinizle birleşin. Atın üzerinizdeki ölü toprağını. Açın bütün kapılarınızı, kimsesiz odalarınızı gül kokularına... Aslolan hayattır çünkü...


ORHAN GÖKDEMİR
(soL Haber)



***



   Şimdi bütün mesele çöken kapitalizmin üstümüze yıkılmasını önlemek, enkazın altında kalmamak için yapılması gerekenleri gözden geçirmektir. Gerçekten yıkıntının altında kalmak istemiyorsa insanlar, üretici olanlarla yani işçilerle buluşmanın yollarını aramaları gerekecek. Çünkü şimdi iş, bakmayın siz şu "her şey değişti işçi mişçi kalmadı, Marx'mı eskidi o çoktan" diyen sahtekârlara, şu uzun tarih boyunca hayatın temelinin hala üretim olduğunu anlatmak, uzatmaları oynayan, ayakları titreyen bencil Varyemez Amca'ya dersini vermek.
   Zor olacak biliyoruz, çünkü o ukala zengin ve "If I Were a Rich Man" diyen umutsuz şarkıcı, banknotların, tahvillerin, altın rezevrlerinin, petrol kuyularının silahlı bekçileriyle birlikte nefessiz kaldılar. Bu nedenle satın alınabilecek ağzı laf yapan, diploması ısmarlama tüm "entelektüelleri" göreve çağırdılar; "Marx tamam ama onun da zamanı geçti canım" diyen çarıklı profesörlere açık çek veriyorlar; "hadi çabuk zaman kalmadı, icat et yeni bir şey, Friedman gibi, hiç değilse 20-30 yıl bizi idare edecek bir şey bul, Nobel garanti, elini çabuk tut yalnız" diyorlar telaş içinde.
   Haklılar, kriz büyüdü, toplumsal bunalıma dönüştü, işte o her zaman korktukları ama bugüne kadar zincirlemeyi hep başardıkları insanlar tüm dünyada sokağa çıkmaya başladılar; bir başka alemin gezicileri bunlar; gazla, copla, plastik ya da gerçek mermiyle durdurulabilir mi acaba diye hayal kurduğunuz insanlar. Ya şu dans ederek gelen kadınlar. Ne tuhaf bu halk dedikleri kalabalık; asıyorsun, zindana tıkıyorsun, stadyuma dolduruyor, inatla şarkı söyleyen şarkıcılarının parmaklarını kırıyorsun yine de geliyorlar. Hiç tükenmez mi bunlar?
   Ukala bir yeni yetme, daha dünkü çocuk, "ne çabuk unuttun ihtiyar" diye sesleniyor sana, elinde kırmızı bir bayrak, yürüyor, dans ediyor, "bunamışsın sen" diyor, "ne çabuk unuttun, Promete'nin torunları değil mi bu gelenler!"


GÜRAY ÖZ
(BirGün Gazetesi)



***



   "Bulutlar dağılıyor! Güneş çıkıyor! Karanlıktan aydınlığa çıkıyoruz! Yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. İnsanların nefretten ve gaddarlıktan arındığı yepyeni bir dünyaya yaklaşıyoruz... İnsan ruhu kanatlandı ve uçmaya başladı artık. Gökkuşağına doğru uçuyor, umut ışığına doğru uçuyor. Başını kaldırıp bir bak... Bir bak!"


CHARLIE CHAPLIN
(Büyük Diktatör)



***



   Umudun filozofu Ernst Bloch'un Umut İlkesi adlı yapıtının önsözündeki anlatımıyla, korku ve yılgınlık, "umut etmeyi öğrenmek"le aşılabilir. Çünkü umut "başarısızlığa değil başarıya vurgundur." Umut etmek "korkmanın üzerindedir"; çünkü umut etmek etkendir ve hiçbir şey onu tutamaz. Umut etme duygusu, "özünden dışarı çıkar" ve insanı "daraltmak yerine genişletir."
   İnsan tarihi boyunca hep "daha iyi olanı, daha iyi bir yaşamı" arar ve bunların düşünü görür. İnsanların yaşamı, "gündüz düşleri" ile örülüdür ve bu düşlerin önemli bir bölümü, "heyecanlandırır; kötüyle yetinmeyi önler" ve bu heyecanlandırıcı gündüz düşlerinin özünde "umut", "umut etmek" vardır ve "umut etmek" öğrenilebilir. Umut içeren bu öz, aldatılamaz, kötüye kullanılamaz.


 ONUR BİLGE KULA
(Cumhuriyet Kitap)








Merhaba!


17 Mayıs 2020 Pazar

TOPRAĞI HAK ETMEK




Dost olsun da - çamurdan olsun - diyerek
Dostla bölüşmüştür son yudum suyunu - son ekmeğini dosta dilmiştir

Ama yalnızdır - oldum olasıya - Anadolu
Yalnızlıktan iflahı kesilmiştir

Rumeli yakasına postu seren İstanbul
İki adım ötesini dağbaşı bilmiştir

Koca Osmanlı bile - bu oyalı yazmaya
Alın terini değil - elinin kirini silmiştir

Dertlere derman olmuş ama - ortak çıkmış mutluluklara
Bir âşık veya eşkiya - hazret veya pir

Destanlar şahit - türkülerden belli
Dost kahrı - bu topraklarda - severek çekilmiştir

Şimdi göz gözü görmeyen kasaba kahvelerinde
Yarenlik başlamıştır ve dışarda kar - diş diştir

Geçmişe ve geleceğe inat - delikanlılar
Kötü - kırık iskambillere eğilmiştir

Azdırıp çoğaltmak istercesine - kimi - yalnızlığını
Keçi damından gecekonduya gelmiştir

Gelin mendilidir - işlenir - asker çorabıdır - örülür her gün
Cümle kederler - sevdalar - hasretler bir bir

Kurduna - kuşuna bu memleketin - insanına - derdine
Lâf olsun - edebiyat olsun diye değinilmiştir

Yeşertemezsek imeceyle - garip Anadolu'yu eğer
Bil ki - yalnız dostluktan değil - hürriyetten de vazgeçilmiştir

Doluyum - Anadolu gibi - Anadolu için
Yalnızlık - muhabbet - ve şiir


NÜZHET ERMAN



***




   "Bir lahit içinde ekili domates bir ailenin geçim kaynağı. Bu lahiti nasıl kurtaracaksınız? Domates sorununu kolay çözemiyorsunuz tabii; çünkü bir gerçekle karşı karşıyasınız. Bunun doğurduğu problemi çözmek için ülkenin sosyal problemlerini bilmek gerekir. Bu nedenle Anadolu'da yaşamak, belki daha önemlisi Anadolu'yu sevmek gerekir."

  
HALET ÇAMBEL
(Fotoğraf: GÖKHAN TAN)



***



   "Ebediyetin cennetine erişebilmek için geçilecek kıldan ince köprüde bize bir tek şey yardım edebilir, inanmak... Toprağına inanmak, insanına inanmak, yalancılık yapmamak, çünkü bu defa ki dava büyüktür. Madem ki sanat adamı, üstünde yaşadığı toprağın hasretini ve o toprağın üstünde yaşayanların acılarını, zevklerini, iştiyaklarını duymak ve duyurmak istiyor, öyle ise kendisini, o toprağın hamurunda yeniden yaratması, o insanlarla bir kazanda kaynaması lazımdır. Ve sanat adamı o hale gelecektir ki, artık 'onlar ve ben' değil 'biz' mevcut olacaktır. Böyle olmadan, onlar namına konuşmaya ne hakkımız olabilir? İşte bu yol ki hiç yalan kabul etmez, riyadan kaçar ve kendine ihanet edenleri mahkûm eder. Öyle ise sanat adamına: arşiv depolarındaki malzemeyi ele almadan önce, yaşadığı toprağın havasında yıkanmak ve o toprağın üstünde nefes almaya hak kazanmaktan başka yol yoktur."


AHMET ADNAN SAYGUN
(Ulus Gazetesi - 27 Haziran 1943)



***



   Her sanatçı biricik ürünler ortaya koymayı amaçlar. Bu nedenle de estetik bir dili, kurguyu, içeriği yeniden yeniden üretir. Bu konuda ayağı yere basan sanatçının en temel dayanağı içinde yaşadığı toplumun söz birikimi, geleneğidir. Ben de Anadolu insanının binlerce yıllık söz değerlerine, söylemine, dilindeki kıvraklığa bakarak kendi dilimi oluşturmaya çalışıyorum. 


HİDAYET KARAKUŞ
(Söyleşi: GAMZE AKDEMİR - Cumhuriyet Kitap)



***





(HORON)



Ressamım, yurdumun taşından sürüp gelir nakışlarım.
Taşıma toprağıma göz koyanın alnını karışlarım.



BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU






Merhaba!

10 Mayıs 2020 Pazar

BÜYÜKLERE(!) YALAN GİBİ BİR HİKÂYE




Çocuğa kim demiş küçük bir şey
Bir çocuk belki en büyük şey

(ABDÜLHAK HAMİT TARHAN)



***






   Gyeongsu Kang tarafından yazılıp çizilmiş kitabın İngilizce adı "The Stories Shouldn't Be True." Yani "Bu Hikâyeler Gerçek Olamaz." Korece adından doğrudan çevirirsek "Yalan Gibi Bir Hikâye."  
   "Yalan Gibi Bir Hikâye" dünyanın farklı yerlerinden çocukların öykülerini anlatıyor. Gayet kısa ve vurucu bir biçimde. Öykü, odasındaki oyuncaklardan, boyalarından anladığımız kadarıyla iyi koşullarda yetişen, mutlu görünen Koreli bir çocuğun sözleriyle açılıyor: "Merhaba, benim adım Sol. Resim çizmeyi seven haylaz bir çocuğum. Hayalim bir sanatçı olmak." Hemen ardındaki sayfada üstü başı kömüre bulanmış, elindeki çekiciyle başka bir çocuğu görüyoruz: "Merhaba, benim adım Hasan." Hasan Kırgızistan'daki bir madende elli kilonun üzerinde kömür taşıyor sırtında. "Aç kardeşinizi düşününce, buna katlanabiliyorsunuz," diyor. Ardından Hindistanlı Panee geliyor. Bir halı fabrikasında günde on dört saat çalışan ve ailesinin borçlarını ödemek isteyen çocuk. Sonraki sayfada yarı çıplak vücudundaki kemikleri sayılan Ugandalı bir çocuk, Giyambu, var. Giyambu'yu bir sonraki sayfada viran bir mezarlığın kıyısında çömelmiş, belki içinde bulunduğumuz şu günlerde bize bir nebze daha "gerçek" gelebilecek, şeyler derken görüyoruz: "Pahalı ilaçlara, sağlık birimlerine ulaşmak zor olduğu için Uganda'da her yıl 110 bin çocuk sıtmadan ölüyor." Giyambu da sıtma... Ardından sokakta köpeğiyle yalnız başına yaşayan Romanyalı Elena geliyor. Sonra yıkılmış binaların arasında oturmuş, anne ve babasını bekleyen Haitili çocuk Renee. Haiti'deki büyük depremde pek çok çocuğun ailesini kaybettiğini de öğreniyoruz böylece... Bir sonraki sayfa, en sert gerçeklerden birini çarpıyor yüzümüze: Çocuk askerler. O çocuklardan biri olan Kalami'nin sekiz yaşındayken Kongo'daki savaşa katıldığını, aradan üç yıl geçtiğini, kalp hastası olduğunu öğreniyoruz. Acaba Kalami normale dönebilecek mi, iyileşecek mi?
   Tüm bunların ardından elinde fırçası, yüzünde şaşkın bir ifadeyle Koreli çocuk Sol'ü görüyoruz tekrar ve bize soruyor: "Yalan mı söylüyorsun?" Son sayfada kitapta bahsi geçen bütün çocuklar bir arada ve adı anılmayan yüzlercesi daha... "Hayır, bu bizim tıpkı bir yalana benzeyen gerçek hayatımız."
   Yazarın, kitabın sonundaki notu, yukarıda bir paragrafla geçiştirmeye çalıştığım konuyu da biraz daha açıklayıcı kılıyor:
   "Dünyanın global bir köy olduğunu söylüyoruz. Hızlı trenler, uçaklar, dünyanın bir yanından öbür yanına bizi hızlıca ulaştıran teknolojik gelişmeler... Ama birkaç yıl önce bir belgeselde gördüğüm dünya çok çaresizdi. O dünyada doğal afetler, yoksulluk, açlık ve savaş vardı. Ama daha acısı bunların hepsinin ortasında kalan çocuklardı. Söz ettiğim şeyleri haberlerde sıkça duyuyoruz ve bunlar bize uzak bir dünyaya aitmiş gibi geliyor. Zihnimiz ve kalbimiz dünyanın geri kalanına açık değil. 
   Bu kitabın hikâyesi aklıma birkaç yıl evvel, bir belgesel izlerken geldi. Bu hikâyeyi yazmadan önce dünyanın geri kalanındaki hikâyeleri pek umursamazdım. Hepsinin çok uzaklarda gerçekleşen şeyler olduğunu, âdeta yalan olduklarını düşünürdüm. Oysa gerçek tam anlamıyla yalan gibi. Ama var ve kalbimi kıran inanılmaz şeyler olmaya devam ediyor. Ben de bu kitapta bunu anlattım. 
  Bir kitapla her şeyi değiştiremeyiz belki ama gerçekleri yansıtan küçük değişimler bizi ilgilendirir. Herkesin mutlu mesut yaşadığı global bir köy olamaz mıyız yeniden? Onlarca yıl sonra bu kitaba bakıp 'Hiç böyle şey duydun mu? Yalan olmalı.' deriz belki. O günü dört gözle bekliyorum."

     
BURCU YILMAZ
(Cumhuriyet Kitap)



***



   "Büyükler çoğu zaman çocukları dinlemiyor, onlarla konuşmuyor, her şeyden önce de onların söylediklerine inanmıyorlar. Ne yazık, çünkü kendilerinin çocuk olduğu zamanları bir hatırlasalar, evet onların küçük ama bazı anlarda da sadece boy olarak küçük olduklarının farkına varacaklar!"

LUIGI BALLERINI
(Doğaya Fısıldayan Çocuklar)







Merhaba!

6 Mayıs 2020 Çarşamba

DENİZLER







Görsel: ADNAN DURMAZ



   Bu ülkenin yoksul halkları, ezilenleri, emekçileri öyle sevmiştir ki denizyusufhüseyin'i onların isimlerinden nice efsane üretmiş, adlarına nice bilgelik yansıtmıştır.
   Hüseyin'le beş dakika konuşan İnan'ırdı söylediklerine, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın olabilirliğine; Yusuf bir Aslan'dı, yeleli, yakışıklı, korkusuz; Deniz yedi denizleri gezmiş, ondan sonra gelmişti Anadolu dağlarına.
  Onlarla ilgili en içime oturmuş anım, idam edildikleri gün önünden geçerken Özlen apartmanının, kapıcısının merdivene oturmuş karısına fısıldayışıydı: "Denizleri asmışlar."
    Onların bir adı da Denizler'di ya!..
    Umut burada işte. Deniz'in çoğalabilir, çoğullaşabilir bir şey olmasında. (AHMET TULGAR - Cumhuriyet Gazetesi)



***



    (SERPİL GÜVENÇ - soL Haber) 
   1973 yılında Kuzguncuk'ta bir meyhanede birlikte olan Onat Kutlar, Süreyya Berfe ve Ersin Salman, Denizler için birer şiir yazmaya karar veriyorlar. Şiirleri önce birbirlerine okuyacaklar ve daha sonra da yayınlayacaklar. Salman ilk şiiri yazma onurunun Süreyya Berfe'ye ait olduğunu ve "Üç Kardeş" isimli şiiri yazıp yayınladığını, kendisinin ve Kutlar'ın ise sözlerini yerine getiremediklerini söylüyor. 


Eski bozkırda çınsabah
Kırıldı zeytin dalı.
Üç parça güneş
Dünya üç tane.
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olanı
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum


Duymaz halk avcıları
Sesini kanlı günlerin.
Üç boyutlu ufuk
Memleket üç hane.

Uzadı harın acım
Yankısı dağlarda.
Yırtıldı üç ak bulut
Büyüdüm üç kere.

Dolduysa da yüreğim
Gönlüm göçmedi.
Ağaçta üç fışkın
Dal üç tane.


SÜREYYA BERFE



   Ne var ki, 2010 yılında dostum Mete Akalın'ın Cumhuriyet gazetesinde anlattığı öykü Salman'ın bilgisi olmadığı bir gerçeği, Onat Kutlar'ın da Denizler için bir şiir yazdığını ortaya koyuyor.
  Mete, arkadaşı Onat'ın yazdığı şiiri çalıştığı şantiyeye getirdiğini ve kendisinden şiiri kopyalayıp saklamasını istediğini aktarıyor. Yıllar sonra hazırladığı bir şiir kitabına koymak için aradığı şiiri bulamayan Onat Kutlar, Mete'den ister kopyayı ama o da bulamaz. Şiir artık "kayıp" tır! Çok değerli bir aydınımız olan Onat Kutlar'ın bombalı bir saldırıda yaşamını yitirmesinin üzerinden on beş yıl geçtikten sonra, günlerden bir gün, Akalın evinde kuytu bir köşede, bir kitabın içine sığınmış olan şiiri bulur:


Ölüleri öylesine gömdüler
İyi ki mayıs ve sabah erken
Keten çiçekleri getirmiş rüzgâr
Başka da kimseler yoktu
Şimdi bazen mayıs mı unutuyorum
İlmeği arkadan vuranın
Kolu bir tane değil ki
Hepsini gördüm hepsini
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olanı
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum

Üzülme baba neredeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgârı biliriz
Rüzgâra parmaklık konur mu?
Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne biri aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü, toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?
Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?
Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?
Hatırlar mısın baba, ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sıvas'ın
Söğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuuu okuuu... dermiş ağzında can dili
Deniz geçen Yusuf 'un sayfalarını
Hüseyin'in Battal Gazi'nin sayfalarını
Her birine Simav'dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?

Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söyledi
Darağacında can veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar


ONAT KUTLAR



***



    (OĞUZ DEMİRALP - Cumhuriyet Kitap)
   O dönemde iktidarın acımasızca ortadan kaldırdığı gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş'in darağacına gitmeden önce yazdığı bir şiir ortaya çıktı yıllar sonra:

Yenilmişsem
Elim kolum bağlı
Boynumda yağlı ip
Gelip dayanmışsam
Darağacına
Dudaklarımda yarın
Gözlerim yarınlarda
Unutmak mı gerek seni?
Kapılar kapalı
Tutulmuşsa gece
Kapkara yollar
Sıcacık bir sevgi
Sunmayacak mıyım insanlara?
Bakmayacak mıyım yarınlara?
Seslenmeyecek miyim insanlara?

   Bu dizelerdeki insana olan sevgi ve inanç yoğunluğunu görünce şaşırıyoruz bugün. O sıcacık sevgiyi hâlâ kimse sunamadı topluma. Tersine, sevgisiz, hoyrat, bölünmüş bir topluma dönüştük. 
   Gene de, 1968'leri düşündükçe yitirmek istemiyoruz, yineliyoruz inancımızı: Bir Gün Mutlaka.






Merhaba!
  








   

2 Mayıs 2020 Cumartesi

SONSUZA DEK





Masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır
Daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden

Durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının
Ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden

Ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan
Kocaman bir yürek kalır şili'nin allende'sinden

ATTİLÂ İLHAN






SALVADOR ALLENDE

   Salvador Allende, iktidara geldiği gibi, yönetimi emekçi kitlelerden yana programlara yönlendirmiş; ABD'nin sahip olduğu bakır madenlerini kamulaştırma, tarım reformu, çocuklara süt dağıtma programı, asgari ücretin yükseltilmesi gibi adımlar atmıştı. 
   Faşist darbe, tüm bu politikaları tersine çevirdi. Darbenin hemen ardından solculara yönelik operasyonlar başlatıldı, ölüm karavanları, Allende yanlısı mahalleleri dolaşarak sosyalistleri infaz etti. Binlerce kişi toplama kamplarına gönderildi, işkence tezgâhlarından geçti, kaybedildi. Ülke sessizliğe gömülmüştü...
   Büyük Şair Pablo Neruda, darbeden yalnızca 12 gün sonra hayatını kaybetti. 25 Eylül'de kaldırılan cenazesinde en çok hissedilenlerden biri bu büyük sessizlikti. Salvador Allende'nin kuzeninin kızı (Aynı zamanda Salvador Allende'nin vaftiz kızı - karvenar) Yazar Isabel Allende'de oradaydı. Yıllar sonra katıldığı bir söyleşide o günü anlatacaktı:
   "Cenazeye çok az kişi katılabildi. Onun partisinden kişiler (Komünist Parti), solcular, arkadaşları ya tutuklanmıştı ya da bir yerde saklanıyorlardı. İsveç Büyükelçisi oradaydı... Uzun siyah bir pardösünün içinde çok uzun bir adam... Ellerinde otomatik silahlarıyla askerler, mezarlığa kadar giden yol boyunca dizilmişlerdi. Büyükelçi'nin pardösüsüne tutunup arkasında durdum, kimse onu vurmaz diye düşündüm...
   Başlangıçta cenaze korteji sessizdi. Sonra bir noktada, çevredeki bir inşaattan, işçilerin haykırışı duyuldu: Yoldaş Pablo Neruda! Herkes karşılık verdi; Burada!
   Sonra başka biri bağırdı; Yoldaş Salvador Allende! Burada!" (ÖMÜR ŞAHİN KEYİF-BirGün Gazetesi) 












Merhaba!