25 Ağustos 2019 Pazar

ŞAİR BABA VE BALABAN




"resmini yaparken de gördüm balaban'ı ben
resminin konusunu yaşarken de"

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL
(Balabanca Bir Övgü)







   "O öğretiyordu, ben öğreniyordum. Ama çizdiklerim bir türlü resim, tablo olmuyordu. 'Neden' diye sordum Şair Babama."
    Yaptıklarının resim olması için, çırağın usta olması için, ekonomi-politik, sosyoloji, felsefe öğrenmesi gerekiyordu. Onları da öğretti Şair Baba.
   "Şair Babamla ikimiz buluşmadan önce, el yordamı ile arıyordum kendimi karanlıkta... İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime."
   Köyünde, tarlada çalışan, öküz güden bir çocukken bilirdi ki "Çiçeğin rengi ve biçimi toprağından, ikliminden, doğasından gelir..."
   Nâzım Hikmet Okulu'ndan mezun olunca da "tıpkı, çiçeğin rengi, biçimi gibi; sanatçının eserinin de toplumdan, halkının yaşantısından, doğasından tohumlandığını ve geliştiğini" hiç ama hiç unutmadı. (ZEYNEP ORAL - Cumhuriyet Gazetesi)



***



    ..."Şair Baba ve Damdakiler" adlı anlatısını okuduğumda gencecik bir üniversite öğrencisiydim, bu kitabı mutlaka tiyatro oyunu olarak sahneye uyarlamalıyım ve bunu mutlaka zengin olanaklarıyla Devlet Tiyatroları oynamalı diye düşünüyordum. 
   Çok zaman geçti ama düşüme kavuştum. Galada, saklıca balkondan izliyordum. Balaban coşkun alkışlarla sahneye davet edildiğinde, içimi titreten nice şey... Onu izliyordum, onun yatağına sığmayan 'meşe seli' coşkusunu, şehvetle ve şarapnel gibi kullandığı cümlelerini. Sevincini... Ve Şair Baba'ya özlemini. Öyle bir "Şair Baba" deyişi vardır ki, sözcüklerle bir insana sarılmak ne demek öğrenirdiniz. Balaban cezaevine ayıngacılıktan düştü, sonra da cinayetten.
   Şair Baba bir katilden Türkiye'nin en usta, en coşkulu halk sanatçılarından birini, ressam İbrahim Balaban'ı yarattı. İbrahim Balaban da "Şair Baba"sına borcunu hiç unutmadı.
   Şair Baba fırçalarını, boyalarını, en güzel şiirlerinden ikisini ona vermişti.
  "Bundan sonra Türk milletinin resmini sen yapacaksın!" Vazifesini bir de! İbram koğuşundakilere bakmıştı, avluda volta atanlara, demirli pencereden Bursa şehrine, öteki öteki şehirlere. "Bu kadar çok mu?" diye sorabilmişti ancak.
  O kadar çoktu ve o da çok yaptı. O resimler tuvallere, koleksiyonlara, hatta müzelere sığmaz. Taşar renkler Balaban'ın tablolarından. İnsanların el ayaları ışır, alınları ışır, gözleri...
   Tarlalar, başaklar, zenginlik ve yoksulluk ışır; pulluk, karasaban, bayrak, kayık, kelepçe ışır... (HALDUN ÇUBUKÇU - BirGün Gazetesi) 




İBRAHİM BALABAN
"Bahar"




İBRAHİM BALABAN'IN "BAHAR TABLOSU" ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR

İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban'ın.
İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız.
İşte aydınlık:
akıllı, cesur, taze, diri, insafsız.
İşte bulut:
kaymak gibi lüle lüle.
İşte dağlar:
hem de mavi, hem de serin.
İşte sabah seyranı tilkilerin:
uzun kuyruklarında ışık,
sivri burunlarında telâşları...
İşte seyreyle gözüm:
işte karnı aç
tüyleri diken diken
ağzı kırmızı
işte dağ başında kurdun biri.
Kendinde hiç duymadın mı sen
aç kurdun öfkesini sabah vakitleri?

.........
.........
.........

Ellerim, ellerim dokunun, okşayın, avuçlayın.
İşte anamın sütü, karımın eti, gülüşü çocuğumun.
İşte sürülen toprak...
İşte seyreyle gözüm, işte insan:
dağın, taşın, kurdun, kuşun efendisi,
işte çarıkları,
işte poturunda yamalar,
işte karasaban,
işte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarıyla öküzleri...


NÂZIM HİKMET
(Resim: JAK İHMALYAN)








Merhaba!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder