(...) Tarık Akan'ın yaşamı boyunca yüreğinden, beyninden ayırmadığı üç insan var: Atatürk, Nâzım Hikmet ve İlhan Selçuk. İnsan bu kişileri rehber edinir de Aydınlanmacı olmaz mı? Elbette olur.
Tarık Akan haksızlığa karşı çıkan, daha da önemlisi sanatının merkezine bunu oturtan bir kişiydi. Seçtiği arkadaşlar da bunda etkili oldu. Yaşar Kemal, Rutkay Aziz, Vasıf Öngören... Yaşar Kemal ona, "Dört duvar kitap okuman lazım" demiş. Her karşılaşmalarında, "Üç duvar tamam" karşılığını vermiş. Bu, ben oldum dememenin, hep kendini geliştirme duygusunun söze dökümü...
1977'deki 400'e yakın sanatçı ve sinema emekçisinin, sansürü ve sinema üzerindeki baskıları protesto için yürüdükleri Ankara Yürüyüşü, Tarık Akan için hiç bitmedi. O hep yürüdü. Haksızlığın üstüne, kangrenleşen sorunların üstüne... Bu yürüyüş sırasında dostluğunu derinleştirdiği Yavuz Özkan'la geleceğine doğru büyük bir adım attı. Özkan, Akan'ın önüne bir senaryo koydu: Maden!
Akan kolları sıvadı, şık takım elbiseleriyle girdiği salonları terk etti, maden ocağına girdi. Film çekimlerinin başlayacağı sırada ortadan kayboldu. Öğrendiler ki bir maden işçisinin evine konuk olup oynayacağı rolü yaşamış.
(...)
12 Eylül koşullarında ülke aydınlarının, halkın sorunlarına eğilen sanatçıların kaderini Tarık Akan da paylaşıyor. Tutuklanıyor, yurtdışına çıkışı yasaklanıyor. Bunların hiçbiri yıldırmıyor onu. Bir ara Bodrum'dan Yunan adalarına kaçmaya niyetleniyor ama yapmıyor, yapamıyor.
Yılmaz Güney'le yollarının kesişmesi de önemli bir dönüm noktası. O süreç "yakışıklı" Tarık'ı "komünist" Tarık'a eviriyor.
Güney'in damgasını vurduğu Yol filminde Tarık Akan'ın emeği sadece başrol oynaması değil, filmin ham çekimlerinin gizlice yurtdışına çıkarılmasını da organize edenlerden. Halkın sanatçısı böyle olur. (MUSTAFA BALBAY - Cumhuriyet Kitap, Söyleşi: GAMZE AKDEMİR)
***
Biri gelip kepeneğin başlığını kaldırdı:
"Sen Tarık Akan mısın? Yahu kalk ayağa da bir görelim..."
Gözümü açtım. Karşımda bir başçavuş dikiliyordu.
"Kalk" diye tutturmuştu.
Hadi bakalım, istersen kalkma. Hem 1981'de Yılmaz Güney'in Yol filmini çekiyorsun, hem bu başçavuştan mermi ve silah almak için keyfinin olmasını bekliyorsun; sıkıysa kalkma. Kalktım. Başçavuşla samimiyet kurmaya çalıştım. Yanında prodüksiyon amiri vardı.
"Tarık Abi, mermileri arkadaştan alacağız; sağ olsun, bize yardımcı olacak."
Böylece sinyali almış oldum: "Adama kötü davranma" demek istiyordu, işimiz düştü, aman diyeyim... Ondan alacağımız silahla filmdeki atımı öldürecektim. Sıkıyönetim dönemiydi, kimse silahını vermek istemiyordu. Prodüksiyon amiri de bula bula bu başçavuşu bulmuştu; nemrut herifin teki. Sahnenin çekimlerinin sonuna doğru adamın gırtlağını sıktığımı hatırlıyorum.
Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ kurulmuştu. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Bana duyduğu sevgi ve bağlılığı hayvanın gözlerinden okuyordum. Kar fırtınasında yanıma gelip kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözlerime dikiyordu. Çekim sırasında üstünden düştüğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canımın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de beni avutmaya çalışıyordu. Onu hiç yularından tutup çekmem gerekmemişti. İş bittiği zaman arkama takılıp bir köpek gibi beni izliyordu. Filme başlamadan önce yönetmen Şerif Gören'e, "Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim. O kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim," dediğimi anımsıyorum.
Atı vuracağım sahne çekilirken, hayvancığa uyuşturucu iğne yapıldı. At yere yığıldı. Yakın planların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ateş edemeyen bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el ve atın yakın planları böylece aradan çıktı. Sıra öldürme planının çekimine gelmişti. Kamera uzağa gitti, genel bir plan çekilecekti. Silah elimdeydi ve içinde bir tek kurşun vardı. Başçavuş bir kurşundan fazla vermiyordu. Şerif Gören, "Kamera!" diyecekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir kurşun sıkacaktım. Karların ortasında ben ve yerde yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi almıştık.
Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp bana yalvarır gibi baktı. Kafasını kaldırmak istedi. Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime gelmişti. Bu arada Şerif Gören, "Kamera!" diye bağırdı.
Bekledi. Burada tabancamı çekmeli ve kurşunu atın kafasına sıkmalıydım. Ama yapamıyordum işte.
"Ateş etsene! Ateş et!" diye bağırdı Şerif.
"Yapamayacağım Şerif, stop!" diye seslendim.
Atın başından ayrıldım.
"Ben bu atı öldüremem. Yakın plan başkasının elini çek. Kusura bakma, yapamayacağım."
Yılmaz Güney'in yeğeni araya girdi:
"Ben yaparım."
Paltomu verdim. Kamera hazırlandı. Yeğenin el planı çekildi. Derken bir silah sesi...
"At öldü, gel Tarık," dediler.
Koşarak gittim. Paltomu giydim, daha sonraki planlara geçmek üzere çalışmaya başladık. Kamera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp bana baktı. Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölmemişti. Başçavuşa gittim.
"Mermi ver, at ölmemiş," dedim.
Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde naza çekiyordu. Yalvarta yakarta bir kurşun daha verdi.
"Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak, hayvan can çekişiyor," dememe karşın bir tek kurşundan fazlasına razı edememiştim. Yeğen onu da atın kafasına sıktı. Sonra ben tekrar sahne aldım. Tam çekime geçilecekken, hayvan gene gözünü açtı, bakışlarıyla beni arıyordu. Bayılacak gibi olmuştum, çıldıracaktım... Başçavuşun yanına gittim, "Mermi ver!" dedim.
"Yok!"
O anda yakasına yapıştım:
"Senin de, merminin de..."
Küfrettim.
Yöre halkı adamdan yalvara yakara üç mermi daha almıştı. Yeğen kurşunları boşalttı, at bu kez öldü. Paltomu giydim, Bir sonraki sahneye geçtik...
(...)
Mayıs 1982'de, Yol filmi Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü kazandı. Türkiye'nin film tarihinde ilk kez Cannes Festivali yarışmalı bölümüne bir film girmişti ve büyük ödülü kazanmıştı. Haberi aldığım anda çok büyük bir mutluluk, çok büyük bir sevinç duydum.
Sabah saat dokuzda Yeşilçam Sokağı'na geldim. Neden buraya geldiğimi bile bilmiyordum. Sinema yaşamımızı simgeliyordu bu sokak, belki de o yüzdendi. Baktım, Şerif Gören de karşıdan geliyor. Birbirimizi kutladık, sarıldık.
Yine de aklımız karışıktı. Bir kere film nedeniyle hakkımızda bir soruşturma açılıp açılmayacağını merak ediyorduk. Öte yandan film koskoca Cannes Film Festivali'nde birinci olmuştu. Gazeteciler de film olayını fırsat bilip ilgili ilgisiz sorular soracaklardı şimdi. Filmle övünüyorduk, ama gazetecilerin bu coşkumuzu malzeme yapıp hakkımızda yalan yanlış yeni soruşturma nedenleri yaratmalarını da istemiyorduk.
Düşündük taşındık, yalnızca, "Mutluyuz," demeyi kararlaştırdık.
Gazeteciler akın akın gelmeye başladılar. Sorular, sorular. Biz yalnız, "Mutluyuz, çok mutluyuz," diyorduk.
"Bu film ne zaman yurtdışına kaçtı?"
"Sıkıyönetim zamanı çekimleri nasıl yaptınız?"
"Filmi sansürden nasıl geçirebildiniz?"
"Mutluyuz."
Ertesi gün hiçbir gazete, bizim ağzımızdan, "Mutluyuz," "Sevinçliyiz," dışında bir söz yazamadı.
O akşam Cannes Film Festivali'nde muhteşem ödül töreni yapılıyordu. Burada bulunamamak, o heyecanı yaşayamamak sanatçının unutamayacağı en büyük acısı.
Şeref Gür Ağabeyim, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Ali Özgentürk, Yaman Okay, Şerif Gören, Onat Kutlar ve ben, Yeşilçam Sokağı'nın arkasındaki kebapçıda kendi ödül törenimizi düzenledik.
"Yılmaz Güney şu anda ödülü almıştır, eli havadadır," diyor, biz de rakıları havaya kaldırıyorduk.
O gece hepimiz rakıdan değil, ama mutluluktan sarhoş olduk. (TARIK AKAN, Anne Kafamda Bit Var - Can Yayınları)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder