29 Mart 2020 Pazar

SORDUKÇA




Üstüne bomba yağdırılmış kentlerden
bir enstalasyona bayılırsınız. Ancak!
Geçen yaz çok çocuk öldürdüler.
Sığınağa gider.

Sun Tzu, "Ölüm göze alınırsa, hayatta kalınabilir" diyor.
Çünkü geçen yıl dünyanın bütün zulümleri birleşti!
Sığınağa gider.

Bu şiiri alakasız bitirmeliyim sıradışkı hem de missss.
Vasatlık cumhurundur, cumhurun ancak!
Biliyorum. Sığınağımıza gider.


ALİ ÖZGÜR ÖZKARCI
(Bitik Ülke Son Atı)



***



   "Hayat budur işte Naci Bey oğlum. Her şeyden tat alacaksın, daha dorusu tat almayı bileceksin. Tat almadığın an öldün demektir."
    "Haklısınız efendim" derdi Naci; hayrandı bu İstanbul efendisine.
   "Bütün bu kavgalar, kıyametler, harpler hep o hayat denen keçiboynuzundaki bir dirhem balı emmek içindir" derdi Ramiz Bey bir bilge edasıyla.
  Sesini yükseltmeden itiraz ederdi Naci. "Doğru efendim, doğru da nedense kalûbelâdan beri hep zenginlerin kısmetine düşüyor o bal, yoksullara ise keçiboynuzunun posası kalıyor."
   "Allah'ın takdiri oğlum, ne denir!"
   "Evet, Allah'ın takdiri ama yanlış bir takdir, adaletsiz bir takdir!.."
   Korkardı Ramiz Bey. "Benim aklım o kadar derinine ermez."
  Sözlerin bu yana kaymasından Ramiz Bey'in hiç hoşlanmadığını konuyu kapatmak için didindiğini sezen Naci, "Sizin buyurduğunuz o kavgalar, kıyametler, harpler genellikle bir zümrenin zenginliklerine zenginlik katmak, tat alma kaynaklarını çoğaltmak, sürekli kılmak amacıyla meydana getirilmektedir... Her şeyin sahibi zenginlerdir ama harplerde ölenler ise onların mallarını mülklerini koruyan ya da korumak için savaşa yollanan yoksullardır. Şu, ömürlerinin sonuna kadar sürünenlerdir, köle gibi yaşayanlardır. Hepimiz Tanrı'nın kulu olduğumuza göre bu eşitsizlik ne?" derdi.

  
MUZAFFER BUYRUKÇU
(Ucu Güllü Kundura)
Fotoğraf: ARA GÜLER



***



   Soru sormadığımız her gün köleliğe doğru adım atıyoruz bana kalırsa. 
Diyalektik yürümeye doğru akılcı sorular sormaz, çözüm için harekete geçmezsek şikâyet eder dururuz.


FADİME USLU
(Cumhuriyet Kitap)
Fotoğraf: DENİZ TOKAY








Merhaba!

22 Mart 2020 Pazar

İNSANLIĞIN SOL YANI




   Almanya, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından enkaz halindeydi. Örneğin Münih'te savaş öncesi yaşayan 900 bin kişiden sadece 300 bini kalmıştı. Şehirler bombalanmış, binalar yerle bir olmuştu. İnsanlar apartman dairelerinde 4-5 aile bir arada yaşıyor ve zillerin üzerinde "Braun ailesi için 1 kez, Schmidt ailesi için 2 kez basınız" gibi yazılar yazıyordu. Almanlar, her şeyin bitip yeniden başladığı o gün için "Saat Sıfır" (Stunde Null) ifadesini kullanıyorlar. Şimdi bu ifade, tozlu raflardan indirilip korona pandemisi için yeniden kullanılmaya başlandı.
   Yunan mitolojisinde, baba Daedalus'un, Kral Minos'un labirentinden kaçsın diye kanatlar yaptığı İkarus efsanesi vardır. İkarus, uyarılara rağmen kibre kapılıp güneşe yakın uçunca, mumdan yapılan kanatları erir ve Ege Denizi'ne düşer. Sıfır borç politikası ile her sene ihracat ve dış ticaret fazlası rekorları kıran Almanya, elitlerinin mumdan yapılan kanatları eriyince, halkının gözünde İkarus gibi düşerek hayal kırıklığına neden oldu. Şimdi düştüğü yerden kalkıp yıllarca silah satıp göz yumduğu savaş bölgelerinden kaçan mültecilerle, aynı denizde yaşam mücadelesi verecek. (OKTAN ERDİKMEN - Cumhuriyet Gazetesi) 



***



   En son yüz yıl önce görülen türde bir salgınla karşı karşıyayız. O zaman dünya bu kadar kalabalık değildi. Henüz küçülmemişti; bilgi bunca hızla akmıyordu. İnsanlar birbirleriyle bu kadar yoğun, sıkı fıkı ilişki halinde değildi. Aniden patlayan salgın karşısında, kapitalizmin tüm ezberi bozuldu. Her olayı, sorunu yöneteceğini sanan küresel şirketler ve işbirlikçisi siyasal iktidarlar panik yaşıyor. Meğer bir sıkımlık canı varmış kapitalizmin!
   Hani ulus devletlerin sonu gelmişti? Hani AB dünyanın en büyük dayanışma organizasyonuydu? Hepsi çöp oldu. Liberal demokrasiler yerini otoriter düzenlere bırakacak, öyle görünüyor. Pek çok gelişmiş (!) ülkede güvenlikçi politikalar artıyor. Yeni bir faşizm arifesindeyiz. Dünyayı yöneten meczup liderlerin maskesini de düşürdü korona, kapitalizminkini de?  
   Umut mu? Şımarık Avrupa'ya doktor ve malzeme gönderiyor Küba. Sanayisinin 22 ilacı tüm dünya için üretmeye hazır olduğunu söylüyor. Kapitalizm nedir biliyor musunuz: Kanser ilacını simitten ucuza satan Küba'ya, bunu yaptığı için tecrit uygulanmasıdır. (ENVER AYSEVER - Cumhuriyet Gazetesi)




***



    Dünya büyük bir sağlık kriziyle baş başa kaldı: Korona Krizi! 
   İnsanların büyük bir çoğunluğu var olan durumu 'hayatta kalma' sorunu olarak kabul ediyor. Kapitalist ülkelerin yönetimleriyse Korona Krizi'ne 'parasal' açıdan yaklaşıyorlar. Devasa bütçeler ayırdıklarını belirterek vatandaşlarını uyarıyorlar: 
  -Bizi dinleyin, dediklerimizi yapın, evlerinizden çıkmayın, ellerinizi yıkayın, seyahat etmeyin, yakın temastan kaçının, iyi beslenin, güzel uyuyun gibi...
   Oysa kapitalizm üretimi artırarak herkesi zengin edecek, özgürlükler aleminde her 'birey' istediği gibi yaşayacaktı. Herkesin işi olacak, herkes çok çalışacak, çok kazanacaktı. Kapitalizmin dünyayı getirip bıraktığı yeri uzunca bir süredir değerli bilim insanımız Doç. Dr. Fikret Başkaya hem makalelerinde hem de kitaplarında anlatıyor:
   -Kapitalizmin insanlığa vereceği hiçbir şey yok artık!
    Korona salgın hastalığından daha iyi bir örnek olamazdı Fikret Başkaya hocayı doğrulayan...
    Kapitalizm verebileceği en son armağanını korona salgını ile verdi insanlığa!
  Korona öncesi yaşanan -halen de süren- savaş mağdurlarının dramının da müsebbibi kapitalizmdir. Sömüre sömüre dünyanın pek çok ülkesini ve bölgesini yaşanamaz hale getirdi. İnsanlar artık doğdukları topraklarda yaşayamayacaklarına inanıyorlar. 
  Bu noktada insanlığın yüzünü ağartan çıkışlar dünyanın 'sol' yanından geliyor. İşte Yunanistan! Sınırlarına yönlendirilen zavallı insanlara karşı tel örgüler arkasından asker, polis ve ırkçı sağcıları olmadık işkenceler yapıyorlar. Sorulduğunda da 'Ülkemizi savunuyoruz' diyorlar. Atina ve Selanik'te ise Yunanistan'ın sol yanı hem ülkelerinin hem de insanlığın yüzünü ağartıyorlar:
   -Sınırları açın!
  Dünyanın en zor günlerinde sergilenen insani dayanışmanın bir başka güzel örneği Küba'dan geldi. İngiltere bandıralı MS Braemar adlı gemi 682 yolcu ve 381 mürettebatıyla Karayiplerde hiçbir ülkenin limanlarına yanaşmasına izin verilmediğinden ortada kalmıştı. Gemide 5 yolcuda korona virüsü tespit edilmişti. İngiliz gemisi 2020'lerin Struma'sı olarak bir trajediyle karşı karşıya kalmıştı. Küba gemiyi kabul etti. Hasta yolcuları tedavi etmek üzere hastaneye yatırdı. Sağlıklı yolcular İngiltere hükümetinin girişimiyle evlerine dönecekler. 
   Küba Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada şöyle dedi: 
 -Gemiyi kabul etmemizin sebebi insani kaygılardır! 'İnsanlık ve sol' gelecek için en gerçekçi bileşenleri oluşturuyor.
  Kısa sürede yaşanan bu iki 'küçük' dayanışma açık olarak gösteriyor ki dünyanın geleceği olacaksa bunu ancak bedende kalbinin durduğu yer belirleyecek:
  -İnsanlığın sol yanı! 
  (NAZIM ALPMAN - BirGün Gazetesi)   




Merhaba!      

17 Mart 2020 Salı

TEMEL ÇELİŞKİ: SOSYALİZM YA DA BARBARLIK




Sırbistan'dan AB'ye tepki: Dayanışma diye bir şey yokmuş

    Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'e bir mektup göndererek yardım talep ettiğini anlatan Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, Avrupa Birliği'nin (AB) üye olmayan ülkelere tıbbi malzeme ihracatını sınırlandırma kararına tepki gösterdi ve AB'nin ikiyüzlü tavrını şu sözlerle eleştirdi:
   "Avrupa'dan tıbbi malzeme alamıyoruz. Çünkü onlar için yeterince yokmuş. Bu kararı alan insanlar bize Çin'den ithalat yapmamamız konusunda ders veren insanlar. Bizden AB'nin ürünlerinin daha kaliteli olduğu varsayımıyla ihalelerin şartlarını fiyatın öncelikli olmadığı biçiminde ayarlamamızı istediler. Böylece her şeyi onlardan almak zorunda kaldık. Sırbistan'ın parasına ihtiyaçları olduğunda Avrupa şirketlerinin alması için ihaleler ve ihale şartları yapıldı. Şimdi ortada acı bir durum varken Sırbistan'ın parası kötü oldu. Sanki bedava istemişiz gibi...
   Şimdi anlıyoruz ki büyük uluslararası dayanışma aslında yokmuş. Avrupa dayanışması diye bir şey yokmuş, o yalnızca kağıt üzerinde bir masalmış. Kardeşim ve dostum Şi Cinping'e ve Çin'den gelecek yardıma inanıyorum. Bu zor süreçte bize tek yardımcı olabilecek ülke Çin Halk Cumhuriyeti'dir." (soL Haber)



***



   Küba koronavirüs tedavisinde etkili ilaçların üretilmesine yönelik garanti verdi
   
   Küba'nın ilaç endüstrisi, yeni koronavirüse karşı etkili olduğu görülen Interferon Alpha 2B başta olmak üzere, virüs tedavisinde kullanılacak 22 ilacın üretileceğini duyurdu. BioCubaFarma Müdürü Eduardo Martinez Diaz, "Yeterli kapasitemiz olmasından dolayı, şu anda birçok ülkeden talepler alıyoruz ve ülkelere gerekli olandan fazla ilaç göndermiyoruz" diye konuştu. Diaz, Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi'nin (CIGB), Interferon Alpha 2B ilacının ulusal sağlık sistemine tedariğine ilişkin tüm yetilere sahip olduğunu sözlerine ekledi. 
  CIGB Genel Direktörü Eulogio Pimentel Vazquez de, "Envanterimizde, Çin'de vakanın görüldüğü herkese tedavi uygulayabilecek sayıda ilaç bulunuyor" açıklamasında bulundu. 
   Küba, söz konusu ilacı, Çin'in Jilin bölgesindeki Çangçun Heber Biyolojik Teknoloji kurumuyla ortak çalışma sonucu kendi teknolojisiyle üretiyor. Interferon Alpha 2B ilacı 2000'deki SARS ve 2012'deki MERS salgınında da kullanılmış ve tedavide etkili olmuştu. (soL Haber)



***



Devletlerin salgınla mücadelesinde üç farklı yaklaşım ortaya çıktı

   1. Çin metodu: Sosyalist temeller üzerine kurulu Çin, insan yaşamını ekonomik çıkarların önüne koyan bir biçimde, hiç süre kaybetmeden, üretimin düşmesi ve ekonominin aksaması pahasına, salgının görüldüğü bölgelerde sert karantina önlemleri uygulama yoluna gitti. Devasa karantina merkezleri, sokağa çıkma yasağı ve zorunlu sağlık uygulamaları üzerine kurulu Çin tipi yaklaşım, 1 ay gibi kısa bir sürede olumlu sonuçlar verirken, bugün salgının başlangıç noktası Wuhan'da insanların maskelerini çıkardığı ve günlük yaşamlarına geri döndüğünü görüyoruz.
   2. İdare-i maslahatçılar: İtalya, İspanya ve Fransa gibi Akdeniz ülkelerinin yanı sıra ABD, İran, İsrail ve diğer irili ufaklı devletlerde, salgının başlangıcında ekonomiyi canlı tutmak için karantina gibi önlemlere başvurulmadığına, vaka sayısındaki artış sonrası geniş anlamda karantina tedbirleri alındığına şahit olduk. Ekonomiyi önceleyen bu yaklaşımın sonucunda, bahsettiğimiz ülkeler siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda büyük darbeler aldılar. Salgından çıkış sonrası, halihazırda kırılgan ekonomilere sahip bu ülkelerdeki tahribatı daha canlı bir biçimde göreceğiz.
   3. Protestan model: Almanya ve İngiltere salgına karşı benzer yaklaşımlar geliştirdiler. (Bu benzerliğin altında iki devletin ortak Lutheryen mirasının olup olmadığı sorusunu değerli tarihçilerimize bırakıyorum.)    

   İngiltere Başbakanı Boris Johnson, salgınla "sürü bağışıklığı" (herd immunity) doktriniyle mücadele edeceklerini açıklarken, Alman mevkidaşı Angela Merkel, "Almanya'daki insanların yüzde 60 ila 70'ine virüs bulaşabilir (...) Hayat kurtarmak bizim görevimiz. Aynı zamanda ekonominin de çalışmasını sağlamak" açıklamaları ve ülkesinde aldığı ve almadığı tedbirlerle İngiltere'yle aynı yolu izleyeceğinin sinyalini vermiş oldu. 
 Sosyal Darwinist esintiler taşıyan sürü bağışıklığı modelinde, virüsün engellenmesi için hiçbir çaba gösterilmezken, virüsün zaman içinde nüfusun büyük kısmına bulaşması sonucu halkta ortak bir bağışıklık sistemi gelişeceği hesaplanıyor. 
   İngiltere ve Almanya'nın yaklaşımındaki temel hareket noktası ise virüsün halka bir anda değil yavaşça bulaşması ve bu suretle sağlık hizmetlerine bir anda yoğun talep olmaması.
   Financial Times'ta, sürü bağışıklığı yaklaşımını "kumar" olarak nitelendirirken, 66 milyonluk İngiltere'de, nüfusun % 80'ine virüsün yayılması halinde, % 1 öldürücülük ihtimalinde dahi 500 bin kişinin ölümüne göz yumulduğu değerlendirilmesi yapılıyor. 
  Yaşlıları ve başka hastalıklardan muzdarip olanları salgına terk eden "sürü bağışıklığı" modelinin, Nazi izleri taşıdığını söylemek abartılı olmayacak.

    TEMEL ÇELİŞKİ: SOSYALİZM YA DA BARBARLIK  
  Salgınla mücadelede üç temel yaklaşımdan bahsetsek de temelde, insanı ön plana koyan sosyalist model ve Batı tipi "demokrasi"lerin başlangıçta idare-i maslahatçı fakat işler kızışınca Nazizme doğru yol alan modeli arasındayız. 
  Bu noktada, Avrupa Birliği üyesi İtalya'nın yardım çağrılarına birliğin diğer üyelerinden değil de Çin ve Küba'dan cevap gelmesi çarpıcıdır. 
  Salgın karşısında Batı tipi "demokrasi"ler bırakınız komşularına yardım etmeyi, kendi vatandaşlarına dahi bedava sağlık hizmeti götürmekten aciz bir duruma düştüler. 
   İran'ın salgın nedeniyle ambargoyu gevşetme çağrılarına karşı ABD'nin takındığı katı tavır ve yine Çin ve Küba'dan yardıma giden doktorlar, insanlığın kalbinin Washington'da mı yoksa Asya'da mı attığı sorusuna güzel bir cevap oluşturmaktadır. (ONUR SİNAN GÜZALTAN - Aydınlık Gazetesi)



***



   Nihayet kriz içindeki kapitalizmin egemen sınıflarının tutumunu da unutmamak gerekir. Bu egemen sınıfların başlangıçta Nazi partisine mesafeli yaklaştıkları, Hitler ve SA'lara güvenmedikleri doğrudur. Ancak Hitler ve Nazi partisi, kendi içindeki ütopik unsurları temizledikten, devleti yönetebileceğini gösterdikten sonra, 1933'te yapılan o ünlü toplantıda, içlerinde Krupp, Siemens, Bayer, Opel, I.G. Farben, Agfa, Telefunken de olmak üzere 33 büyük şirketin temsilcileri, ilk seçimlerde Nazi partisinin sendikaları işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastıracak kadar güçlenmesine olanak sağlamak için milyonlarca marklık bir fon oluşturdular.
   Bu adamlar (Nazizm esas olarak erkek bir projedir), Yahudi soykırımı sürecinden, köle emeği kullanarak Yahudi kapitalistlerin mallarına, servetlerine, sanat koleksiyonlarına el koyarak yararlandılar. Nazi savaş makinesi de bu kapitalistlerin sermayesiyle, teknolojisiyle onlara büyük kârlar getirerek kuruldu ve beslendi. 
   Kamplardaki ölüm fabrikalarının kurulması, işletilmesi de bu sanayiden gelen uzmanlar ve makinelerle, kimyasal maddelerle oldu. Yahudi soykırımını görmezden gelen bu adamlar, Hitler rejimini satın aldıkları gibi, ondan sonraki "sözde demokratik" rejimleri de satın almaya devam ettiler ve hâlâ ediyorlar. (ERGİN YILDIZOĞLU - Cumhuriyet Gazetesi)






Merhaba!

15 Mart 2020 Pazar

SON GEMİ







   Bir adam Esenler Otogarı'nda otobüslerin arasında dolaşarak sığınmacılara sesleniyor: "Nuh'un gemisi kalkıyor. Kurtuluş için son gemi kalkıyor." O kurtuluş için kalkan son gemide sınırda ateş altında kalmak var. Gaz bombalarının arasından doğrulmaya çalışmak var. Soyup soğana çevrilip don gömlek Meriç Nehri'nin kıyısına bırakılmak var. Şişme botta karaya ulaşmana rağmen zorla denize gönderilip ölümün soğuk nefesine uzanmak var. Var oğlu var. Ford takviminin üç bininci yılından bir söz fırlıyor sanki: "Kurtuluş için son gemi... Nuh'un gemisi..."
   Esenler Otogarı'ndan kalkıp insanlığı kurtaracak bir kurtuluş gemisi yok artık. Çünkü 'ben' ve 'öteki' sarmalından kurtulamamış bir dünyalı bakışının son nesliyiz. Önümüzdeki elli yılda açlık, savaş ve baskıcı rejimler yüzünden dünyanın üçte birinin yer değiştireceği bilgisi nedeniyle panik havasını derinden yaşayan 'büyük devlet'ler, 'sağduyu'yu yakalayamayacak belli ki. Yunanistan sınırından atılan kurşunlar tam da bunun göstergesi. Irkçılık yabancı düşmanlığıyla bütünleşince oluşan 'öteki' algısı nefretle harmanlanıyor. Burada da her zaman olduğu gibi kilit bir kelime çıkıyor karşımıza: 'Güvenlik'.
   Fransız şair Nerval kırk yaşındayken bir sokak lambasına asmıştı kendini. Paris dondurucu bir soğuğu yaşıyordu o gün. Ölümüyle yoksulluğa başkaldırıda bulunmak istiyordu. Dahası 18'inci yy'da sokaklarda güvenliği sağlayan bir aydınlatma aracını kullanarak burjuvanın güvenlik algısına isyan ediyordu. 
  Distopyalar da 'güvenlik' algısını kullanarak insanı insan olmaktan çıkarır. Daha iyi bir insan nesli yaratmaya, devletin korunaklı alanını yaşatmaya, bunun için de vicdanı öngören manevi değerleri çöpe atmaya, düşünceyi, sanatı kısırlaştırmaya çabalarlar. Medya mı hak getire! Böylece geriye insan kalmaz. 
  Yine de Nerval'e kulak verelim biz: "Siyahın gezginiyim/Her gün daha derine/Yanar akşamla vebalı lambalar/Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes birbirine."
   Son gemi kalktı çoktan limandan. (EREN AYSAN - BirGün Gazetesi) 



***



İki'yim: Yakalandım sokakta çırılçıplak
Ve giydirildim başkalarının sözleriyle.
Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak,
Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle?
Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi
Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi,
Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak.

Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener.



GERARD NERVAL
Çeviri: AHMET OKTAY
Fotoğraf: NADAR (Gaspard-Félix Tournachon)







Merhaba!
     

8 Mart 2020 Pazar

SUSMAYACAKSIN!




Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!

Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!

Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman


CAN YÜCEL



***



Antigone, "Nefret etmek için değil, sevmek için yaratıldım!" der.
Şiirin de asıl işlevi budur, bize sevmeyi, sevilmeyi öğretir.


ARİ ÇOKONA
(Cumhuriyet Kitap)



***



   Gılgameş'le özgürlük ve ölümsüzlük arayan, Prometheus'un eliyle gökyüzünden aldığı aydınlığı bilimle ve sanatla yücelterek uygarlığa ulaşan insan, bunca bin yıl sonra karanlık istemiyor. İnsan ve şiir utanıyor. İnsan ve şiir aydınlığın sahibi çünkü. Şiir karanlık istemez. Şiir aydınlık ister. İnsanlığın binlerce yıllık kazanımını yok eden bombalarla kurulacak olan "yeni düzen"e lanet okur, bilimin, sanatın aydınlığıyla yaşamak ister şiir...
   Bombalara, kurşunlara, barbarlıklara, bağnazlıklara umutla direnir şiir. Ona düşen budur. Bilimin ve sanatın has çığlığı şiir, savaşa karşı çıkar. Yüzlerce şiir kitabı, dergilerde yayımlanan şiirler bunun için. Susmaz şiir. Şiire susmak yakışmaz.


ÖNER YAĞCI
(Cumhuriyet Gazetesi)



***




   Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım. 
   Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni. "Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmet vs. 
  Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven... Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri. 
    'Neden' der gibi baktım yüzüne. 
   "Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar" dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu.
    Çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir? Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?
   Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.
   Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

   
ERCAN KESAL
(BirGün Gazetesi)



***



"Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün bir topluma, bütün insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur çağımızda."

   ... Susmayı, bir yaşam biçimi olarak benimseyen insanlar vardır. Özgürlükleri ve silahları konuşmamaktır. Her adaletsizlik onların eylemsizliklerinden güç alır biraz da.. Ellerini kana bulayanlar, içlerindeki korların mezar taşlarıyla yaşayanlar, aynı adaletsizliğin ve aynı suçun ortaklarıdır hep birlikte. Gözlerin açıksa göreceksin! Kulağın sağır değilse duyacaksın! Ellerin kesik değilse uzanacaksın!..


UĞUR MUMCU
(Yeni Ortam, 20 Ocak 1975)








Merhaba!



1 Mart 2020 Pazar

BABAM YAŞIYOR




   Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.

CEMAL SÜREYA






İLHAN ERDOST



    İlhan Erdost'un kızı Alaz hiç görmediği babasını anlattı:

   Babamla ilgili bir şeyler anlatırken şunun sıkıntısını yaşıyorum. Onunla bir anım yok, ona dair anılarım da çok az. Bu yüzden anlattıklarım da hep aynı oluyor. Bundan utanıyorum. Ben babamın trafik kazasında öldüğünü zannediyordum, öyle demişlerdi bana. Okumayı sökmüştüm. Evimiz sobalıydı. Soba yanıyordu. Demek ki kıştı. Annemle teyzem battaniye altında koltukta oturuyorlardı. Orta sehpada bir dergi duruyordu. Belki de annemler onu bilerek orada bırakmışlardı bilemiyorum. Kapağında babamın kocaman fotoğrafı vardı. Altında da "İşkencede öldürülen yayıncı İlhan Erdost" yazıyordu. Yüksek sesle okudum. Annemlere baktım ağlıyorlardı. Battaniye de gizleyemiyordu. Sonra çok soru sorduğumu hatırlıyorum. Ertesi gün okula gittiğimde arkadaşlarıma yalan söylemişim gibi hissetmiştim bir de. Çünkü başka türlü anlatmıştım hikâyeyi onlara. Çok utandığımı hatırlıyorum bu yüzden. Utanmak bize doğuştan nasip olmuş. (t24.com.tr)


    İlhan Erdost'un Kızı Alaz Erdost yazdı: Ben günlerce babamı dinlemek isterken... 

  Günlerce durmadan dinleyebileceğimiz şarkılar vardır ya hani. Ya da çocukken bir daha bir daha okuttuğumuz resimli kitaplar. Tekrar tekrar izlediğimiz Adile Naşit'li filmler. 
   Ben istiyorum ki susayım, tanıyan biri bana babamı anlatsın. Saçının kıvırcığından başlasın, burnunun yanındaki bene geçsin. Görüyorum çünkü fotoğraflarında, beni var burnunun yanında. Sevdiği yemekleri anlatsın, güldüğü şakaları. Bir olay karşısında vereceği tepkileri. Sonra başka biri gelsin, nasıl toprağa verildiğinden bahsetsin; kimlerin orada olduğunu, neler yaptıklarını. Başka bir arkadaşı neler konuştuklarını anlatsın babamla rakı içerken. Hangi kitapları okuduğunu, yayımlarken neler tartıştıklarını. Sonra annem anlatsın; nasıl sarılırdı, nasıl severdi bizi. Hangi türküleri söylerdi. Ben saatlerce, günlerce babamı dinleyebilirim. 
   7 Kasım babamın bir cezaevinde dövülerek öldürüldüğü gün. O günün üzerinden 39 yıl geçti. Ben günlerce babamı dinlemek isterken, her 7 Kasım'da birileri de benden dinlemek istedi onu; yayıncı İlhan Erdost'u. Ama benim anlatacak yeni bir şeyim yok, kuracak yeni bir cümlem de.
   Geçenlerde dostlarım Özge Mumcu ve Eren Aysan'la babalarımızı anlatmak için bir toplantıya davet edildik. Bir akşam öncesinden konuşmamı hazırlayayım istedim. Oturdum bilgisayarın başına, aynı cümleleri yazamaya başladım. Sinirlendim bu duruma sonra. Utandım da her zamanki gibi. Hep aynı şeyleri söyleyip, insanları sıkıyordum. Kapattım bilgisayarımı, kütüphaneden öylesine bir kitap seçtim, okursam uykum gelir belki diye. Yatağıma geçtim. Kitabı açınca içinden bir ayraç düştü. Ayracın üstünde Cemal Süreya'nın babama yazdığı şiir vardı ve babamın bir fotoğrafı.


Bir bardak su içsem şimdi
Yaralarımdan dökülür
Gün ki yıkımlar günüdür
Boştur ne söylesem şimdi


   Ben kimsenin babası ayraç olmasın diye ömrüm yettiğince babamı anlatmaya devam edeceğim. Ben 7 Kasım 1980'de Mamak Askeri Cezaevi'nde dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost'un küçük kızıyım. Bana bıraktığı soyadını onurla taşıyor, öyküsünü herkese anlatıyorum. Böylece, babam yaşıyor. Babamı yaşattıkça Adile Naşit filmlerine dönüyor ayraçlar. Küçük kız çocukları da mis uykularına gülerek dalıyor. (BirGün Gazetesi)  




Merhaba!




   (Yukarıdaki derlemeye 13 gün sonra ek: 26 Şubat 2020)

   Alaz Erdost amcası Muzaffer İlhan Erdost'un mezarı başında bir konuşma yaptı:

  "Hiç böyle olacağını tahmin etmemiştim. Bir anda gideceğini. Doktorlar amcamı kaybettiğimizi söyledi. Suları (Muzaffer Erdost'un kızı), ablam ve ben yalnızız. Bir süre sonra 'Peki şimdi ne yapacağız?' diye sordum. 'Aile büyüğünüz kimse onu arayın' dediler. Bizim aile büyüğümüz içeride yatıyor. Bizim büyüğümüz o. Başımız sıkıştığında yanına koştuğumuz, bir sorumuz olduğunda cevap bulduğumuz babamız. Bizi sözcük sözcük seven, satır satır düşünen, kıyamayan, kardeşim diye diye giden amcamızı, bugün oğlunun ve eşinin yanına yatırdık. Eğer varsa böyle bir ihtimal kardeşine de kavuştun, çok sevdiğin arkadaşlarına da" dedi.
  Alaz Erdost, amcasının babasına yazdığı şiire atfen konuşmasına şöyle devam etti: "Ve biz duruyoruz bugün tabutunun önünde. Biz ikimiz iki kardeş, ablam ve ben. Yan yana ve omuz omuza. Bize bıraktığınız onurlu soyadıyla başımız dik. Babamızı yatırdığımız Karşıyaka'da tam da istediğin gibi. Gözlerinden öpüyorum amcacığım." (BirGün Gazetesi)


Ve biz
Gene duracağız bir gün
(Böyle istiyorum öldüğüm zaman
Eğer bir cesedim olursa taşınacak)
Tabutumun önünde
Biz ikimiz
İki kardeş
Yan yana ve omuz omuza
Fotoğraflarımızın ardında ben
Sen önde
Yüzümüzden eksilmemiş olan gülüşümüzle.

MUZAFFER İLHAN ERDOST







Dostlar Merhaba!