REŞİD HALİD GÖNÇ
Gözlükleri, gözlüklerinin arkasındaki yaşam çilesinin biriktirdiği gölgelere rağmen çocuksu kalmış küçük, mavi gözleri, bir ameliyat sonucu yarısı alınmış çene kemiği yüzünden sola çarpık çenesi ve fakirlikten beline iple bağladığı yamalı pantolonuyla Reşid Halid, eski Babıâli'nin ilginç tiplerinden biriydi.
Eski bir İstanbul ailesinin, o dönemlerin deyimiyle "düşmüş" çocuklarından olduğu için, eski İstanbul terbiyesinin çelebiliğinde, çaresizliğiyle yalnızlığını sadece yıkıntısı kalmış bir yaşamın son direnişiyle yoğurarak, köhne merdivenli eski gazete binalarının dünyasında dolaşır dururdu.
Reşid Halid'in dipsiz bir kör kuyuda kaybolup gitmiş yıllarından kalmış tek serveti, yazarlardan, ozanlardan, romancılardan, gazetecilerden tek tek topladığı yazı koleksiyonuydu. Koleksiyonu için seçtiği ünlülerin peşini bırakmaz:
- Sizden bir resim, bir kısa biyografi, bir de üç-beş satır yazı rica ediyorum, derdi.
(...)
Kendisi önemsizdi, ama bütün önemliler el yazılarıyla sadece onun koleksiyonundaydı. Sevdiklerine gösterirdi bunları. Abdülhak Hamit'in de, Mahmut Yesari'nin de el yazılarını orada görmüştüm.
Mahmut Yesari, "Başımdan çektiğimi düşmanlarımdan çekmedim, ne çare ki başsız yaşanmıyor" diye yazmıştı.
Ercüment Ekrem ise bilinen alaycılığıyla "Sen yazı toplayacağına aklını başına toplasan daha iyi edersin" diye yazmıştı, "ama en iyisi para toplamaktır."
Aziz Nesin'in yazısı ise daha derinden ve buruktu: "Senin çenenin istikameti ile benim fikirlerimin istikameti, ikimizin de hayatının ıstırabı olmuştur."
Reşid Halid'in çenesi de sola doğru çarpıktı çünkü.
Türkiye, gerek tarih, gerek edebiyat açısından varmış olduğu boyutların lezzetine hiçbir zaman dönük duramamış toplumlardandır. Bu alanlarda insanı şaşırtacak kadar ortak bir bellek yoksulluğu vardır bizim ülkede. Örneğin, hangi eski ozanın yaşadığı semt yahut evler, küçük bir plaketle olsun belirtilmiştir koskoca İstanbul kentinde?
İnsanlar kendi kültürlerini oluşturan beyin ve gönül bahçelerinin, gözlerine ilişiverecek en küçük anısından bile yoksun olarak yaşarlar Türkiye'de.
Şinasi'nin mezarı kaybolup gitmiştir Hilton temelleri altında. Nedim'in mezarı ise, Karacaahmet Mezarlığı'nda kazara bulunmuş, sonra da unutulmuştur. Yakup Kadri'nin romanlarının kaç dile çevrildiğini bilen bile yoktur. Hele o çevirileri hiç bir yerde bulamazsınız Türkiye'de...
Nâzım'ı ise hâlâ daha okul kitaplarına sokabilmiş değiliz, İtalyanlar ise kendi liselerinde onun şiirlerini okutuyorlar genç kuşaklarına.
Ne doğru dürüst yazılmış tarihlerimiz var, ne ansiklopedilerimiz, ne sanatçılarımıza ait müzelerimiz...
Böylesi bir çoraklıkta, kim içinden Şeyh Galip'in yaşadığı dergâha bir buket karanfil götürmeyi duyar, kim Ahmet Rasim'in kafa çektiği kıyılarda ondan iki şarkı mırıldanmanın tadını yudumlar?
Halklaşma sürecini bir kültür birikiminin fıskiyesinde sulayamadığımız sürece, kaba bir kargaşanın çirkinliğini kolay kolay arıtamayız.
Kültürsüz kalkınma, yaşam tadını duyacak damağı olmayan görgüsüzler sultası demektir ki böyle bir sultada ne sıcak çocuk sevgileri yeşerir, ne de ebemkuşağı kıvancında mutlu aşklar...
Reşid Halid'in koleksiyonu ne oldu bilmiyorum. Barbar bir ilgisizliğin kezzabında kaynayıp gitmişse, gerçekten yazık olmuştur.
Anısız, nüktesiz, renksiz bir toplum, beton ve araba hırsıyla yanıp tutuşsa da, nefes almak için ciğerlerini geliştirememiş sayılır. Ve hırtlığını yaratıcılığının fırınında pişirerek dünya uygarlığına sunamaz.
Reşid Halid, gözlükleri, çarpık çenesi, iple bağlı pantolonuyla, kişiliği cüzdanıyla orantılı olanların çok ötesine varmış bir insandı. Onun ince ve zevkli merakına hızlı kalkınma zenginlerinin çocukları belki de yüz yıl sonra ancak varabilecekler.
(ÇETİN ALTAN - Gölgelerin Gölgesi, 1982)
Merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder