26 Mart 2024 Salı

FİGARO'NUN DÜĞÜNÜ

 



12 Ekim 1781. Versailles sarayında küçük bir salonda Kraliçe Marie-Antoinette'in baş hizmetkârı Madame Campan, Kral XVI. Louis ve Kraliçe'ye henüz yayınlanmamış ve sahneye konulmamış Çılgın Gün veya Figaro'nun Düğünü başlıklı bir tiyatro oyununun metnini okuyordu.
Beaumarchais (Pierre-Augustin Caron De Beaumarchais) dünya çapında bir üne erişmesini sağlayacak bu oyunu 1778'de yazmış ancak içeriğinin sakıncalı bulunması nedeniyle 5 yıl boyunca hiçbir tiyatroda oynatamamıştı. Sonunda sansür komitesinin onayını almayı başarsa da XVI. Louis bu karara karşı çıkmış, oyun hakkında son kararı bizzat vermek istemişti. Madame Campan oyunun tümünü okuyup bitirdikten sonra yerinden fırlayan kral hiddetle haykırır: "Nefret edilesi bir oyun bu! Asla sahnelenmeyecek!"
Ve birkaç yıl sonra kendisine karşı yapılacak Devrim'i bilinçsizce öngörmüş gibi ekler: "Oynanmasının tehlikeli bir tutarsızlık olmaması için, Bastille Hapishanesi'nin yıkılması lazım!"
Beaumarchais oyunun sahnelenmesi için uzun bir süre beklemek zorunda kalacaktı. Ancak 3 yıl önce büyük ilgiyle karşılanan Sevil Berberi'nden sonra Beaumarchais bu oyunun devamını yazmak istediğini açıklamış olduğundan, herkes birbirine bu yeni oyunu soruyor, ne zaman sahneleneceğini merak ediyordu.
(...)
Sonunda oyun ilk kez Vaudreuil Kontu'nun, Gennevilliers'deki şatosunda oynanır ve büyük bir ilgiyle karşılanır. İlk izleyicilerin tümünün oyunun cazibesine kapıldığını öğrenen ve gerçek bir tiyatrosever olan Marie-Antoinette dahi Figaro'nun Düğünü'nü çok merak ettiği için XVI. Louis geri adım atmak zorunda kalır ve oyun ilk kez 27 Nisan 1784 günü, yazıldıktan tam altı yıl sonra Paris halkının karşısına çıkmayı başarır. 
Tıklım tıklım dolu salonlar önünde 64 kez (ki bu o dönem için çok büyük bir rakamdı) temsil edilen oyunun ünü kısa sürede tüm Avrupa'ya yayılacaktır.
(...)
Figaro'nun Düğünü, klasik efendi/hizmetkâr karşıtlığının ötesinde, soylular ve halk arasında geçen çatışmayı ön plana çıkarır. 18. yüzyıl Fransa'sının sosyal düzenine meydan okuyarak aristokrasiye sert eleştiriler yöneltir.
İlk gösterimden birkaç ay sonra, oyunun yol açtığı polemiklerin ortasında yazdığı önsözde Beaumarchais, suçlamalara şöyle yanıt verir: "İşlediğiniz konuda sosyal bir tutarsızlıktan kaynaklanan etkileyici durumlar olmaksızın tiyatro sahnesinde ne büyük bir duygusallık, ne derin bir ahlak dersi, ne de iyi ve gerçek bir komedi ortaya konamayacağını düşündüm her zaman ve hâlâ da öyle düşünüyorum."
Ve bu metni yazdığı anda, bütün engelleri aşmış ve büyük bir başarıya imza atmış olmanın verdiği özgüvenle, oyunu yazarken güttüğü esas amacını da artık gizleme ihtiyacı hissetmez: "Bu oyunu yazarken, planımı topluma zarar veren bir dizi istismarı eleştirecek şekilde oluşturdum."
Yapıtın sahnelenmesine 5 yıl boyunca engel oluşturan bu eleştiriler, yapıtın çeşitli sahnelerinde, özellikle Figaro'nun beşinci perdedeki uzun monoloğu aracılığıyla izleyiciye iletilir. Figaro en önce kaderin belirsiz ve rastlantısal doğasını vurgular. 
Ve "Eğer Tanrı isteseydi, bir prensin oğlu olurdum" diyerek aslında dönemin toplumsal koşullarının tüm yapısını sorgular.
Aynı doğrultuda, "Güçlüler için ılımlı ve zayıflar için sert" olan adalet kavramıyla da alay ederek efendisinin aşağılayıcı tutumundan sızlanırken, soyluların sınırsız kibrinin, doğuştan gelen ayrıcalıklarının ne kadar saçma olduğunu ortaya koyar: "Asalet, servet, rütbe, mevkiler, hepsi sizi çok böbürlendiriyor! Bütün bunlara sahip olmak için ne yaptınız ki? Doğma zahmetine katlandınız, hepsi bu. Sonuçta epey sıradan bir insansınız."
(...)
İkiyüzlü ve art niyetli saray mensubu dalkavuklar da bu eleştirilerden nasibini alır, zira onların yaşamı da üç eylemden ibarettir: "Kabul etmek, almak ve istemek, işte üç kelimelik sır budur." Bir anlamda, birkaç yıl sonra gerçekleşecek Fransız Devrimi sonrasında ilan edilecek olan İnsan Hakları Bildirgesi'nde yer alacak ve Aydınlanma dönemi filozoflarının da yapıtlarında savunduğu fikirlerin özeti gibidir bu replikler.
(...)
Genellikle felsefi anlamda bireyin doğuşunu temsil ettiği söylenen Figaro, aslında aynı zamanda politik anlamda da bir birey olarak ortaya çıkmıştır ve bir takım abes ayrıcalıklara değil, salt liyakate dayalı, gelişmekte olan burjuva sınıfının ideolojisini savunur. Nitekim Fransız Devrimi'nin güçlü liderlerinden Danton, birkaç yıl sonra yapıt üzerine bu görüşü doğrular gibi yaptığı keskin yorumda "Soyluları Figaro öldürdü!" diyecektir.

(FERDA FİDAN - Cumhuriyet Kitap)






YAŞASIN TİYATRO !

17 Mart 2024 Pazar

İSTASYON BOŞ

 

İstasyon boş.

Sabah.

Hava soğuk.

Üşüyor Tante Rosa.

Elinde bir mektup.

Yanında sandığı.



SEVGİ SOYSAL


***


Ana, küçük istasyonun kuytu bir köşesine, rüzgârı kesen duvara sırtını verip çömelmişti. Başını da saran kalınca atkısına bürünmüş; ellerini, kollarını da atkının içine almıştı. Saat sabahın beşine yaklaşıyordu; yine de gökteki yıldızlar silinmemişti.

Ananın içi içine sığmıyor, dolu dolu gözlerini, bir yıldızlara kaldırıyor, bir istasyonun arkasından gecekondulara uzanan yola çeviriyor, bir trenin geleceği yöne dikiyordu. 

İstasyon memuru, elinde fener, hatboyuna çıktı, makasa doğru yürümeye başladı. Her sabah ilk gelen bu banliyö katarını kör hatta alır, bir buçuk saat beklettikten sonra gerisin geriye yol verirdi. Katar, bu saatte fabrikalardaki gece vardiyası işçilerini getirir; istasyonlarda indire indire buraya ulaşır; sonra da gündüz vardiyasına girecekleri, toparlaya toparlaya döner giderdi

Bu istasyon son duraktı.

(SAMİM KOCAGÖZ - Gecenin Soluğu, 1980)







Merhaba!

14 Mart 2024 Perşembe

METİN ALTIOK ve KIZI

 

Desen: METİN ALTIOK


"Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın

Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım"


"Nar çiçeğim, burada yaşamımı ayakta tutan iki temel direk var. Önce sen, sonra şiir. Seni çok seviyorum bunu bil. Aramız derya-deniz de olsa, sıra dağlar da, en ufak bir sıkıntıda aşar gelirim. Hep babanın var olduğunu bilerek yaşa. Bingöl dağlarının tepesinde oraya nereden geldiği bilinmeyen bir pars iskeleti de olsa... Canım!"  

(4. 9. 1980, Bingöl - Metin Altıok'tan Zeynep'e Mektuplar)



Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü'nü aldığı 1980'de Nebahat Çetin ile evlenir. Ne var ki, Çetin'in eş durumundan olan tayini epey gecikir. Gene zordur Altıok'un hayatı. Çünkü, sevdiklerinden, kızından, dostlarından ayrı düşer. Bir de 80'li yılların Bingöl'ü var. Öyle ha deyince gidilecek bir yer değil. Hele kışın kar yolları kapadığında. Sınıfının penceresinden Çapakçur Deresi'nin etrafındaki kavak ağaçlarını seyredalar sık sık Altıok:

"Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukta tamamlar.

Omzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime, ardımdan ıslık çalar."


Ankara ve orada bıraktıkları, koca bir özlem olarak yanıbaşındadır. Bingöl'de geçirdiği yıllarda onu en çok etkileyen şey, kızına olan dinmeyen özlemidir. Sürekli ona mektup yazan ve onu herkese anlatan Metin Altıok için bu katlanılması en zor durumdur:


Kızım/lar

her şeyin üstünde sulusepken bir kar;

bir aşkı delik deşik ediyordu/lar.

bense inatla susuyordum

ve kızımı seviyordum ekmek kadar.


 (MELTEM KOFOĞLU - aksisanat)




Özlemle!


8 Mart 2024 Cuma

DEVRİMCİ PRENSES

 


(ZEYNEP ORAL / Anadolu'da Bir Devrimci Prenses - İnkılâp Kitabevi)


Bu, gerçek bir öykü. Yaşanmış bir öykü. Yaşadığımız hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Her şey, içinde yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel gerçekliğin, olguların, birikimlerin bir sonucu. Prenses Cristina'nın yaşadığı dönemde (1808-1871), 19. yüzyılda Avrupa'nın özellikle İtalya'nın tarihi; İtalya'nın krallıklara bölündüğü, kâh Avusturya kâh Fransa'nın çıkar ilişkileri, egemenliği altında olduğunu; en ufak bir direnişe izin verilmediği ve bağımsızlık mücadelesi bilinmezse, prensesimizin hiçbir düşüncesine, hiçbir eylemine akıl erdiremeyiz. 
(...)
Prenses Cristina yaptıklarının hiçbirini, kimseye herhangi bir mesaj vermek için yapmıyor. Başka türlü davranamadığı için yapıyor. 
Hayatı bir mesaj: Kendinizi yetiştirin, okuyun, öğrenin, yardım edin, özgür, bağımsız bir hayat düşleyin, kadınların gücüne inanın diyor. İnandığınız doğrular yoluna mücadele etmekten korkmayın diyor. Yazılı bir mesaja 2021 yılında (Ölümünün 150. yılı - k.n.) Milano'da dikilen heykelinde rastlıyoruz: Heykeltıraş Giuseppe Bergomi onu, kaidenin üzerinde yükselen bir divana oturtmuş. Bir elinde kitaplar bir elinde günlükleri...


 Kaidenin arka yüzünde onun kaleminden çıkmış şu sözler yazılı:

"Geleceğin onurlu kadınları,
geçmişte kadınların yaşadıkları acıları, aşağılanmaları, mücadeleyi düşünsünler
ve onların asla tatmadıkları,
olsa olsa ancak düşleyebildikleri güzel günlerin yollarını onlar için açanları, 
minnetle, şükranla ansınlar."

Cristina Trivulzio di Belgiojoso, 1866


İlk sürgün hayatı Paris'te, ondan sonra İstanbul ve Anadolu... Bu tercihleri, neden nasıl yapıyor?
Sürgüne yollanmıyor, tutuklanacağını öğrendiği an ülkesinden kaçıyor. İlk kaçışı Paris'e... Avusturya İmparatorluğu tüm mal varlığına el koyuyor. Hayatında ilk kez çalışmak zorunda kalıyor. İlk yıllar çok zor, sabahlara kadar çeviri yapıp, dikiş dikip, ders verip geçinmeye çalışıyor; son yıllarında ise yüksek sosyeteye ve sanat çevrelerine giriyor. 
Fransız şair Alfred de Musset, Alman şair Heinrich Heine ona aşıklar... Franz Liszt, Chopin, George Sand, Rossini ve Vincenzo Bellini dostları... Balzac, Chateaubriand ve Madame Récamier gibi ünlüler çevresinde...
Bir gazeteciye göre o sıralar Paris'in yüksek sosyetesi ikiye ayrılıyor: Prenses Cristina'ya hayran olanlar ve ondan nefret edenler...
Af çıkınca ülkesine dönüyor. Ancak uslu durmuyor. Direniş hareketine, sokak isyanlarına katılıyor. Ve üstelik artık annedir... Tam yeniden tutuklanacağını öğrenince kızını ve kızının mürebbiyesini katığı gibi önüne çıkan ilk gemiye binip kaçıyor. Gemi Malta'ya kadar gidiyormuş.. Elbet Paris salonları ve Roma sokak savaşlarında sonra küçük Malta Adası, Cristina'ya çok sıkıcı geliyor.
Bu arada Osmanlı İmparatorluğu tüm göçmenlere kucak açmış durumda... Malta'dan bindiği ikinci bir gemi onu İstanbul'a getiriyor. Ancak Saray çevresini hiç ama hiç benimsemiyor.
Toprağa yakın, ona Lombardia'yı anımsatacak kırsal alanda bir çiftlik kurmak üzere arayışa giriyor...
Ve... Karabük, Safranbolu... Çakmakoğlu Çiftliği'ni alıyor... Amacı kızına ve kendine hem üretken hem huzurlu bir hayat sağlamak...
Yöre halkı ilk andan onu bağrına basıyor. Çünkü kapısı herkese açık. Çünkü Roma'da hastaneler kurmuş, hemşirelik yapmış, hemşireleri Florence Nightingale'den önce örgütlemiş, tıp bilgisi olan bir kadın. 
İlk zamanlar "Osmanlı'ya sığınan Frenk kadın" diye görüyorlar köylüler onu ama kısa zamanda tüm yörenin "iyileştiricisi" oluyor.
Bütün hastalara bakıyor, her gün evinin önünde hasta kuyrukları oluşuyor. Kimseyi geri çevirmiyor. Ona gelemeyen hastaların evine o gidiyor. Çocuklara okuma yazma öğretiyor, hijyen dersi veriyor. Bütün kadınların dert ortağı, neredeyse suç ortağı oluyor... Ve köylüler onu "bizden biri" ya da "hepimizin annesi" diye benimsiyor...

(ZEYNEP ORAL - Söyleşi: GAMZE AKDEMİR / Cumhuriyet Kitap)






Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
 

3 Mart 2024 Pazar

YUMRUK

 

Mehmet Özer'in o dönem çektiği fotoğraflardan bazıları uluslararası alanda işçi sendikaları ve mücadelesinde de yankısını bulmuş ve olumlu tepkiler gelmiş. Belki de kendi alanında uluslararası ilk örneklerdi bunlar. Eline alıyor bir tanesini ve gösteriyor:


"Bak mesela bu. İngiltere'de madenciler tarafından yılın fotoğrafı seçildi. Adına da 'Sınıfın Öfkesi' dediler. Bu fotoğraf yasaklandı sonra. Katıldığım etkinliklere izin çıkmadı bu fotoğraf yüzünden. İşçi sol yumruğunu kaldırmış diye. Sağ kolu yoktu o işçinin. İş kazasında kopmuştu. Yasağı koyanlar işçinin kolu neden koptu diye sormadı da geriye kalan kolun sıkılı olmasından korktu" diye anlatıyor. (sol Haber)



"Bayrakları severim tutsaklığa yumruk gibi savrulan bayrakları
İnsanları severim haksızlığa yumruk gibi sıkılan insanları"

dizeleriyle kavganın,

"düşer barış cemreleri sabah çaylarımıza"

dizeleriyle barışın şiirini yazıyor Hasan Hüseyin.


"Denize varmaktır amacı nehrin, denize varmak ey yolcu" diyen Hasan Hüseyin rahatsızlanmıştı, aylardır ölümle savaşıyordu.
Cezaevi günlerim sürüyordu. Çanakkale'deydim. O günlerde yazdığım "Hasan Hüseyin" adlı şiirimden birkaç dizeyle 26 Şubat 1984'te aramızdan ayrılan (4 Mart 1927 doğumlu-k.n.) şiirimizin yürek işçisi, onurlu damarı Hasan Hüseyin'i saygıyla anıyorum:

Hastaydın yatağında nehir
açtık şiirini hüzünlendik
okuduk 'nehirler aka aka'yı
konuştuk nehir olmak nedir...

Yolları acılarla dolu olsa da
yolcusu tükenmez denizin
ve nehirler denize varacaktır
bilirsin hasan hüseyin.

(ÖNER YAĞCI - Cumhuriyet Kitap)






Merhaba!